Haftanın Çevirisi | Hukukun neoliberalizmi inşası – Jedediah Britton-Purdy, Amy Kapczynski, David Singh Grewal

Bazıları yeni; bazıları eski olmakla beraber son zamanlarda görünür hâle gelen, kesişen krizlerin çağında yaşıyoruz. Bu yazının kaleme alındığı sırada COVID-19 salgınının neden olduğu ölümlerin sayısı sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde yaklaşık 500.000 idi ve önümüzdeki aylarda bu sayının çok üzerine çıkacak gibi görünüyor. Virüs, Amerika Birleşik Devletleri’ne görüldüğü günden bu yana, uzun süredir ihmal edilen sorunlarla –sağlık hizmetlerine ve temel ihtiyaçlara erişimde beyaz olmayan ve işçi sınıfına mensup Amerikalıları orantısız bir şekilde etkileyen radikal eşitsizlikler ve gençler, yaşlılar ve hastaların bakımında aileleri ve toplulukları dağılma noktasına getiren krizler– kesişmekte ve bu sorunları büyütmekte.

Bu krizler, siyasi kurumların halkın ihtiyaçlarına demokratik bir şekilde yanıt vermedeki kronik başarısızlığından kaynaklanmaktadır. Söz konusu başarısızlığın kökenleriyse ülkenin onlarca yıllık siyaset, yönetim tarzı ve hukuk geçmişine dayanmakta. Siyah, kahverengi, taşralı, yerli ve işçi Amerikalıların çoğu için bu demokratik iflas olağan bir durumdur. Ancak son dört yılda ve özellikle Kongre baskınından bu yana, demokratik iflas korkusu oldukça yaygınlaştı.

Bu krizler genellikle 1970 ve 80’lerde egemen hâle gelmiş bir yönetişim ideolojisi olan neoliberalizmin ekonomi politiği açısından analiz edilir. Neoliberalizm; deregülasyon ve kemer sıkma talepleri ve hükümeti daha piyasa benzeri bir şeye uydurma girişimiyle bağlantılıdır, ancak hiçbir zaman “serbest piyasa” talebinden ibaret sayılacak kadar basit olmamıştır. Neoliberalizm, aksine, piyasayı demokratik yeniden bölüşüm gereksinimlerinden koruma talebidir.

Neoliberalizmin bu analizi, hukukun neoliberalizmi oluşturmada oynadığı kritik rolü çoğunlukla gözden kaçırır. Gerçekte hukuk, siyasi yargı ile ekonomik düzen arasındaki temel bağ dokusudur.

Pek çok insan, geçtiğimiz on yıllar içinde hukukun anti-eşitlikçi ve antidemokratik biçimde değiştiğinin; örneğin, Citizens United’ın paranın siyasetteki rolünü güçlendirdiğinin veya hukuki kurumlarının “renk körü” yapısının anayasal doktrinde yerleşik hâle geldiğinin ve yapısal ırkçılığın sürdürülmesine yardımcı olduğunun farkındadır. Bizce bunlar münferit değişiklikler değil, bir yönelimin, yani hukuki altyapımızın temelini oluşturan piyasa, iktidar ve hukuk ideolojisinin bir parçasıdır. Bu yönelimi hukukta “Yirminci Yüzyıl Sentezi” olarak adlandırıyoruz.

Yirminci Yüzyıl Sentezi kapsamında, hukukun “ekonominin” veçhelerini ilgilendiren alanları –örneğin, sözleşmeler, şirketler ve antitröst uygulamaları– servet maksimizasyonunu vurgulayan bir “hukuk ve ekonomi” yaklaşımına terk edildi. Bu arada, eşitlik, itibar ve mahremiyet gibi diğer değerlerin anayasa hukukunda ve kamu yönetimi alanlarında telaffuz edilmesi gerekiyordu. Bu ideolojik akımların şekillendirdiği anayasa hukuku, ekonomik güç, yapısal eşitsizlik ve ırk ayrımcılığını kapsayan sistemik sorunlardan yüz çevirdi. “Kamu hukukunun” diğer alanlarının yaptığı da bunun aynısıydı. Sonuç, devletle ekonominin buluşma noktasında yer alan derin güç yapılarının hukuki yaptırımlardan korunması ve giderek daha doğal görünmeye başlamasıydı.

