Perşembe, Nisan 25, 2024

Gerçeklikten kopmuş Türkiye: Siyasal yozlaşma kıskacında demokrasi kavramı (2)

Çarpık bir gerçekliği hakikat olarak kabul ederek yapılacak her tartışma bu sahte gerçekliği güçlendirme riski taşır. Bu çarpıklığı ifşa etmeden de sağlıklı bir yola girmemiz mümkün değil.

Türkiye’deki demokrasi kavramının yozlaşması hakkında üç bölümlük yazı serisinin ilk bölümünde Türkiye’de demokratik gerileme sürecini ve demokrasi kavramının kendisinin bu gerilemeyi desteklemek için iktidar tarafından nasıl araçsallaştırıldığını incelemiştim. Yazı serisinin ikinci bölümünde bugün Türkiye’de demokrasinin popüler siyasal tartışmalarda içerdikleri anlamları, medyadaki siyasal tartışmalardaki yeri ve iktidarın demokrasi anlayışını inceleyeceğim. İçine hapsolduğumuz çarpık gerçeklik demokrasiyi doğru şekilde tartışmamızı engelliyor. Bu çarpık gerçekliği ifşa etmeden kavramları sağlık bir şekilde konuşmamız mümkün olmayacaktır.

BUGÜNÜN TÜRKİYE’SİNDEKİ TARTIŞMALARDA DEMOKRASİNİN YERİ

Kavramların çarpık biçimde kullanıldığı bir ortamda demokrasinin tartışması da sağlıklı sonuçlar vermeme riskine sahip. İktidarı savunanlar ister medyada ister siyasi arenada olsun, siyasal rejimin doğası hakkındaki tartışmalarda “mış” gibi yaparak söylem kurgulamak zorundalar. Demokrasinin olmadığı bir yerde demokratik siyaset yapıyormuş gibi söylem kurgulayarak tartışmayı belli bir alana hapsetmek ise bu iktidara itiraz edenleri de kıskacına alma riskine sahip. Eğer sistemin demokratik olmadığını düşünenler, iktidarı savunanların demokratik siyaset yaparmışçasına kurguladığı söylemler üzerinden tartışmaya girişirlerse demokrasinin gayet çarpık biçimde kurgulandığı bir gerçekliği güçlendirme sürecine hizmet etmeye başlarlar. İktidarın siyasi arenadaki ve medyadaki hegemonyası ise demokrasi hakkında tartışmaların nasıl çerçeveleneceği konusunda iktidara büyük bir avantaj sağlıyor. Günün sonunda iktidara itiraz edenler bile iktidarın oyununu fark etmeden oynayarak iktidarın elini güçlendirme riskine sahip.

Bunu her gün farklı tartışma programlarında bile gözlemlemek mümkün. Televizyonlardaki tartışma programlarında iktidar sanki gayet demokratik bir düzlemde siyaset yürütüyormuşçasına tartışma yapılıyor. İktidara yakın figürlerin bu oyunu oynamasına izin veriliyor. Karşısına konulan bir avuç muhalif (ki gerçekten sert muhalif olanlar ekrana çıkamıyor bile) figür de sırtını iktidarın hegemonyasına yaslayarak tartışmanın kendi istedikleri düzlemde devam etmesine izin veriyorlar. Bu da Türkiye’deki demokrasi illüzyonunu güçlendiriyor. İllüzyon güçlendikçe demokrasinin gerçek manası kayboluyor, kavram gittikçe yozlaşıyor. Hatta o kadar çok yozlaşıyor ki, ana akım medyayı takip etmeyi tercih eden sıradan muhalif vatandaşın bile siyasal algısı bu tartışmanın sınırlarına göre kısıtlanıp şekillenebiliyor. Kısacası, iktidarın ve temsilcilerinin demokrasiyi kullanma şekli, muhalif vatandaşların zihninde bile demokrasi kavramının yozlaşmasına sebep olma riskine sahip. Burada tabii neden gerçekten sert muhalif olanların da bu tartışmalarda yer bulamadığı daha net biçimde anlaşılabilir. Çünkü kral çıplak diyecek biri bu illüzyonu devam ettiren oyunu oynamayı reddedecektir.

