Ticari, askeri, teknoloji vb. her alanda yan yana omuz omuzaydı Türkiye ve İsrail. Ara sıra Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırılar olduğunda devletimizi yönetenler bunun kabul edilemez olduğunu falan söylerler, saldırı süresince itidal çağrılarında falan da bulunurlardı.

Öğretmenevinin önündeki masalardan birinde hararetle sohbet ediliyordu. Masalar birleştirilmiş, on on beş kişiyi aşmıştı kalabalık.

Tartışma konusu, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırgan tutumuydu. “Her an kara harekatı başlayabilir” diyordu birisi, diğeri “hava saldırıları yetmedi sanki” diye onu cevaplıyordu.

Daha kuruluşunda sınırları, Tevrat’a gönderme yapılarak “Dicle ile Fırat nehirlerinin arasında bulunan ‘vadedilmiş topraklar’ olarak” ilan edilen İsrail devletinin saldırgan olması kaçınılmazdı.

14 Mayıs 1948’de kuruluşuna ön ayak olduğu bilinen Amerika Birleşik Devletlerinin Ortadoğu’daki ileri karakolu ve gözbebeği olan İsrail. O İsrail ki, kuruluşu ilan edildikten on on beş dakika sonra ABD tarafından devlet olarak tanınmıştı.

Türkiye, bir yıl kadar sonra tanımıştı İsrail devletini. O günden bu yana da en yakın müttefiklerinden biriydi İsrail’in.

Onlarca anlaşma vardı her iki devlet arasında. Ticari, askeri, teknoloji vb. her alanda yan yana omuz omuzaydı Türkiye ve İsrail. Ara sıra Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırılar olduğunda devletimizi yönetenler bunun kabul edilemez olduğunu falan söylerler, saldırı süresince itidal çağrılarında falan da bulunurlardı.

Hiçbir devlet yetkilisi İsrail’le ilgili olarak somut bir adım at(a)maz, tüm tepkiler söylem düzeyinde kalırdı.

İsrail’e karşı efelenmek kimsenin haddi gibi görünmüyordu. Her şeyden önce ABD taş gibi duruyordu arkasında. Öldürülen siviller, kadınlar, çocuklar olsa da; bombalanan hedefler arasında hastaneler yer alsa da bu gerçek değişmezdi.

Halbuki; bombalanan bir toprak parçası değil “Büyük İnsanlığın Vicdanı”ydı daima. Kaldıysa tabii…

Bir yandan herkes dağarcığı kadar sohbete dahil oluyor, diğer taraftan çaylar kahveler içilip, sigaralar tüttürülüyordu.

“Yazıktı yani o zavallılara”, “onlar da insandı”. “Hamas onları temsil etmezdi, edemezdi”, “çocuklara kadınlara yönelik saldırılar karşısında sessiz kalınamazdı”. “Devlet derhal harekete geçmeli ve İsrail’le olan tüm diplomatik ilişkiler askıya alınmalıydı.

Bu da yetmezdi “İsrail’le yapılan her türlü anlaşma devlet tarafından derhal tek taraflı olarak sona erdirilmeli” hatta bazılarına göre “Şanlı Türk Ordusu derhal Gazze’ye doğru yola çıkmalı ve İsrail’in karşısında gerekirse savaş da göze alınmalıydı”.

Başka masalarda da benzer sohbetler yapılıyordu. Daha radikal önerileri olanlar da vardı, devlet başkanının açıklamalarını yetersiz bulanlar da.

Sohbetin en koyu deminde saçı sakalı birbirine karışmış esmer bir delikanlı elindeki bildirileri masalara bırakmaya başladı.

Üniversite öğrencisi olduğu her halinden belli olan bir kız genç herkese yönelik olarak ajite çekiyordu biraz acemice. “Saat” diyordu “18.30’da meydanda buluşalım”, “Filistin halkının yanında yer alalım”.

