Haftanın Çevirisi | İktisadın Patolojisi – Howard Stein

COVID-19, neoklasik ekonominin Afrika’daki ölümcül hâkimiyetini gözler önüne seriyor.

COVAX[1] kapsamında Sahra altı Afrika’ya ilk aşı sevkiyatı, 24 Şubat 2021’de Gana’ya yapıldı. Ülkeye gönderilen bu 600.000 doz, salgının giderek artan oranda tahrip ettiği kıtanın ihtiyaç duyduğu yüz milyonlarca doz aşının sadece çok küçük bir kısmına tekabül ediyor. Buna karşılık Birleşik Krallık ve ABD’de hâlihazırda on milyonlarca insan aşılandı. Afrika’nın “erken karantina”, “daha az yoğun nüfus”, “ultraviyole etkisi”, “insanların dışarıda daha fazla zaman geçirmesi anlamına gelen bir iklim” ve “genç nüfus” ile kurtulacağı yönündeki iyimserlik hızla azaldı. Kıtada, resmi olarak belirtilen 100.000’den fazla ölüm var, ancak testlerin yetersizliği ve ölüm nedenlerini doğru bir şekilde izleme ve değerlendirme kapasitesinin eksikliği dolayısıyla bu sayı, gerçek sayıların çok altında.

Test ve aşı kıtlığı, Batı’nın pandemiyle mücadelede bu iki hayati aracın ithalatını kısıtlayan aşırı milliyetçiliğiyle daha da büyük boyutlara ulaşıyor. Dahası, aynı aktörler, kişisel koruyucu ekipman kıtlığı, monoklonal antikor veya diğer ilaçlar ile insanları hayatta tutmak için birincil öneme sahip tıbbi oksijen yetersizliğine neden oluyor. Afrika ülkelerinin, bağımsızlıklarını kazanmalarından 60 yıl sonra, bugün, hâlâ temel sağlık ürünleri için dış dünyanın iyi niyetine bu kadar yüksek oranda bağımlı olmaları nasıl mümkün olabilir? Cevabın büyük bir kısmı, küresel bir salgın gibi yayılan ve hem Batı’ya hem de Afrika kıtasına hâkim olmaya başlayan iktisat (ve ilgili politikaların) patolojisinde yatıyor. Bu nasıl ortaya çıktı? Afrika’nın, salgının halkının sağlığı ve refahı üzerindeki etkilerini hafifletme kapasitesini zayıflatan stratejilerle nasıl bir ilişkiye sahip? Ve bu konuda ne yapılmalı?

Afrika’nın bağımsızlığını kazanmasının ardından, yüksek öğretim, ulusal kalkınma projesinin önemli bir parçası haline geldi. Projenin amacı, Afrikalıların, doktorlar, öğretmenler, avukatlar, memurlar ve iktisatçılar olarak yeni hayati roller üstlenmeleri için eğitilmeleriydi. Üniversitelerdeki iktisat müfredatı, Afrika’nın küresel ekonomiye entegrasyonunun doğası ve ülkenin kalkınmasını ilerletmek için gereken yerel politikalar hakkında teoriler içeriyordu. Hükümet stratejileri üzerine tartışmalar, kurumsal ve yapısal iktisat gibi çeşitli teorik geleneklere dayanıyordu. Afrika ülkelerinin endüstriyel bir taban inşa etmek için hükümet araçlarını kullanma ihtiyacı olduğu yönünde genel bir fikir birliği mevcuttu.

Afrika’ya hibe veren kurumlar, 1980’lerin başından itibaren devlet planlamasını ve ithal ikameli sanayileşmeyi desteklemeyi bırakıp, yapısal düzenlemeyi dayatmaya koyuldu. Neoliberal politikalara teorik temel sunan neoklasik modele taraftar olmayan yerel iktisatçılar buna direndi. Hibe veren kurumlar hayalet raporlar bile yazdılar: bunlar yerelde yazılmış gibi davrandılar ve ardından bu raporların dikkatli kavrayışlarından övgüyle bahsettiler. Dünya Bankası ve hibe veren diğer kurumlar, muhalefetin sona erdirilebileceğini ve iktisat mesleğini Batı ekonomik modeli bünyesine alarak bir “sahiplenmenin” tesis edilebileceğini fark ettiler.