Bu demokrasi illüzyonu birçok kişiyi o denli ele geçirmiş durumda ki, söze geldiğinde demokrasiyi desteklediğini söyleyen birçok kişi pratiğe geldiğinde anti-demokratik olan birçok yaklaşımı ve uygulamayı gayet meşru bulabiliyor. Bu noktada Türkiye’den birkaç örnek vermek yerinde olur. Biraz eski olmasına rağmen Pew Research Center’ın 2015’te yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye’de halkın sadece %52’si vatandaşların hükümeti eleştirme hakkının olması gerektiğini düşündüğünü belirtmiş. Bu, araştırmaya dahil 38 ülke arasında en düşük oran. Aynı araştırmada hükümetin protestoların yayınlanmaması için medyaya sansür getirmesini destekleyenlerin oranı %40’a varıyor. Bu konuda da tüm ülkeler arasında 2. sıradayız. SODEV’in 2019’da yaptığı bir diğer araştırmaya göre ise AK Partililerin %73.3’ü Türkiye’de ifade özgürlüğünün var olduğuna inanırken CHP’liler arasında bu oran %21.3’e, HDP’lilerde %14.3’e, İYİ Partililerde %13.3’e düşüyor. Reuters Enstitüsü Dijital Haber Raporu’na (2020) göre ise 37 ülke arasında başının belaya gireceğine inandığı için sosyal medyada siyasi görüşlerini paylaşmaktan en çok çekinen halk Türkiye (%65).

Yani Türkiye’nin farklı kesimlerinin ifade özgürlüğünden ne anladığı radikal biçimde farklılık gösteriyor. Farklı taraflar aynı mesele hakkında konuşurken aynı varsayımlar üzerinden konuşuyor mu bu bile belli değil. Herhangi bir tartışmaya iki tarafın da kavramları aynı anlamla kullandığını varsayarak girişmek, bu tartışmanın yapıldığı düzlemdeki üstün tarafın eline oynar. Çünkü sırtını dayayabildiği bir siyasal güç vardır. Buradan da güç alarak siyasi arenada ve medyadaki hegemonyasıyla tartışmanın söylemsel sınırlarını belirlemeye daha muktedirdir. Türkiye’de neyin demokratik olup olmadığını daha net biçimde görebilen milyonlar hala var. Ancak iktidarın kavramları istediği gibi kullanmasına izin verilen bir düzlemde buna itiraz etmeden girilecek her tartışma, kavramların manasını zedeleyen ve iktidarın hegemonyasını güçlendiren bir sürece yol açıyor. Ve iktidar bunun da farkında olmalı ki televizyonda ve başka mecralarda muhaliflerle girdiği her tartışmada muhalefeti kendisiyle eşit bir zeminde, sanki iki taraf da demokratik bir düzlemde siyaset yapıyormuşçasına konuşmaya zorluyor.

Yine tartışma programlarına bakıldığında bunu gözlemlemek mümkün. Birçok programda “tarafsızlık” kisvesi altında iktidarın ve muhalefetin konumu demokratik arenada eşitleniyor, sanki demokratik bir ülkede iki farklı eşit taraf siyasi bir tartışma yürütüyormuş illüzyonu oluşturuluyor. Aslında bu yıllardır devam eden bir durum. Bu da günün sonunda iktidarın demokratik meşruiyetini güçlendiren bir duruma dönüşüyor. Kısacası, anti-demokratik bir durumda “tarafsızlık” güçlü olanın eline oynuyor. Bu tarz bir “tarafsızlık” ise kavramların yozlaşması için verimli bir zemin. İktidar da zaten yıllardır bunu kendi lehine sömürüyor. İşte tam da bu noktada Türkiye’deki kavramsal yozlaşma sürecini besleyen bu sözde “tarafsızlık” durumundan gerçek bir tarafsızlığa geçmemiz gerekiyor. Demokratik bir ülke inşa etmek istiyorsak bu kısır döngüyü besleyen çarkların içine bir çomak sokmak gerekiyor.