Bazılarımız –“Hukuk ve Ekonomi Politik” projesinde yer alan hukuk bilimciler, uygulayıcılar, aktivistler ve akademisyenler– Yirminci Yüzyıl Sentezi tarafından ortaya konulan hukuk, ekonomi ve politika arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeye başladık. Arzu ettiğimiz şey, hukuk biliminin mevcut “ortak aklının” yerine, karşı karşıya olduğumuz krizlere daha duyarlı olacak yeni bir kavrayış dizisi yerleştirmektir.

Hukuk; yükselen krizlerde bizi kapana kıstırmaktansa, ortak bir kadere giden demokratik koşulları belirlemenin yeni ve daha uygun yollarını inşa etmelidir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri anayasası, demokratik ilkelerle uyumlu olacak şekilde yorumlanmalı ve değiştirilmeli; gerçek ve demokratik bir özyönetim platformu hâlini almalıdır. Ülkenin daha demokratik bir yapıya kavuşması için, anayasal doktrinden oy verme haklarına ve yasama usulüne kadar diğer konularda da değişiklikler yapılması acilen gereklidir. Aynı zamanda hukukçular, onlarca yıldır uzman “yönetişime” ilişkin dar görüşlü, teknik ve şayet varsa politik olarak tanımlanan kurumsal demokratik güçlendirme değerlerini ileriye taşımalıdırlar. Yirminci Yüzyıl Sentezi, bu çabaların önemini gözlerden uzağa taşıdı. Ne var ki bu kriz çağından çıkabilmek için tamamen farklı varsayımlara göre işleyen bir hukuki kavrayışa ihtiyacımız var.

Savaş sonrası ekonominin tarihi ve entelektüel hâkimiyeti, Sentezin büyümesinden kısmi olarak sorumludur. Sentez, aynı zamanda, piyasa ekonomisinin güvenilir bir şekilde genişliyor göründüğü ve büyük ölçüde müştereken deneyimlenen gelir artışlarının yaşandığı İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen on yılların göreli ekonomik başarısının da bir hikâyesidir. Bu dönemde hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler, ekonomiyi rutin uzman yönetiminin bir alanı olarak görmeye başladılar. Irksal hiyerarşi gibi süregelen eşitsizlikler, 1950 ve 60’larda birçok ana akım düşünür tarafından temelinde işler olan bir sisteme dâhil edilme sorunları olarak yeniden şekillendirildi. Bu fikir, sıradan işçilerin ücret artışlarının durduğu 1970’lerin ortalarında olası bütün ampirik dayanaklarını yitirdikten sonra da uzun süre devam etti. Meşruiyeti, etkileri mevcut COVID-19 resesyonunda bile sürmekte olan 2007 ve 2008 mali krizinin adaletsiz sonuçlarıyla daha da zayıfladı.

Sentez, geleneksel hukuk ve politika söylemlerinin çoğunu yapılandırmış olan üç varsayımdan oluşur. İlk varsayım, ekonominin prensipte potansiyel olarak özerk bir sistem olduğudur: ekonomi kendi bozukluklarını düzeltir, etkindir ve büyük ölçüde kamu yararına hizmet eder. Bu görüşe göre, hükümet “düzenlemesi” sistemi kesintiye uğratır ve “piyasanın aksaklıklarını” giderdiği durumlar dışında bu düzenlemelere şüpheyle yaklaşılmalıdır. Söz konusu aksaklıklar geniş çaplı olabilir ve devlet ekonomiyi şekillendirme ve sürdürmede kapsamlı bir rol üstlenebilir; ancak hukuk, kendi kendini idare eden ekonomik düzen idealine yaklaşılmasını hedef almalıdır. Bu varsayım, piyasa ekonomilerinin ampirik eğilimi olan eşitsiz gelir ve refah artışının yanı sıra, işçilere tahakküm eden yöneticilerin “özel idaresini” ve ekonominin bütün sektörlerini giderek artan oranda domine eden Amazon gibi tekelci firmaları görünmez kılar. Bu açıdan bakıldığında rekabet düzenlemesi Amazon gibi dev şirketler ile onların istekli müşterileri arasına girmekte; sendikalar bireysel rızaya dayalı istihdamı sınırlayarak işgücü piyasası üzerinde disiplin kurmakta; finansal düzenleme ise yatırım uzmanlığındaki inovasyonu kısıtlamaktadır. Bu, özgürlüğün ve genel refahın, devleti yoldan çekerek, “kuralsızlaştırma” yoluyla ilerletileceğini varsayar.

