Perşembe, Nisan 25, 2024

Fatih Yaşlı ile ‘milliyetçilik’ üzerine

MHP’de olağanüstü kongre krizi ve genel başkanlık tartışmaları sürerken, Fatih Yaşlı ile Türkiye’deki milliyetçi ideolojiyi, milliyetçi hareketin dününü ve bugününü konuştuk.


AKP’nin iktidara geldiği ilk dönemlerde ‘milliyetçilik’ vurgusunun yok denecek kadar az olduğunu biliyoruz. Şimdi gelinen noktada ise belirgin bir tek ‘millet’ vurgusu var. AKP milliyetçiliği kendi ideolojisine nasıl eklemledi? 

AKP terminolojisinde “millet” sözcüğünün farklı anlamları var. Her şeyden önce başta Erdoğan olmak üzere AKP’liler “millet” dediklerinde “uhrevi” bir varlıktan söz eder gibi konuşuyorlar. İradesi karşısında -ki “milli irade” olarak adlandırılıyor bu-  hiç kimsenin ve hiçbir şeyin duramayacağı, kendisine referansla en anti-demokratik uygulamanın bile kolaylıkla demokratikmiş gibi sunulabildiği “kutsal” bir varlık millet. Bir zamanlar Menderes’in sarf ettiği “siz isterseniz hilafeti getirirsiniz” cümlesindeki gibi, her şeyi yapmaya muktedir bir irade!

Tabi sandığa gidip AKP’ye oy verdiği, onu sandıktan birinci parti olarak çıkardığı sürece böyle bu. Aksi takdirde, örneğin 7 Haziran seçimlerinde gördüğümüz üzere AKP tek başına sandıktan çıkamazsa, milli irade tecelli etmiş sayılmıyor. “Anayasa profesörü” ünvanlı siyasinin söylediği gibi AKP’ye oy verilmemesi “kaosu tercih” anlamına geliyor ve tekrar seçim kararı alındığında “millete bir şans daha vermek”ten söz edilebiliyor. Dolayısıyla millet, sandıktaki sayısal çoğunluğu ifade eden, kutsallığını o çoğunluk olma halinden alan, içi boşaltılmış bir demokrasinin “demos”unu oluşturan kolektif bir kimliğin adı.

O kolektif kimliğin içinin “ideolojik” olarak nasıl doldurulduğuna gelince, burada devreye din giriyor bilindiği üzere. Millet, AKP açısından Türkiye’deki Müslüman, Sünni, Türk, sağcı, erkek ve kendilerine oy veren kitlelerin tamamından oluşuyor, kadınlar ise “millet dairesi”nin ne tam olarak içinde ne de dışında. Annelik görevlerini yerine getiren “iffetli” varlıklar oldukları sürece bir tür kenar süsü olarak bu daireye kıyısından dâhil ediliyorlar, aksi takdirde bambaşka damga ve yaftalara maruz kalıyorlar.

Buradan hareketle “millet”in diğer kullanımına geçebiliriz. İslamcı-ümmetçi bir parti olarak AKP terminolojisinde uzunca bir süre “millet” sözcüğü “Türk ulusu/milleti” anlamında kullanılmadı.  Gayrimüslimleri dışarıda bırakacak şekilde, Türkiye’de yaşayan bütün Müslümanları birleştiren bir üst kimlik anlamında kullanıldı. Bu kullanım, elbette ki Türklüğe değil İslam’a, Müslüman olmaya işaret ediyordu ve aslında kolaylıkla “ümmet” sözcüğü ile ikame edilebilecek bir nitelik taşıyordu.

Neden “ümmet” değil de “millet” tercih edildi diye soracak olursak bunun iki nedeni olduğunu söyleyebilirim: Birincisi, AKP emperyal bir vizyona sahip olsa da, kafasındaki kolektif kimliği inşa sürecinin ülke dışına taşmasının pek mümkün olmadığını biliyordu ve hedef kitlesi esas olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan insanlardı.  İkincisi ise AKP’nin tabanını oluşturan sağ kitle açısından Türklük hala kutsal bir değer ve kolektif kimliğin en önemli unsurlarından biriydi, dolayısıyla zaman zaman hamasi nutuklarda “ümmetin umudu” vs. gibi söylemlerle karşılaşsak da, İslam’ın ağır bastığı ama Türklüğün de ihtiyaç duyulan dozda terkibine eklendiği bir kolektif kimlik olarak “millet”ten söz edebiliyoruz.

Eğer AKP’nin kendi siyasetine milliyetçiliği eklemlediğini kabul edersek buna ne için ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz? 