Bu sahte demokrasi illüzyonunu yarmak için yapılması gereken ise kavramın temeline dönerek Türkiye’deki yaşanan süreçten bir nebze arındırılması ve demokrasiyi savunanların demokrasi kavramının her yerde orijinal bağlamında kullanılmasında ısrar edilmesi. Hakikatin baskıcı iktidarlar tarafından çok kolay çarpıtılabildiği bu dönemde hakikatleri konuşabilmek için bazen kavramları güncel kamusal anlamlarından kurtarmak gerekiyor. Özellikle toplumun siyasal kültürü ciddi bir yozlaşma sürecine girmiş ise. Bu söylenileni elitist bulanlar olabilir. Ancak yozlaşma riskinde olan bir kavramı orijinal anlamına geri kavuşturmak ile halkın siyasal süreçlerden dışlanmasını talep etmek arasında net bir çizgi bulunuyor. Sorun zaten tam da Türkiye’de bugünkü iktidarın halkın siyasal sürece katılımını engellemesi. İşin ironik yanı ise bunu demokrasi savunusu üzerinden yapması. Burada da kısaca iktidarın demokrasi anlayışını incelemek gerekir.

TÜRKİYE’DEKİ İKTİDARIN DEMOKRASİ ANLAYIŞI

Jan-Werner Müller (2016), “Popülizm Nedir?” adlı eserinde popülist zihniyetin demokrasiden beslendiğini ancak aynı anda da demokrasinin altını oyduğunu belirtir. Popülist siyaset halkı temsil etme iddiasındadır. Bu açıdan demokratik gözükür. Ancak demokratik siyaset içerisinde belli bir siyasal hareket halkın sadece belli bir kısmını temsil etme iddiasındayken popülist siyaset halkın tamamını bizzat temsil ettiğini iddia eder. Böylelikle sadece kendi siyasal pozisyonuna uygun düşen görüşleri halkın “asıl” görüşleri olarak tanımlar. Bunun dışında kalanların ise halkı gerçekten temsil etmediğini iddia eder. Anti-demokratik ruh tam da burada ortaya çıkar. Özünde toplumun tümünü temsil etmeyen bir grup, halkın tek ve “asıl” temsilcisi olduğunu iddia eder. Kendi kimliğine benzer grupları da böylelikle ülkenin “asıl” sahipleri olduğuna inandırır. Diğerlerini ise gayrı meşru olarak tanımlayıp siyasal süreçten dışlar. Tüm bu süreç içerisinde kendisine yakın hisseden grupların gerçekten daha konforlu yaşayabileceği, kendilerine daha uygun bir toplum tahayyülünü hayata geçirebilir.

Popülist bir iktidarı destekleyen gruplar ise bu sürecin gerçekten daha demokratik bir ülke yarattığına inanabilir. Çünkü kendi açılarından “kazanımlar” sağlanmıştır. Ama bu kazanımlar, başkalarının arzuladığı yaşamları yaşayamamaları pahasına olmuştur. İşte bu illüzyona yaslanarak popülist iktidarlar demokrasiyi “ileri” götürdüklerini iddia edebilir, demokrasi kavramının halkın ciddi bir kısmının zihninde yozlaşmasına katkıda bulunabilir. Bu süreçte de iktidar, demokrasiyi yok ederken ülkenin demokratikleştiğini iddia edebilir. Tabii bu gerçek bir demokrasi değildir. Gerçek bir demokraside halkın birçok farklı temsilcisi vardır ve hiçbir tekil anlayış halkı tamamen temsil etmez. Gerçek bir demokraside “asıl” bir halk yoktur. Tüm vatandaşların ülke üzerindeki hakkı eşittir.

Popülist zihniyetin bir diğer hedefi ise “kurumlar”dır. Demokratik kurumları halkın iradesini gerçekleştirmesinin önüne konulan elitist bir engel veya “vesayet” olarak tanımlayan popülist zihniyet, “gerçek” bir demokrasinin sadece bu engellerin ortaya kaldırılmasıyla sağlanabileceğini savunur. Bu süreçte de demokrasiyi alaşağı ederken yine demokrasi savunusunu araçsallaştırır. Ancak sürecin sonunda kurumlar çöker, geriye sadece çoğunluğun tiranlığını meşrulaştıran sandık kalır.