Elbette ki Sentez, kuralsızlaştırma değil, seçici yeniden düzenleme çağında ortaya çıktı. Devletin belirli kısımları genişledi ve daha kısıtlayıcı hâle geldi, güçlü azınlığın lehine yeniden mevzilendirildi. Örneğin, küresel Kuzey’deki büyük işletmeleri güçlendirmek için fikrî mülkiyet rejimleri ve uluslararası yatırım himayeleri tesis edildi. Hükümet, sosyal hizmetlerin kapsamını daraltırken aynı zamanda pahalıya mal olan hapis ve cezai refah sistemleri uyguladı. Yoksulların, orantısız bir biçimde de beyaz olmayan yoksulların “çalışmalarını ya da hapse girmelerini” sağlamak amacıyla şartlı tahliye ve nafaka sistemlerini rafine etti. Göçmenlik yasaları patronlara daha fazla güç sağladı ve çalışma izni olsun olmasın, işçileri daha savunmasız hâle getirdi. Flint ve Ferguson’un hikâyeleri deregülasyon ve piyasa serbestisiyle değil; daraltılmış bir kamusal alanda dayanak noktası bulan ticari çıkarları kişiselleştirmek, sıradan insanlardan servet sızdırmak için yeni yöntemler uygulamak ve özgürlük, eşit bakım ve demokratik ifade haklarını reddetmekle ilgilidir. Sonuç, son yüzyılda görülmüş en büyük ekonomik eşitsizliğin ve en ileri derecede yoğunlaşmış ekonomik gücün ortaya çıkışı oldu. Sürecin her adımında hukuk, bu gelişmelerin merkezinde yer aldı: sömürü ve yukarı doğru yeniden bölüşüm sistemlerinin kurallarını oluşturmakla kalmadı, aynı zamanda bunları rasyonelleştirmek üzere kullanılan fikirleri de hazırladı.

Verili bir sektördeki mülkiyetin yoğunlaşma seviyesini düzenleyen Sherman Antitröst Yasası’nda, kurumsal yoğunlaşmanın demokrasi için bir tehdit olduğu teorisi ileri sürüldü ve bu uygulandı. Yargıç Louis Brandeis’in söylediği iddia edilen “demokratik bir ülke olabiliriz; servetin az sayıda kişinin elinde toplanmış olduğu bir ülke de olabiliriz; ancak ikisi birden olamayız” sözü, bu yasa için bir slogan işlevi görebilirdi. 1970’lerden itibaren muhafazakâr bilim insanlarının (eski öğretim görevlisi Yargıç Robert Bork dâhil olmak üzere) etkisiyle, antitröst yasa kapsamında, bu teori terk edildi. Onun yerine, yeniden, düşük fiyat (“tüketici refahı” olarak adlandırılır) hedefine odaklanıldı. Antitröst yasası; dev şirketlerin, aşırı miktarda güç biriktirdikleri için değil, değer sağladıkları için ekseriyetle büyük olduklarını varsayarak neoklasik ekonominin izinden gitti. Bu kanaat aynı zamanda kurumsal kusurların yeni rakipler tarafından gözler önüne serileceğini varsayıyordu ve rekabetin zayıflamasını, başat işletmenin verimliliklerine atfedilebilecek şekilde yeniden yorumluyordu.

Bankalarımız artık batamayacak kadar büyük; Amazon ve Facebook özel ellerdeki kamusal altyapılar hâline gelmiş durumda; ve COVID-19 mezbaha çalışanlarını mahvettiği için süper-konsantre et endüstrisinde tedarik zinciri çöküntüleri yaşanıyor. Rejim, bir zamanlar dayanak noktası olan özgürlük ve demokrasi hedefleri şöyle dursun, genel refaha bile hizmet etmiyor.

Yirminci yüzyıl iş hukukunun temel taşı olan Wagner Yasası, sendikaların kurulmasını desteklemek ve toplu pazarlığı teşvik etmek amacıyla 1935’te kabul edilmişti. Senatör Robert Wagner’in dediği gibi, “endüstride demokrasi, hayatlarını ve geçimlerini hayati derecede etkileyen kararlara, bu alanlardaki çalışanların adil katılımı anlamına gelir”. Bu “endüstriyel demokrasi” düşüncesi, işçiler ile işverenler arasındaki “eşitsiz pazarlık gücünü” ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Yasayı izleyen on yıllarda sendikalaşma oranları istikrarlı bir şekilde yükseldi; 1950’lerde ve 1960’ların başında yaklaşık yüzde 35’e ulaştı; yani yasa, onlarca yıl boyunca tam da bunu yaptı.

Bugün, özel sektörde yüzde 6,3 oranındaki sendika üyeliği veriyken, çalışanların çoğunluğu için en öncelikli olan hukuk organlarının sendikalarla hiçbir alakası olmadığı görülüyor. Örneğin, işverenlerin, şirketler ve sofistike aktörler arasındaki anlaşmazlıkları kapsayan tahkim anlaşmalarını, işveren-çalışan anlaşmazlıklarını kapsayacak şekilde genişletmesine olanak tanıyan bir dizi mahkeme kararını ele alalım. Bu, çalışanların teorik olarak sahip oldukları haklar ne olursa olsun, bunların işverenleri güvenilir bir şekilde destekleyen özel toplantılarda öne sürülmeleri gerektiği anlamına geliyor. Diğer bir örnek, hem yeni şirketlerin (Uber ve Lyft gibi) hem de uzun süredir faaliyet gösteren çok sayıda grubun, istihdam ettikleri kişileri başka bir istihdam sınıfına geçirmek için kullandıkları, isteğe bağlı “bağımsız yüklenici” kategorisidir. Bu kategori esas olarak, çalışanların hâlihazırda yararlanmakta oldukları yasal korumalardan muaftır. Aktörlerin sahip oldukları gücü dengelemeyi ve demokrasiyi teşvik etmeyi amaçlayan hukuk rejimi, yerini, şirketler ile tekil işçiler arasındaki büyük güç farkını görmezden gelen bir rejime bıraktı. Hukuk bu çelişkiyi görmezden gelmekte ve dolayısıyla derinleştirmektedir. Hukuktaki bu dönüşüm, işçilerin sağlığını ve güvenliğini tehlikeye atan düşük ücretli ve tehlikeli işler dünyasının yaratılmasına yardımcı oldu. COVID-19’un gösterdiği gibi, bu, hepimiz açısından tehlike oluşturmakta.

Sentezin ikinci varsayımı, hukuki eşitliğin, özellikle de anayasal eşitliğin; derin, yapısal olarak koşullandırılmış ve piyasaya gömülü farklılıkların –ki bunlar, tam olarak ırk, cinsiyet ve sınıf hiyerarşilerine dair mevcut deneyimlerimizi oluşturmaktadır– ışığında değil, doğal addedilerek somutlaştırılmış bir piyasa zeminine dayalı, biçimsel olarak eşit bireysel muamele olarak kavranması gerektiğidir. Biçimsel eşitlik, farklı gruplardan bireylere açıkça farklı muamele yapılmasını –Jim Crow ırk ayrımcılığı gibi– yasaklar; bu da, bir oyunu, eşit olmayan koşullarda, “herkesin aynı kurallara göre oynaması” gerektiği anlamına gelir. Bu öncülle şekillenen modern eşitlik içtihadının çoğu, servet, sağlık, güç ve ayrıcalık eşitsizliklerini – şehirlerimizin ayrılmış yapısından ırka dayalı servet farklılıklarına kadar– sürdüren tarihsel sistemlerin, önyargıların ve politikaların kümülatif ağırlığını görmezden gelmektedir.

1970’lerde federal mahkemeler, Anayasa’nın okulların eşitsiz finansmanına izin verip vermediğini, ırksal eşitliğin ırk ayrımcılıklarını yeniden üreten “renk körü” politikalarla tutarlı olup olmadığını ve Kongre’nin doğum masraflarını kamu kaynaklarıyla karşılarken kürtaj finansmanını yasaklayarak kürtaj hakkının etkin uygulanmasına zarar verip vermediğini sordu. Yargıtay her soruya “evet” cevabını verdi. Bu kararlar dolayımıyla eşitlik, piyasadaki herkesin aynı kazanma veya kaybetme şansına sahip olduğu anlamına geliyordu. Ancak bu şans elbette ki, eşitsiz yoksulluk ve ayrımcılık geçmişleri ile yüklüydü.

Son olarak, Sentezin üçüncü varsayımı, demokratik siyasetin uygulamada sürekli olarak teknokratik ve hukuki gözetime tabi tutulması gereken irrasyonel ve oportünist kararların bir aracı olarak anlaşılması gerektiğidir. Bu şüphecilik bir ölçüde “kamu tercihi” teorisinin etkisini yansıtırken, bir ölçüde de, dolaylı olarak, demokratik halklara yönelik uzun teknokratik küçümseme geçmişini yansıtmaktadır. Şüpheciler, halkın modern karmaşıklıklarla başa çıkamayacak kadar bilgisiz ve donanımsız olduğuna inanmakta, Merkez Bankası veya Yüksek Mahkeme’deki izole, uzman karar vericilere ihtiyacımız olduğunu iddia etmektedirler.

Yirminci Yüzyıl Sentezinde halk, farklı “çıkar gruplarının” bir toplamı olarak yeniden tanımlandı ve ticaret anlaşmalarının müzakere edildiği veya faiz oranlarının belirlendiği odaların dışında tutuldu. Örneğin, 1980’lerden geçtiğimiz on yıla kadar hüküm süren ticaret teorisinde, tüm “çıkar gruplarının” bu süreçlerin dışında tutulması gerektiği ileri sürüldü; hem vatandaşlar hem de şirketler, önemli pazarlıkları aksatacak ve verimliliği düşürecek “rant arayıcıları” olarak kabul edildi. Ancak uygulamada, şirketlerin içeriye girmelerine ve masayı kurmalarına izin verilirken, halk, müzakerelerin dışında tutuldu. Bu, önceliği sermayeye veren ticaret rejimleriyle sonuçlandı –yatırımların korunması için ulusötesi tahkime erişim gibi–.

Ancak bu mantık ticaretle sınırlı değildi. Bu dönemde hükümet halkın iradesinin taşıyıcısı olarak;  siyaset ise tartışılacak, fikir oluşturulacak ve kamu yararı için çalışılacak bir zemin olarak görülmüyordu. Bilakis, hem hükümet hem de siyaset, yegâne “rasyonel” seçimin kişinin kendi bireysel faydasını maksimize etmesi olduğu piyasa mantığına asimile edildi. Burada hükümet –güç kullanımı tekeli ve bazı kurumları ile birlikte– şüphe uyandıran bir tür tekeldi. “Rekabetin” disipline edici gücünden bağımsız olarak, kaçınılmaz biçimde yozlaşacaktı –yozlaşma, “özel çıkarların” ganimet aramaya gittiği yoldu–.

