Batı standartlarında “makbul sivil” olmadıkça “öteki”ne herhangi bir koruma kalkanı da sunmuyor uluslararası hukuk. Bilhassa modern dönem tarihi şiddetle yazılan Ortadoğu'da güçlünün hukuku söz konusu, zayıflar için hukuk bir koruma kalkanı sunmuyor bu bölgede.

7 Ekim 2023 sabahı İsrail açısından, modern dönemdeki sarsıcı dönüm noktalarından biri olarak şimdiden tarihe geçti. Tıpkı tam 50 yıl önce, Mısır ve Suriye'nin 6 Ekim 1973'te İsrail'e karşı başlattığı Yom Kippur Savaşı günü gibi. 1973'te de Yahudilerin dini bayramı olan Yom Kippur (Kefaret Günü) sabahında Mısır ve Suriye orduları eşgüdüm halinde İsrail'e saldırmıştı. Dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir gece yarısı radyoya bağlanıp “düşman bu kutsal günü bizi gafil avlamak için kasten seçti” demişti.

Aradan tam 50 yıl geçti ve yine bir gece yarısı Arapların (bu sefer 12 yıllık yıpratıcı bir iç savaşla yıkıma uğrayan Suriye ve 2013'te Sisi Darbesi'yle yeniden Batı rotasına girmiş Mısır Arapları değil) sürpriz saldırısıyla güne uyandı İsrailliler. Gerçi bu saldırılar sadece İsrailliler için sürpriz artık; Filistinliler içinse onyıllardır artık rutin ve adiyattan sayılıyor her günkü saldırı, tehdit, sindirme, aşağılama, hakaret… döngüsü.

Ancak 50 yılın ardından, bu seferki saldırının İsrail istihbaratının “dikkatinden kaçmış” olma ihtimali çok düşük. Dünyanın en gelişmiş haberalma teşkilatlarından birinin, hem de hayati derecede öncelik verdiği küçücük bir bölgeden, binlerce kişiyle ve geniş bir beşeri/coğrafi koordinasyonla yapılan bu saldırının aylar boyunca istihbaratını alamamış olma olasılığı, aklı başında kimseye gerekçi gelmiyor.

Nitekim hem Mısır tarafından hem de Filistinlilerin kendi içlerinden bu terör saldırısının istihbaratının vakitlice alındığı ama engellenmediğine dair emareler ve haber-yorumlar mevcut.

7 Ekim'deki bu saldırının hemen ardından, o küçücük kara parçasına, sekiz gündür havadan ve karadan yoğun bir bombardımanla İsrail karşı saldırısı başladı. İsrailli yetkililerin büyük bir gayz ve kinle “'elektrik yok, yiyecek yok, yakıt yok” diyerek Gazze'ye tam abluka uyguladıkları bu süreçte ortaya konulanlar, savaş suçu teşkil edecek derecede ciddi hak ihlalleri ve sivil halka kitlesel saldırı içeriyor.

Lakin tüm bu ihlaller karşısında, “uluslararası hukuk” salt sivilleri korumaya yetmiyor maalesef. Batı standartlarında “makbul sivil” olmadıkça “öteki”ne herhangi bir koruma kalkanı da sunmuyor uluslararası hukuk. Bilhassa modern dönem tarihi şiddetle yazılan Ortadoğu'da güçlünün hukuku söz konusu, zayıflar için hukuk bir koruma kalkanı sunmuyor bu bölgede.

Vekâlet savaşlarının, bölgesel ve küresel güç merkezlerinin ve silahlı aktörlerin, ihtilafların birer tarafını “tutarak” yürüttükleri kirli çatışmaların kefaretini ise her zaman olduğu gibi masum siviller, kadın ve çocuklar ödüyor.

Bu noktada meselenin ne olduğunu anlamak ve “insani” bir bakış geliştirebilmek için Gazze'de ne olup bittiğine öncelikle bakmamız icap ediyor. Aksi takdirde, önümüze hazır halde servis edilen ve yaşananların üçüncü sınıf bir kavrayışını sunan hap algılarla yetinmek durumunda kalacağız.

7 Ekim'de yaşananın (teknik olarak) bir terör saldırısı olduğunda kimsenin bir şüphesi yok. Haklı bir davanın tedhiş ve terör eylemleriyle meşru zeminden kopacağı, kendi etrafındaki sempatiyi yok edeceği, sonunda kendi tarafındaki masum sivillerin de zarar göreceği bir şiddet kısır döngüsüne katkı sağlayacağı vs gibi hususlar da herkesin şüphesiz malumu. Ancak diğer taraftan, Gazze'de hakikatte nasıl bir hayatın yaşandığını ve bunun ne gibi sonuçlara yol açtığını gerçekten biliyor muyuz?

Aslında Gazze deyince, Akdeniz kıyısında küçücük bir kıyı şeridini kastediyoruz. Deniz haricinde dört bir yandan İsrail yerleşimleri ve sınır karakolları ile kuşatılmış bir kara parçası. Denizden ve karadan abluka altında, Gökçeada kadar bir toprakta yaşayan, çocuk ve genç nüfusun çok yoğun olduğu, yaklaşık 2,5 milyonluk fakir bir nüfus. %65-70'i işsiz, kendi kendine yetemeyen bir ekonomi, dış yardım ve destekle ayakta durmaya mahkûm edilmiş bir halk. Sadece Refah'taki gizli tüneller yardımıyla zaman zaman Mısır yönetiminin izin verdiği ölçüde kaçakçılıkla ve mal girişiyle dünyayla iletişimi sağlayabilen bir topluluk.

Böylesi şartlar altında, İsrail ile neredeyse koşulsuz bir barıştan ve aşağılanmış bir uzlaşıdan yana Arap milliyetçisi/seküler yapıların güçsüzlüğü ve başarısızlığı karşısında, İslami söylemin yükselmesinden daha doğal ne olabilir? Arap ülkelerinin farklı saiklerle destek vermekten kaçındıkları ve yokluğa mahkûm edilen bu bölgenin, İran ve “direniş ekseni” olarak nitelendirilen çeşitli gruplarca maddi ve lojistik olarak desteklenmesinden rahatsız olunması, mevcut durumu düzeltmeye yetiyor mu?

Ve Gazze'nin ümitsizlik, çaresizlik ve fakirlik içindeki halkı… Sivillerin ve kadın, çocuk ve yaşlıların herhangi bir alternatifi var mı? Büyük çoğunluğu itibariyle, iki ateş arasında kalmış bir halkın, Hamas'ın her silahlı saldırısının ertesinde evlerine ve sığınaklara kapanıp korku ve panik içinde İsrail bombardımanında ölmeyi beklemekten, bunu yaparken en azından çocuklarının acı çekmeden ölmesini ummaktan başka bir duaları olabilir mi?

Gazze'de ne yaşandığını biliyor musunuz?

Bu bağlamda, Rusya Devlet Başkanı Putin'in, İsrail karşı saldırısı sürerken 13 Ekim'de “Gazze Şeridi’ndeki herkes Hamas'ı desteklemiyor. Kadın ve çocuklar dâhil herkes neden acı çekmek zorunda? Gazze ablukası Nazilerin Leningrad kuşatmasına benziyor” diyerek İsrail'e II. Dünya Savaşı'nın acı sahnelerini ve dolaylı olarak Nazi holokostunu hatırlatması durumun ciddiyetine doğrudan işaret ediyor.

Özetle, tüm dünyanın gözleri önünde ciddi bir katliam süreci başladı. Temmuz 1995'te Bosna-Hersek'in Srebrenitsa şehrinde yaşanan katliam ve soykırım benzeri kitlesel bir acı, neredeyse canlı yayında tüm dünyaya göstere göstere yaklaşıyor. Dün Bosna'da katliamı engellemeyen uluslararası toplumun ve onun beceriksiz/etkisiz çok taraflı kuruluşlarının önünde ciddi bir imtihan var. Gazze'deki meskûn mahalleri gelişigüzel bombalayan ve sivilleri de ayrım gözetmeksizin katletmekte olan bu saldırının bir an önce durdurulması ve yeni bir Srebrenitsa yaşanmaması için herkese görev düşüyor [bu yazı yayına hazırlanırken Gazze'deki Durra Çocuk Hastanesinin İsrail savaş uçakları tarafından atılan fosfor bombalarıyla vurulduğu açıklandı].

Bitirirken önemli bir hatırlatmada bulunmak isterim:

-Filistin halkını savunmak, Hamas'ı savunmak değil

-Hamas'ı ve direnişin sosyolojisini anlama çabası, onun her yaptığını savunmak değil

-İnsani bir durumu dert edinmek, ihtilafın politik bir tarafını körü körüne savunmak değil

-Ve günün sonunda, “insan olmak” ve insan kalabilmek çok da zor değil.

ü

ü

Editör: Mehmet Akif koç