AKP uzunca bir süre milliyetçiliği “millete hizmet” olarak kodladı ve MHP’yle bunun üzerinden rekabet etti. Sıkça başvurulan bir argüman vardır buna dair, hemen hatırlatayım: Erdoğan bir dönem sürekli olarak, Orhun Yazıtlarını ziyaret ettiğini, oranın çevre düzenlemesini vs. yaptıklarını anlatır ve sonra da “gerçek milliyetçilik işte budur, milliyetçilik millete hizmettir” derdi. Dolayısıyla MHP’yle rekabet “kim daha Türk, kim daha Türkçü” gibi bir eksene değil, hizmet eksenine yerleştirilmişti.

Peki bu zamanla neye evrildi ve niye? AKP’ söyleminin giderek milliyetçileşmesi ile Kürt sorununa bakış arasında doğrudan bir bağlantı var. Haziran seçimlerine doğru gidilirken, toplumun Kürt sorunu üzerinden kutuplaştırılması ve % 60’lık sağ seçmen kitlesinin oyunu almayı hedefleme stratejisi İslamcı söyleme güçlü bir şekilde milliyetçiliği de ekledi. Ancak Haziran seçimlerine kadar geçen sürede şiddet yeterince yoğunlaşmamış ve kutuplaşma yeterince derinleşmemişti. Temmuz ayından itibaren çözüm sürecinin resmen sona ermesi ve siyasetin kanla dizayn edilmesiyle birlikte, iktidarın söyleminde milliyetçilik de giderek güçlendi.

Milliyetçiliğin sağ kitleleri mobilize etmek ve rejim inşa sürecinin hegemonyasını tesis etmek adına nasıl kullanıldığını anlamak için örneğin asker cenazelerine, o cenazelerde atılan sloganlara, cenazelerin haber bültenlerinde veriliş biçimine ve başta Erdoğan olmak üzere AKP yöneticilerinin cenaze törenlerine katılışına bakabiliriz. Yine bakmamız gereken bir olgu, özel harekâtçıların önce sokakların sonra da evlerin duvarlarına yazdıkları yazılar, o yazılarla çektirdikleri fotoğraflar ve fotoğrafların sosyal medyada milliyetçi bir histeriyle paylaşılmasıdır.

Kürt sorunu üzerinden İslamcılıkla milliyetçiliğin kutsal ittifakı bir kez daha gerçekleşmiş, bunun üzerine bir de militarizm sosu dökülmüştür.

Bu sayede kadim “biz ve onlar” söylemi yeniden üretilmiş, yaşanan savaş “haçla hilal”in ya da “Türklük ve İslam’la düşmanları”nın savaşı olarak sunulabilmiş, buradan bir “milli birlik ve beraberlik” konsepti çıkarılmak istenmiştir.

Tüm bunların tahvil edilmek istendiği yer ise başkanlıktır. “Yedi düvele karşı savaşan güçlü devlet/güçlü lider” imgesi ve söylemi üzerinden, sağ seçmenin oylarını almak ve buradan anayasayı değiştirecek çoğunluğa ulaşmak… Plan böyle görünmektedir ve 7 Haziran seçimlerinden 1 Kasım’a kadar geçen sürede AKP’nin oy oranlarındaki artışa bakıldığında, işe yaradığı anlaşılmaktadır. İktidar, buradan yürümeye devam edecektir.

Bugünden baktığımızda Türkiye’de milliyetçi hareketin geldiği noktayı nasıl okumamız gerekir?   

Milliyetçi hareketle kast edilen Ülkücü Hareket ve MHP ise ideolojik ve politik bir krizden söz etmek yerinde olacaktır. MHP bir Soğuk Savaş akımı, Ülkücülük bir Soğuk Savaş ideolojisidir. ABD ve NATO’nun anti-komünist siyasetinin bir ürünüdür ve icat edilmiştir. Kurucu liderinin ABD ve Almanya’da NATO tedrisatından geçmiş bir subay olması da, 80 öncesi kontgerilla ile birlikte paramiliter bir güç olarak hareket etmeleri de bir tesadüf değildir. Soğuk Savaş sonrası solun dünya ölçeğindeki geri çekilişi Türkiye’de de söz konusu olunca MHP ve ülkücü hareket düşmansız, dolayısıyla da misyonsuz kalmıştır.