Bu düşünceye göre, piyasada rekabeti mümkün kılmak ve hükümetin bir piyasa gibi işlev görmesini sağlamak için onu zayıflatmaya çalışmak (bkz., emeğin ve sivil hakların korunması, çevre düzenlemeleri vb.) mantıklıydı. Yargıtay ve kamu kurumları bu ideali desteklemek amacıyla, çoğunluğu anayasa hukukunun parıltısının ötesine geçen bir dizi hamle yaptı. Genel kural buydu: hükümet öne çıkarılacak ve aynı zamanda geri çekilecekti. Mesele –bazen örtük, bazen açık–, piyasa mantığının kamusal yaşamın daha büyük bir bölümünü yönetmesini sağlamaktı. Bu süreçte piyasa, giderek, yoğunlaşmış gücün mevzii hâline geldi.

Sentezin bu üç varsayımı, entelektüel ağların, ve evet, çıkar grubu politikalarının bir birleşiminden ortaya çıktı. Maliyet-fayda analizi, ekonomik verimlilik ve kamu tercihi gibi kavramlara dair bilimsel tartışmalar, hukuk ve kamu politikası tartışmalarını şekillendirdi. Daha sonra, partizan aktörler ve çıkar grupları, belirli politik gündemleri ilerletmek için bu tartışmalardan yararlandı. İşletme lobileri, kâr-zarar hanelerine katkı sunacak politikalar konusunda kulis yapmak için verimlilik retoriğini, düzenleyici hükümleri ve akademik uzmanlık cilasını kullandı. Süreç başından sonuna kadar sağ tarafından yönlendirildi ve iyi finanse edilmiş oluşumların –Olin Vakfı’ndan Federalist Society’e kadar– gücüyle desteklendi. Ancak bu fikirler, soldaki önemli iktidar figürleri olmaksızın hegemonik hâle gelemezdi. Ne de olsa istihdam programını, “mali reformu” ve uluslararası ticaret alanında dört başı mamur neoliberalizmi uygulamaya koyan, Başkan Bill Clinton’du. İlericilerin, neoliberal paradigmanın alternatifi olmadığını kabul ettikleri yılların enkazından; para, bütçe ve finans konusunda adalete ve demokrasiye gerçekten hizmet edebilecek bir görüş, ancak bugün ortaya çıkmaya başladı. Neoliberal ideolojinin en büyük başarısı, neoliberal düşünce içinde devleti giderek artan oranda kendi karikatürüne benzetmesi olabilir: sonuçlar, devletin ve demokrasinin “başarısızlığına” daha fazla kanıt sunar.

Yeni bir hukuk tahayyüllüne doğru ilerlememize yardımcı olabilecek üç ilke vardır. Bunlar, bir bilimsel inceleme veya karar alma yöntemi sunmasalar da; hukuk araştırmaları alanında, neoliberal düşüncenin öğretilerine ve yasal tarafsızlık yönündeki tanıdık söylemlere karşı duracak ilkeli bir dönüşümü temsil etmektedirler. Ayrıca bu ilkeler, hukuku, asli görevin serveti ve teknokratik yönetimi optimize etmek değil, daha adil ve kapsayıcı bir demokrasi ve ekonomi inşa etmek olduğu daha demokratik bir geleceğe doğru yönlendirirler.

Bu bağlamda ilk adım, odağı, verimlilikten güce kaydırmaktır. On yıllardır hangi hukuk rejimlerinin “verimli” olduğunu soruyoruz; hâlbuki bunun yerine, hangi rejimlerin bir demokrasinin temelini oluşturan ve yaygın biçimde müşterek olan politik ve ekonomik gücü ürettiğini sormalıyız. Bu, siyaset ve hukuku daha önce var olmadıkları alanlara yerleştirmek değil, bunların sadece birkaç kişinin egemen özerkliğinden ziyade bütün insanların özgürlüğüne tatbik edilebilmesinin yollarını araştırmaktır. Piyasalar “özgür” değildir; hukukun ve politikanın ürünü olan güç eşitsizlikleriyle baştan aşağı sarmalanmışlardır. İstediğimiz türden piyasaları inşa ediyoruz; ve bu, radikal biçimde daha kapsayıcı bir politik-ekonomik düzen inşa etme konusunda hukuk ve politikanın sahip olduğu kapasiteyi kabul etmemiz gerektiği anlamına geliyor.