Akademik ücretlerde kısmen Dünya Bankası’nın 1980’lerdeki yapısal uyum projesinin sonucu olarak gerçekleşen dramatik düşüş de dâhil olmak üzere Afrika üniversitelerinin içinde bulunduğu kriz buna fırsat yarattı. Hibe veren kurumlar eski öğretim üyelerini kaybetmemek için burslar verdiler, yardım paketlerinde bu yerel “beceriler” için talep oluşturdular ve 1988’de Dünya Bankası ve diğer kurumların desteğiyle kurulan Afrika Ekonomik Araştırma Konsorsiyumu (AERC) gibi örgütler aracılığıyla neoklasik iktisadın yeni nesil öğrencilerine destek sağladılar. AERC’nin hedefi lisansüstü öğrenimini modernize etmekti ve bunu, lisansüstü öğrencileri eğiterek ve Afrika ülkelerindeki iktisat bölümlerinin lisansüstü ders ve araştırma programlarının Batı çizgisine taşınması için mali destek sağlayarak gerçekleştirdi. Afrika üniversitelerine on milyonlarca dolarlık AERC hibe akışı, Afrika’daki iktisat bölümlerinin ilgili programlara katılmaları yönünde büyük bir teşvik sağladı. Bugün, Afrika’daki iktisat bölümleri Batılı muadillerinden farklı görünmüyor. AERC’lerin kendi verdiği sayılara göre, Afrika bakanlıklarında, merkez bankalarında, think tanklarında, STK’larında ve akademik kurumlarında binlerce AERC mezunu bulunmakta. Yerel iktisatçılardan oluşan bu “epistemik cemaatin” güçlendirilmesi, uluslararası gündemin güvenilir ideolojik tedarikçilerini yarattı ve kıtadaki neoliberal politikaların kurumsallaştırılmasına yardımcı oldu.

Uyum programlarının merkezinde, statik verimlilik kazanımlarına yol açması beklenen neoliberal politikalar, yani kuralsızlaştırma, özelleştirme, makro-istikrar, sağlık ve eğitimde kullanıcı ücretleri politikaları bulunmaktaydı. Fakat ne yazık ki sonuçlar, beklentilerden çok farklıydı. Kamu harcamalarındaki kesintilerle sağlık ve eğitim alanındaki sosyal hizmetlerin özelleştirilmesi Afrika halklarının sağlığını kötüleştirdi ve Afrika ülkelerini salgınlarla mücadele edebilmelerini engelleyen yanlış bir yörüngeye soktu.

Neoliberalizm, sermaye akışları üzerindeki kısıtlamaları gevşetti, devlet girişimlerini özelleştirdi ve serbest ticaret, yerel üretim kapasitesini baltalayarak farmasötikler ve diğer sağlık ürünleri dâhil olmak üzere üretim mallarının ithalatına daha fazla bel bağlanmasına yol açtı. Afrika ülkelerinin döviz elde etmek için işlenmemiş hammaddelerin ihracatına olan bağımlılığı giderek arttı. Yani uyum programları kıtanın sanayisizleşmesiyle sonuçlandı ve Afrika’yı sorunlu patlama ve çöküş döngülerine sahip, sömürge tarzı bir maden çıkarma ekonomisine dönüştürdü. Üretim 1980’de GSYİH’nin yüzde 18’i iken 2000’den sonra bu oran yüzde 7 ila 9’a düştü.

Anaakım iktisadın araçlarının, yapısal ve kurumsal kalkınmanın acil ihtiyaçlarını kavramsallaştırma yetenekleri sınırlıdır ve bu konu, küresel tedarik zincirinin en altındaki Afrika ülkeleri söz konusu olduğunda daha da büyük güçlükler barındırmaktadır. Yakın zamanda yapılan araştırmalar, Afrika’nın ihracatının 2000 yılından sonra yerel katma değerde buna mukabil bir artış olmaksızın arttığını göstermiştir. Yine de, ortodoks iktisatçılar, liberalleştirilmiş Afrika’nın tabii biçimde kendi karşılaştırmalı üstünlüğü doğrultusunda hareket ettiğini düşünüyorlar. Bu nedenle, COVID-19 pandemisiyle başa çıkmayı imkânsız kılan bu yetersizliklere sahip patolojik bir durumu normal kabul eden bir disiplinle karşı karşıya olduğumuza dair kanıtlara sahibiz.

Afrikalı politika yapıcılar, değer zinciri dünyasında ekonomileri çeşitlendirmek ve yapısal olarak dönüştürmek üzere stratejiler tasarlamak için, çoklu teorik paradigmalardaki bilgi birikiminin zenginliğinden yararlanmalıdırlar. Söz konusu bilgi birikimlerinin, bugün Afrika’daki disipline hâkim olan neoklasik paradigma bünyesinde, yani marjinal değişimler, geri çekilen devletler ve ülkeler arasında statik karşılaştırmalı üstünlüğe dayanan ticaretten oluşan küçük dünyaya odaklanmış bir proje ile kavramsallaştırılması hiç kolay değildir.


[1] Düşük ve orta gelirli ülkelerin aşılara eşit erişimini sağlamayı amaçlayan Koronavirüs Aşıları Küresel Erişim Programı.


[developingeconomics.org’daki orijinalinden Pelin Tuştaş tarafından PolitikYol için çevrilmiştir.]