Bu demek değildir ki her “vesayet” savunusu demokratik kurumların savunusudur. Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde demokratik kurumların dışında yer alan güç odaklarının siyasete müdahale edebildiği yapılar geçmişte mevcuttu. Bu açıdan Türkiye’de gerçekten demokrasiyi kısıtlayan bir “vesayet” geçmişte vardı. Ancak bu “vesayet” söylemine saklanarak iktidar, Türkiye’de demokrasiye zarar veren yapıları değil demokrasiyi topyekûn yok etti. Nitekim vesayetle mücadele etme iddiasında bile iktidar demokratik bir tavır göstermedi, Fethullahçı yapıyla birlikte hukuksuz yargılamalar üzerinden süreci yürüttü. Kusurlu bir demokrasiyi hukuk sınırlarının dışına çıkarak ve gerçeği çarpıtarak iyice anti-demokratik metotlarla daha da kötü yönde dönüştürdü. Sonunda ortaya çıkan şey de zaten demokrasi değildi. Geçmişte ordu vesayetinin rol oynadığı sınırlı bir demokrasi varken bugün ise sivil bir otoriter rejime dönüştük. Demokrasiyi savunanların geçmişin Türkiye’sindeki vesayet sorununu kaçınmadan konuşması, “vesayet” söyleminin otoriter odaklar tarafından demokratik kurumları yıkmak için sömürülmesinin önüne geçilmesi için elzemdir.

Tüm bu sürece rağmen popülist siyasetin sırtını çarpık bir demokrasi anlayışına dayayarak otoriter yapısını en çok meşrulaştırmaya çalıştığı metotlardan biri çoğu zaman karşısına kurumları almaktan geçer. Ve buna karşı da her zaman dikkatli olmak gerekir. Popülist zihniyetin “vesayet” diye tanımladığı birçok kurum aslında demokratik kurumların ta kendisidir. Türkiye’de bugün bile iktidar, denge ve denetleme mekanizmalarıyla gücü sınırlandırılacak bir yönetimin bir “vesayet” düzenine boyun eğeceği ve “halkın iradesi”ni kısıtlayacağı söylemi üzerinden kendi otoriter siyasal çizgisini, hem de “demokrasi” söylemini kullanarak meşrulaştırdığını gözlemlemek mümkün. Bu mantığa göre özerk üniversiteler bile anti-demokratik hale gelir çünkü üniversiteler “halkın iradesi”ne göre belirlenmelidir. Türkiye örneğinde de bu iradenin tecelli ettiği yer sadece sandıktır. Sandıkta 50+1’i alan her yeri istediği gibi şekillendirir, siyasetin asıl özneleri olan vatandaşlar mensubu olduğu kurumlar hakkında alınan kararlarda rol oynayamaz ve bu kararlara itiraz edemez. Sandık üzerinden tiranlık kuran bu sisteme de demokrasi derler. Ancak bu yaklaşım bile o kadar kaygan bir zemin üzerinde yürür ki eğer sandıktan farklı bir sonuç çıkarsa “halkın iradesi”ne “sandık yoluyla darbe yapıldığı” bile iddia edilebilir. Çünkü sandıktan çıkacak sonuç ülkenin demokratik olup olmadığını belirler. Sadece “asıl” halkın sandıktan zaferle çıktığı bir senaryoda demokratik ruh tecelli etmiş sayılır. Bunun dışındaki herhangi bir senaryoda “kesinlikle bir şeyler olmuştur”. Bu da demokrasi kavramını daha da yozlaştırır, Türkiye’yi gerçeklikten daha da koparır.

Tüm bu anlatılanların ışığında şunu söylemek gayet mümkündür: Bu iktidar otoriter ve sağ popülisttir. Bunu orijinal bir tespit olarak sunmuyorum zaten. Malumu belirtmek gerekiyor yazının bağlamında. Malumu söylemenin tabu olduğu yerde de her fırsatta hatırlatma yapmakta fayda vardır. Çarpık bir gerçekliği hakikat olarak kabul ederek yapılacak her tartışma bu sahte gerçekliği güçlendirme riski taşır. Bu çarpıklığı ifşa etmeden de sağlıklı bir yola girmemiz mümkün değil. Her popülist siyaset otoriterliğe çıkmak zorunda değildir. Popülist siyaset ya olan ya da olmayan bir şey de değildir. Her partinin siyasetinde az çok popülist unsurlar bulunabilir. Mesele bunun derecesidir. Ancak demokratik kurumları yıkarak otoriter bir rejim inşa etmek isteyenler için popülist siyaset kullanışlı bir araçtır. Çoğu zaman da sağ siyasette bu amaçla sola göre çok daha fazla kullanılır (Sol ve Sağ Popülizmin arasındaki farklar bu konunun yazısı olmadığı için uzunca değinmiyorum).

Kaynak:

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI