Her halinden akademisyen olduğu belli bir adam, elden düşme bu kitaplar arasında dolaşıyor. Kitabın birini evirip çeviriyor, merakla arkasını okuyor, sonra hiç ilgilenmemişçesine tezgâha bırakıyor, bir başkasını alıyor, onu bırakıp bir başkasını… Kleber meydanında sahaflar kitaplarını yaymış. Her halinden akademisyen olduğu belli bir adam, elden düşme bu kitaplar arasında dolaşıyor. Kitabın birini evirip çeviriyor, merakla arkasını okuyor, sonra hiç ilgilenmemişçesine tezgâha bırakıyor, bir başkasını alıyor, onu bırakıp bir başkasını… İstasyon tarafından meydana yürürken akademisyenin adeta harflerden oluşan bir dünyaya yolculuk ettiğini görüyorum. Kleber meydanında, ama bir o kadar da orada değil; kitapların dünyasında kimbilir nerelere ışınlanıp ansızın bir başka yere gidiyor. Uzaktan zar zor seçilen akademisyen, birkaç dakika içinde bütün canlılığıyla karşımda. Ama o farkında değil, elinde Bizans sanatına dair bir Fransızca Sanat Tarihi kitabı… Emin değilim ama bana öyle geliyor ki, İstanbul özlemini bir kitabın sayfaları arasında gidermeye çalışıyor. Neden sonra, artık burnunun dibindeyken fark ediyor beni. Uzun zamandır yüz yüze görüşememenin özlemiyle kucaklaşıyoruz. Elindeki kitabı satın aldıktan sonra beni istiridye yemeğe davet ediyor. Karşıdaki şık restorana oturup istiridye bilgimi sorguluyor. Tabii ben bu sınavdan ilk soruda çakarım. Seneler önce istiridye yemeğe özenmiş, bu uğurda bir ton para harcayıp yediğim şeyin tadına hiç varamamıştım, zaten pek yiyebildiğim de söylenemezdi. Bazı şeylerin zamanı vardır, zamanından önce denerseniz hüsrana uğramanız ne kadar kaçınılmazsa zamanı geldiğinde de sevmeniz o ölçüde kaçınılmazdır. Eh, madem istiridye daveti geldi, icabet etmemek olmaz diyerek masadaki yerimi aldım. Ama tercihi tamamen kendisine bırakacakken, öyle güvenle “ben G3 yerim,” dedi ki, benim aksi bir şey söylemem sanki restorandan kapı dışarı edilmem anlamına gelecekti. “Ben de G3 yerim,” dedim. Hatta o esnada dünyanın en önemli istiridyesini getirseler veya beni giyotin sehpasına yatırsalar fikrim değişmezdi; ya G3 ya ölüm. İstiridyenin boyuna ve geldiği sahile göre numaralandığını biliyorum ama bu teorik bir bilgi, pratiğim hayli zayıf. Gene de, istiridyeden önce birer şampanya yuvarlayıp memleketin hali pürmelalini konuşalım dedik, derken birer kadeh daha… Memleketin derdi biter mi, bitmez tabii. Neyse, bizim 3 numara Gillardeau’lar geldi buz yatağında. Yanında da soğuk bir beyaz şarap. Sıktım limonu iyice, ilk lokmada damağımdan aşağı kaydı gitti. Meğer vakit bu vakitmiş, böylece ben de istiridyeden zevk alanlar arasına girmiş bulunuyordum. Arkasından bu defa farklı bir yerin istiridyesini de söyledi, ondan da tattım. Tabii benim için varsa yoksa G3, o sofrada başka istiridye yemek ihanetle eşanlamlı gözüküyor gözüme. Hoca, bu türün bir boy büyüğü olan G2’sini de yemiş ama artık pek satılmıyormuş onlar; daha çok çiftliklere gidip yenebiliyormuş. Biraz istiridyelerden, biraz Strasbourg’dan, biraz ekonomiden ve tabii bolca İstanbul ve Türkiye siyasetinden konuştuk. Gece, restorandan çıkıp vedalaştığımızda kendimi yeniden Kleber meydanında buldum. Bu vesileyle, Kleber meydanından da biraz söz edeyim. Ortaçağ’da burada bir Fransisken manastırı varmış, çeşitli adlarla anılmış. 1840’ta General Jean-Baptiste Kleber’in heykeli dikilince bugünkü adını almış. 1753’te Strasbourg’da doğan Kleber, Fransız Devrimi sonrasında döneminin en önde gelen askerlerinden biri olmuş, 1800’de Kahire’de uğradığı suikast sonucunda hayatını kaybetmiş. 1840’tan bugüne meydanın adı bir kez, o da Nazi işgali sırasında değiştirilmiş. Meydana adı verilen Karl Roos adlı politikacı, 1940’ta Almanya için casusluk yaptığı ortaya çıkınca idam edilmiş. Naziler de onun adını Strasbourg’un bu en önemli meydanına vererek yaşatmaya çalışmışlar. İstiridye sofrasından kalkıp Kleber meydanına geldim ki bitirirken damağınızda yazının züppeliği değil, tarihin sıkıcı ansiklopedik bilgileri kalsın. Yoksa bunca istiridyeden, şarapla şampanyadan sonra kalkıp da Nazi ajanı bir adamın hatırasını araştıracak değilim. Buz yatağında G3, üstüne biraz limon… Siz gene de tarihe dönün, hah işte şurada bir başka heykel…