Tüm masalar başını çevirmiş o genç kıza bakıyordu şimdi. Kimi gülen gözlerle onu onaylıyor, kimisi de bunlar da nereden çıktı der gibi kaşlarını çatıyordu.

Kızcağız devam ediyordu “siyonist saldırganlığa son”. “İsrail ve Filistin halkları kardeştir”. “tüm halklar kardeştir”, “emperyalizme, siyonizme ve iş birlikçilerine karşı meydanda buluşalım”.

Zayıf sarışın bir çocuk bir yandan elindeki bildirileri dağıtmaya uğraşırken bir yandan da kız yoldaşını gözetlemeyi ihmal etmiyordu.

Vakit yaklaşmıştı aslında!

Yarım saat kadar sonra, Öğretmen evinden bir iki dakikalık bir mesafede yapılacaktı adına “eylem” denilegelen basın açıklaması.

Gençler görevlerini yapmış bildirilerini dağıtmış, ajitasyon ve propaganda işlerini tamamlamış olarak diğer yerlere doğru ilerlerken ilk olarak yaşlı bir adam sesini yükseltti “haydi dostlar hep beraber gidelim alana, alanları dolduralım”.

Bir başkası “iyi de dedi bu falanca partinin eylemi bizi bağlamaz”. Her daim yüksek perdeden konuşan birisi “o partiyle bizim işimiz olmaz” dedi. “Başka bir partinin çağrısı olsa seve seve katılırdık”.

Birkaç kişi yavaşça süzüldü onların arasından, bakıldığında görülecek mesafedeki alana doğru yürümeye başladılar hızlıca.

Polis “eylem alanının “etrafını bile çevirmemişti. Sadece birkaç sivil polis vardı ortalıkta. Onları da herkes tanımazdı zaten.

Üzerlerinde parti örgütlerinin kırmızı beyaz yelekleriyle orta yaş üstü yirmi otuz kişi kadar bir kitle toplanmıştı meydanın orta yerinde.

Biraz sonra çağrıda bulunan partinin ilçe başkanı orta yere doğru ilerleyip olayı tüm çıplaklığıyla ortaya koyan çok iyi hazırlanmış bir açıklama metnini okudu. Belli ki, okuduğu metin partisinin genel merkezi tarafından gönderilmişti.

Açıklama bittikten sonra cılız bir biçimde ve sadece iki kez slogan atıldı hepi topu. Sonra ilçe başkanı katılan herkese çok teşekkür etti ve gelenler yavaş yavaş dağılmaya başladı.

Polisler birkaç fotoğraf çekmişti yine görev gereği ama çekmelerine bile gerek yoktu aslında.

Hepsi bu kadardı zaten. Her eylemde üç aşağı beş yukarı bu insanlar olurdu. Hepsini tanırdı polis.

Kitle dağılırken içlerinden birisi “başkan” dedi açıklamayı okuyan yetmiş yaşlarındaki beyefendiye “neden ortak eylem kararı almadınız”. Cevabı “herkesi davet ettik” oldu.

“Mesele sadece bizim meselemiz değil insanlar ölüyor”. “Sabahtan beri gençler bildiri dağıtıyor”, “elimizden geleni fazlasıyla yapmaya çalışıyoruz”.

Ona bir cevap bile vermedi soruyu soran. Yanındaki arkadaşıyla uzaklaşırken “bizim parti davet edilmemiş ama” dedi. “Edilse bu meydan böyle boş mu kalırdı”?

Hepsinin arkasından gelen bir başkası yüksek sesle söylendi “hiç zahmet etmeyin siz” dedi, “yarın Cuma”.

“Diyanet bir Hutbe gönderir bu akşam Camilere. Başkan da “zamanıdır” deyip televizyonlardan davet ederse kitleleri sokağa, Cuma Namazından sonra görürsünüz siz kitle nasıl olurmuş”…

Editör: Osman Biçer