Eric Vouillard, faşizmin finansmanını, dolayısıyla da İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasını sağlayan ve milyonlarca insanın ölümünden, on milyonlarca hayatın heder oluşundan sorumlu tuttuğu bu büyük şirketlerden nefret ettiğini saklamıyor. Siyasetin finansmanının nereden sağlanacağı en az yapmayı tahayyül ettikleriniz kadar önemli çünkü yeterli kaynağı bulamazsanız kitleselleşmeniz asla mümkün olmaz. Varsayın ki siz dünyanın en iyi insanısınız ve etrafınızda sizin kadar iyi olmaya ant içmiş yüz insanla bir parti kurdunuz. Kurduk deyince kurulmuyor ki parti, insanların ilgisini çekecek faaliyetler düzenlemelisiniz, yerele inmelisiniz, illere, ilçelere, mahallelere, köylere, en ücra yere bile ulaşmanız lazım, size fikir üretecek insan profesyonel insanlar olmalı yanınızda, programınızı düzenleyecek başkaları, sekreterler, şoförler… Bunlar olacak ki siz insanlara doğru şekilde ulaşabilin, onların dikkatini çekin, sizi merak etsinler ve böylece siyasetinizin bir parçası olmak için yanınıza gelsinler. Şu uzun uzun anlattığımı kısaca özetleyebilirim: “Parti işi, para işi.” Ayrıca bu bir süreç, finansmanı bir kereliğine bulmanız sadece günü kurtarmanızı sağlar. Oysa kurumsal bir parti olmak için düzenli gelire ihtiyacınız var. Hadi iktidardaysanız bu kaynağı bulmak daha kolay olabilir, iktidar olmanın avantajını kullanacağınız için, özellikle de basın gücü sayesinde insanlar zaten sürekli sesinizi duyarlar, böylece size ikna olmaları kolaylaşır. Tabii “iktidara yakın” olmanın getireceği gayrimeşru beklentileri hesaba katmıyorum ama onlar da pervanenin muma doğru uçması gibi yanma pahasına iktidara gelirler. Eric Vouillard’ın Gündem adlı romanı Nazilerin iktidara gelmesiyle Alman sermaye sınıfının nasıl gönülden Hitler’e bağlandığını anlatan bir sahneyle açılıyor. Yirmi dört büyük işletme sahibi, önce Göring’in karşısında elpençe bekliyorlar, sonra Hitler çıkageliyor, ayağa kalkıyorlar, onun nutkunu heyecanla dinliyor ve akabinde “pamuk eller cebe” çağrısına uyarak en cömert bağışlarda bulunmaya başlıyorlar. Hitler’in aklındaki mezalimi gerçekleştirebilmek için iki kaynağa ihtiyacı var çünkü: para ve insan. İkisi birbirini getirecek, biri ne kadar çok olursa öteki de o kadar çok olabilecek ve bu büyük sinerji Hitler’e istediği her şeyi yapabilecek bir güç verecek. Sanmayın ki bu Alman büyük markaları hayatımızdan çekip gitti ya da faşizme verdikleri destekten ötürü pişman olduklarını beyan etti. Krupp’u, Siemens’i, IG Farben’i, Bayer’i falan biliyordum ama Vouillard’ın listesinden öğrendiğime göre, Shell, Varta, Telefunken, hatta Opel bile orada. Benim arabam da Opel biliyor musunuz, direksiyonun üstünde kocaman logosu var. Şimdi baktım, Opel’in logosunun anlamı “tekerleğin içindeki yıldırım”mış. Savaş ekonomisindeki sınırsız kâr ihtimalini ıskalamak istemeyen Opel, Blitz modelinde bir kamyon üretmiş ve alıcısı da Nazi ordusuymuş. O yıldırım, yani “blitz” kelimesi bana masum gözükmüyor, malum, Nazilerin ilerleyişindeki temel strateji buydu: “blitzkrieg”. Vouillard, faşizmin finansmanını, dolayısıyla da İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasını sağlayan ve milyonlarca insanın ölümünden, on milyonlarca hayatın heder oluşundan sorumlu tuttuğu bu büyük şirketlerden nefret ettiğini saklamıyor.
Bu şirketlerin hayatımızın ne kadar içinde olduğunu şöyle anlatıyor Vouillard: “Buradalar, bizim içimizdeler, aramızdalar. Onlar bizim arabamız, çamaşır makinemiz, temizlik ürünlerimiz, çalar katli radyomuz, evimizin sigortası, saatimizin pili. Olmaz olsun böyle para.
Onların savaş esnasında sermayelerini daha da büyütmek için toplama kampındaki mahpusları köle emeği olarak fabrikalarında çalıştırdıklarını hatırlatırken, hiçbir hakkı olmayan, aç biilaç çalıştırılan bu insanlar ortalama iki ay yaşayabildiklerini saptamış. Hiçbir değeri yok çünkü bu insanların onların gözünde. Ölmüş mü, gebersin gitsin, gereksiz insandan bol ne var ki toplama kampında, yenisi gelir… Ve sürekli insan getiriyordu trenler. IG Farben’i örnek veriyor, üretimin yapıldığı alt yerlerden birinin adının IG Auschwitz olduğunu yazabilecek kadar pervasız bu şirketin köle emeği sayesinde sermayesini ne kadar büyütmüş olabileceğini düşünmeye çağırıyor bizi. Sadece o mu, sadece o yirmi dört kişi mi, hayır, onlarcası, sonra yüzlercesi… Bu şirketlerin hayatımızın ne kadar içinde olduğunu şöyle anlatıyor Vouillard: “Buradalar, bizim içimizdeler, aramızdalar. Onlar bizim arabamız, çamaşır makinemiz, temizlik ürünlerimiz, çalar katli radyomuz, evimizin sigortası, saatimizin pili. Buradalar, nesneler şeklinde her yerdeler. Bizim günlük hayatımız onların günlük hayatı. Bakımımızı yapıyorlar, bizi giydiriyorlar, bizi aydınlatıyorlar, dünyanın yollarında bizi oradan oraya taşıyorlar, bizi beşiklerimizde sallıyorlar.” Olmaz olsun böyle para.