MHP’nin “şansı” ise 90’larla birlikte Kürt sorununun yakıcı bir mahiyete kavuşmuş olmasıdır. MHP Kürt sorununa “çözüm”de radikalizmi temsil ettiği ölçüde sağ seçmenin belli bir bölümünden teveccüh görmüş, tabanını mobilize etmeyi başarmıştır.

AKP dönemindeki şansı ise AKP’nin sağdaki bütün partileri MHP hariç marjinalize etmiş olmasıdır. Hal böyle olunca, sağcı olduğu halde AKP’ye bir nedenle oy vermek istemeyen kitleler, alternatifsizlikten MHP’ye yönelmişlerdir. Şu an yaşanan durum ise AKP’nin MHP’yi de sağ partiler mezarlığına gönderme, o olmazsa bir “yaşayan ölü”ye dönüştürme isteğiyle ilgilidir. AKP Kürt sorununda daha da şahinleşip daha da milliyetçi-militarist bir dil tutturdukça, “ebed müddet devlet” şiarına sahip MHP tabanından AKP’ye kolaylıkla kayma olabilmektedir. Özellikle taşradaki “yüzergezer” sağ oylar 1 Kasım ve sonrasında düzenli olarak AKP’ye kaymaktadır, MHP’de bir yönetim değişikliği olmadığı sürece de gidişat aşağı yukarı böyle olacaktır.

7 Haziran’dan sonra yaşananlar ve özellikle çözüm sürecinin rafa kalkmasından sonra Türkiye siyasetini belirleyen ana dinamiğin milliyetçilik üzerinden yürütülen kavga olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu noktada MHP’nin AKP’ye verdiği desteği nasıl yorumlamak gerekir?  

Sorunuzun ilk kısmını az önce yanıtlamıştım. Evet, 7 Haziran sonrası Türkiye toplumu milliyetçilik üzerinden hızla kutuplaştırılmıştır ve bu bir siyasi projenin, “başkanlık” adlı bir siyasi projenin parçasıdır. MHP’nin iktidara verdiği desteğe gelince, bunun elbette ki ideolojik bir nedeni var. MHP başından beri bir “devlet partisi”dir ve bugün de ortada bir “AKP devleti” vardır.  Bu devlet, MHP ideolojisine uygun adımlar attıkça MHP tarafından desteklenecektir ve “çözüm süreci”nin sona erdirilip Kürt sorununda yine şiddetin devreye sokulması, meselenin ancak askeri yöntemlerle çözülebileceğini düşünen MHP açısından desteklenmesi gereken bir durumdur. MHP, 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin aldığı oy oranından ürkmüş, çatışmasızlık ortamının Kürt siyasetinin elini güçlendirdiğini fark etmiş ve çözüm masası devrildiği anda, memnuniyetini gizlememiştir. Desteğin birinci boyutunda bu vardır, ikinci boyut ise tamamen pragmatizmle ilgilidir.

Bu ise MHP’nin 7 Haziran sonrası kriziyle ilgilidir. AKP, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar geçen süre içinde milliyetçilik silahını MHP’nin elinden aldığında ve bunun sandıktaki yansıması görüldüğünde, parti içi muhalefet harekete geçti ve partide bir lider değişikliği gündeme geldi. Süreç hukuki boyuta taşındığında, MHP yönetiminin AKP’den başka sarılacak ipi kalmamıştı. Yargıtay’dan kurultayın yapılmaması gerektiğine dair bir karar alınması için “partili cumhurbaşkanlığı”na destek gibi bir durumun ipuçları görülmeye başlandı ve bu da “terörle mücadeleye destek”le meşrulaştırılmaya çalışıldı.

Parti yönetimi kurultay sürecini durdurabilmek ya da geciktirebilmek için AKP’yle fiili ya da hukuki bir koalisyonu gündemine almış durumda. “içinde bulunduğu durumda ülke düşük profilli bir başbakanla yönetilemez, bunun olmaması için MHP elinden geleni yapacaktır” söylemi, AKP’nin “güçlü devlet/güçlü lider” söylemiyle birebir örtüşüyor ve bunun önümüzdeki günlerde pratiğe dökülmesi, yani MHP’nin partili cumhurbaşkanlığı için Meclis’te yapılacak oylamada AKP’ye destek vermesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Cumhuriyet tarihinden bu yana milliyetçilik ideolojisinin eklemlenmediği bir iktidar bloğundan bahsedebilir miyiz? 