Odağın güç olgusuna kaydırılması, örneğin, iş hukuku ve anti-tröst yasasına dair yeni bir yaklaşımın neden adil bir ekonomi politik programının merkezinde durması gerektiğini anlamamıza yardımcı olur. Kurumsal güce ve tekel karşıtı politikaya yönelik ilginin canlanması, kamusal otoritenin özel ellerdeki güç yoğunlaşmalarını kontrol etmek amacıyla yeniden kullanımına işaret ediyor. Ekonomik gücü yeniden dengelemeye yönündeki bu kararlılık, işçi hakları konusundaki çatışmalarda görünür hâle gelmekte. İş hukuku, finans hukuku ve para birdenbire akademik hukuk camiasının en dinamik alanları arasına girdi, çünkü Hukuk ve Ekonomi Politik projesindeki akademisyenler, devlet iktidarını, piyasa koordinasyonu, finans ve bankacılık sistemlerimizin kalbinde haritalandırmaya ve bu sistemlerin gücün yoğunlaştırılmasından ziyade gücün bölüşümünü sağlamak üzere nasıl tasarlanabileceklerini teorileştirmeye başladılar.

İkincisi, biçimsel eşitliğin başarısız olduğu alanları kavrayıp, yasalarımızın daha derin bir eşitlik formunu, yani, sınıf sömürüsü ile ırk ve cinsiyet ayrımcılığının dayandığı tarihsel yapıların ortadan kaldırılmasını temel alan statü ve itibar eşitliği formunu nasıl inşa edebileceğini araştırmalıyız. Bu konuda bizi bekleyen pek çok güçlük var. Irkçılığın, toplumsal yeniden üretimin marjinalleştirilmesinin ve bakım zorunluluğunun politik ekonomimizle nasıl iç içe geçtiğini anlamalıyız. Hukuku ve ana akım hukuk teorisini derinlemesine etkileyen liberal kapsayıcılık düşüncesine ve üretim ile ekonominin doğasına dair ırkçı ve cinsiyetçi bir kavrayış kodlayan eski ekonomik politik geleneğine karşı çıkmalıyız. Hapishane devleti ile kapitalizm arasındaki ilişkileri kuramlaştırmalı ve sömürü ve dışlama üretmek üzere tasarlanmış küresel bir sistemde nasıl demokratik kurumlar oluşturabileceğimizi sormalıyız. Bu kavrayışları, karşı çıktığımız ekonomik yapıyı “örtbas eden” anayasal gelenekle ilişkilendirmeliyiz. Ancak bu tarz bir çalışmanın da üretkenliği sınırlı olacaktır; çünkü telafiler, hapishane devletinin ortadan kaldırılması ve emek örgütlenmesine yönelik kesişimsel stratejiler konularını temel alan akademik tartışmalar, akademi içinde ve ötesinde yeni bir tartışmayı gerektirmektedir.

Üçüncüsü, yasalcılık ve teknokratik karar alma pratiklerine içkin olan alışıldık anti-siyaseti, demokratik siyasete bağlılık yoluyla sınırlandırmalıyız. Demokrasi, seçimler sırasında kamuoyu üretmekten daha fazlasını ifade etmelidir. Demokrasi, özünde; ülkenin, senato ve seçim kurulunun anayasal olarak belirlenmiş sahte çoğunlukları veya neoliberal ticaret teorisinin vargıları değil, çoğunluklar tarafından yönetildiği anlamına gelmektedir. Demokrasi aynı zamanda, siyasi karar alma gücünün daha zengin (ve genellikle daha beyaz) seçim bölgelerinde yığılmasına karşı halkların harekete geçme kapasitesi gibi, daha derin bir politik yetkilendirme pratiği anlamına gelir.

Teknokratik elitin gücüne, demokrasilerin uzmanlık ihtiyacından vazgeçmeksizin nasıl karşı koyabiliriz? Devlet iktidarının kullanımını engellemeden ve sınıfsal ve ırksal önyargıları yeniden üretmeden nasıl daha katılımcı ve kapsayıcı politik kurumlar inşa edebiliriz? Biz idare hukuku gibi alanların temel sorularını yeniden formüle ederken, kamusal hizmet anlaşmaları için yeni kampanyalar, ücret kurulları ve katılımcı bütçeleme kök salmakta. Yakın zamanda ortaya çıkan çalışmalar, toplumsal hareketler ile hukuk reformu arasındaki ilişkiyi vurguluyor. Katılımcı siyaset ve hareket inşasının hukuki değişim için kritik öneme sahip olduğu bu dönemde, anayasal formlara bağlılık olmaksızın demokrasiye sahip olamayacağımızı –Kongre Binası’na yapılan son saldırının bize hatırlattığı üzere– kabul etmeliyiz. Ve demokrasi, doğası gereği, bizim davamızın kaybedilme olasılığı olduğu anlamına gelir.

Yeni bir hukuk tahayyüllü yaratılmasına yardımcı olacak bu üç öneri yeni değildir: önceki nesillerin eleştirel hukuk düşüncesine, feminist hukuka, ırk alanındaki eleştirel hukuk yaklaşımlarına ve hukuki gerçekçilik ile İlerleme Çağına kadar uzanan eski ekonomi politik araştırmalarına çok şey borçludur. Ancak mevcut çalkantı ve kriz anında, bu yönelimleri geri kazanmak ve ön plana çıkarmak hukuk düşüncesi ve eylem açısından hayati önemdedir. Ortaya koyduğumuz öneriler bu sorunları çözmezler; onlara dikkat çekerler ve onları gerçek gereklilikler ve tehlikelerle ilişkilendirebileceğimiz terimler önerirler.

Gerçekten de, mevcut siyasi krize yol açan derin yapısal kısıtlamaları kavramak, Donald Trump’ın dört yıllık başkanlığının çok daha uzun süredir devam eden ideolojilerin –hukuk alanındaki Yirminci Yüzyıl Sentezi de dâhil olmak üzere– sonuçlarından çok da yıkıcı bir sapma olmadığını görmeyi beraberinde getirir. Bu sadece bir sapma olsaydı, bir ya da iki müspet seçim döngüsünün işleri temel bir değişiklik olmaksızın “yoluna sokacağını” umabilirdik. Ancak mevcut kriz, on yıllar ve yüzyıllar öncesine uzanan çözülmemiş yapısal eşitsizliklerin ve siyasi etkisizleştirme biçimlerinin bir semptomudur. Trump’ın yenilgisi sadece çatışmaların artışına zemin hazırlayacaktır.

Son dört yıl içinde, uzun süredir devam eden eğilimler yoğunlaştı: demokratik politikanın piyasa, demokratik yönetimin ise kapitalist iktidar karşısında çöküşü; karşılanmamış gereksinimler konusundaki sınır tanımaz eşitsizlik; yapısal ırkçılık ve diğer ayrımcılık biçimleri; siyasi elitin servet yoğunlaşmasını meşrulaştırma aracı olarak ırkçılığı artan oranda kullanması; ve sonuç olarak, kolektif özyönetim sahibi bir eşitler topluluğu yaratma idealinin gerçekleştirilememesi. Mevcut yeni yönetim ve Kongre ile, bu daha derin yapısal sorunlarla mücadele etme fırsatları bulunmakta. Fakat bu sorunları hesaba katmanın yollarını bulamadığımız durumda ve bunları tahammül edilebilir ve hatta kaçınılmaz gören ideolojilerle, ülkenin mevcut hırsızlar yönetimi bugünkünden çok daha kötü bir şeye işaret edecektir.

[Boston Review’deki orijinalinden Pelin Tuştaş tarafından PolitikYol için çevrilmiştir.]