Türkiye Cumhuriyeti bir ulus-devlet olarak kuruldu ve rejimin resmi ideolojisi olan Kemalizm’in ilkelerinden biri milliyetçilikti. Bu milliyetçilik anlayışı, kendisini teorik olarak Fransız milliyetçiliğine benzetip yurttaşlık esasına dayandığını söylese de, uygulamada çoğu zaman işler öyle gitmedi ve etnisist bir veçhe taşıdı. İkinci Dünya savaşı sonrası, sağ iktidarlarla birlikte seküler nitelikli resmi milliyetçiliğin yerini muhafazakar-milliyetçilik anlayışı aldı ve bu milliyetçiliğin temel motivasyon kaynağı anti-komünizmdi. 60’ların ortalarından itibaren solun yükselişine mukabil,  Soğuk Savaş mantığına uygun bir şekilde, milliyetçi ve paramiliter nitelikleri haiz Ülkücü Hareket siyaset sahnesine çıktı ve komünizmle mücadele”nin merkez üssü olma niteliğini kazandı. Aynı anda solun bütününde değil belki ama örneğin Yön-Devrim hareketinde -ki buna “sol Kemalizm” adını verebiliriz- sağın Amerikancı milliyetçiliğine karşılık, anti-emperyalist bir milliyetçilik anlayışı iddiası sahiplenilerek dile getirildi. CHP’de de örneğin, Ecevit döneminde, özellikle Kıbrıs harekâtı ve ABD ambargosu günlerinde, toplumdaki anti-Amerikancılığın etkisiyle, anti-emperyalist söylem kendisine ciddi bir yer buldu. Darbeciler zaten Türk-İslam sentezini resmi ideolojileri yapmışlardı, 12 Eylül sonrası iktidara gelen bütün partiler ise istisnasız bir şekilde milliyetçiliği kullandılar ve şimdi kullanma sırasının da iktidar partisine geldiği görülebiliyor.

Türkiye’deki milliyetçilik ideolojisinin kendine has, kendini özgünleştirdiği noktalar nelerdir? 

Benim “Kinimiz Dinimizdir” adlı çalışmamda “Türkçü faşizm” olarak adlandırdığım 1940’lı yılların ırkçılık-Turancılık akımı sürekli olarak kendisinin Alman Nazizmi ve İtalyan faşizminden farklı olduğunu iddia ediyordu. “Üstün ırk”ın Almanlar ya da İtalyanlar değil, Türkler olduğunu iddia etmesi anlamında elbette ki farklılardı ama faşist ideolojilerin evrensel şemasını birebir kabul etmek anlamında, Türkçü faşizm bütünüyle bir “taklit”ten ibaretti. Bu evrensel şema ise ırkçılıktan, ırkın bütün mensuplarının tek bir devlet (Turan) çatısı altında birleşmesinden, lider tapınmacılığından, yabancı düşmanlığından, militarizmden vs. oluşuyordu.  Özellikle 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren, bu mirası devralan MHP’de Türklüğün yanına İslam da güçlü bir şekilde eklemlenmeye başladı. Taşralı muhafazakâr ailelerin çocuklarından müteşekkil militan tabanı mobilize etmek için seküler bir milliyetçilik yeterli değildi ve ancak “cihat” söylemi, “gaza ideolojisi” bunu sağlayabilirdi. Tam da bu nedenle Ülkücü Hareket hızlı bir şekilde İslamize oldu. Türk milliyetçiliğini “özgün” kılan bir özellik varsa, İslam’la kurduğu ilişkide aranmalıdır. İspanya’da, İtalya’da ve hatta Almanya’da faşist hareketler kilise ile ittifaklar yapmışlardır elbette ama bizde özellikle ülkücü tabanının siyasal karakteristiğinde din son derece baskındır. Öyle ki, 1980 öncesindeki İslamizasyon süreci, 12 Eylül darbesiyle birlikte ülkücü tabanda adeta zirve yapmış, cezaevine giren ülkücü militanlar sığınak olarak İslam’ı görmüşlerdir. 12 Eylül sonrası çok partili hayata yeniden geçilmesinin ardından tam da İslamizasyon üzerinden bir ayrışma yaşanmış ve İslami karakteri daha ağır basan bir milliyetçiliğin taşıyıcılığını yapmak isteyen kadrolar Muhsin Yazıcıoğlu öncülüğünde MHP’den ayrılarak BBP’yi kurmuşlardır. Bugün ise MHP tabanının, bir yandan rejimin izlediği İslamizasyon politikalarından kaynaklı olarak, öte yandan ise özellikle taşrada Cemaatin Ülkücü gençlere “olta” atması nedeniyle, çok daha dinsel bir karakter taşıdığını söylememiz mümkün görünmektedir.

 

 

 

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER