İktidarın ekonomik krize karşı getirdiği son düzenlemeler giderek daha sert olmasına karşılık çözüm üretemiyor. Bu düzenlemelerin ekonomi bilimine aykırı doğasını ve şirketleri nasıl etkilediğini ekonomist Prof. Dr. İbrahim Turhan kaleme aldı.
Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiğinden beri ekonomi politikalarında “mikro-yönetim” diye adlandırılabilecek bir yöntem egemen. Devlet hemen her şeye karışıyor, kim yapacak, ne yapacak, nasıl yapacak… bir düzenlemeler yığınıyla ekonominin her alanını kontrol altına almaya çalışıyor.
Yoğunluğu zaman zaman artan, zaman zaman azalan bu yönetim anlayışı, iktisadi faaliyet içinde yer alan herkesi yoruyor. Geleceği öngörmek mümkün değil. Bir cuma akşamı Resmi Gazete’de ya da denetleyici-düzenleyici kurumların Internet sitelerinde ne gibi bir yeni kısıtlamayla karşılaşacağımızı kestirmeye imkan yok. Geçmiştekileri bir tarafa bırakalım, sadece son bir ayda ekonomi yönetimi o kadar çok karar açıkladı ki değil etkilerini analiz etmek, mahiyetlerini anlamak bile maharet gerektiriyor. Daha bir önlemin düzenleme etki analizini yapamadan bir yenisi ile karşılaşıyoruz.
Özetlemeye çalışalım. Merkez Bankası, TÜFE'ye endeksli tahvillerde teminat oranını artırarak, bankaları sabit getirili DİBS'lere yönlendirdi. Bu şu demek; bankalar yüksek enflasyondan korunmak için Hazine tarafından ihraç edilen enflasyona endeksli tahvillere yatırım yapıyordu.
Öyle ki artan talep sebebiyle bu tahvillerin getirileri “enflasyon artı X puan” faizden, “enflasyon eksi X puan” faize düşmüştü. Ekonomi yönetimi bu gizli planı(!) fark edince enflasyona endeksli tahvil tutanları cezalandırıcı düzenleme yapıp negatif reel faizli ve uzun vadeli devlet tahvillerini almayı zorlayıcı bir düzenleme yaptı. Vatandaş ve firmalar TL’nin değer kaybından endişe ettikleri ya da kurun artmasıyla döviz borçlarının maliyetinin ağırlaşmasından endişe ettikleri için yabancı para mevduat tutuyorlardı.
Yönetimimiz buna da ceza kesti ve bankalara döviz cinsinden yükümlülükleri için uzun vadeli ve sabit faizli devlet tahvili tutma zorunluluğu getirildi. Böylece bir taşla iki kuş vurulacaktı: Hem döviz tutmanın maliyeti artacak hem bankalar Hazine’nin finansmanını kolaylaştıracak şekilde daha fazla uzun vadeli sabit faizli tahvil alacaktı.
Bankaların yükümlülüklerinin bir kısmını Merkez Bankası’nda zorunlu karşılık olarak tutması normaldir ve dünyanın her yerinde uygulanan bir sistemdir. Bizim ekonomi yönetimimiz ise son derece inovatif(!) bir yaklaşımla sadece yükümlülükler için değil varlıklar için de zorunlu karşılık kuralı koydu. Ticari krediler için zorunlu karşılık uygulanması gibi zorunlu karşılık siteminin temel mantığına ters bir uygulama yürürlüğe koyuldu.
Döviz kazandırıcı işlem yapanların elde ettikleri gelirlerin bir kısmını Merkez Bankası’na satması uygulaması uzun süredir yürürlükteydi. Önce yüzde 25 ile başlayan bu uygulamada oranlar giderek artırıldı.
Başlangıçta sadece ihracatçı için söz konusu olan bu zorunlu döviz devri uygulamasının kapsamı, turizm sektörünü de içerecek şekilde genişletildi. Son olarak Merkez Bankası’ndan reeskont kredisi kullanmak isteyenler için ihracat gelirlerinin yüzde 40’ını Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’na (TCMB), yüzde 30’unu ise krediye aracılık eden bankaya satma şekline geldi. Ayrıca firmalar satış sonrası bir ay süreyle döviz almayacağını da taahhüt edecek. İnanılır gibi değil…
Başlangıçta düzenlemelerin niteliği ekonomi yönetiminin “hoşlanmadığı” ya da “sakıncalı” gördüğü işlemlerin maliyetini artırıcı ve bunları zorlaştırıcı nitelikteyken giderek doğrudan yasaklamalar gelmeye başladı. Finansal kesim dışındaki yurtiçi firmaların yabancılarla türev işlem gerçekleştirilmesi kısıtlandı. Hatta daha da ilginci, “yurt dışı yerleşikler ile türev işlem gerçekleştirdiği tespit edilen kişilerin listesinin bankalarla paylaşılması” gibi polisiye önlemler bile uygulanmaya başlandı.
Hükümet bu kararlarla bize şöyle diyor: “Ben akla, mantığa, sağduyuya karşı çıkıp anlamsızca faizi düşük tutma inadında devam edeceğim ama siz döviz almayacaksınız.
Hükümet yetkilileri her fırsatta kredilerin artmasından yana olduklarını ve kredi faizlerinin düşük kalmasını istediklerini söylese de son dönemde krediler üzerinde de kısıtlamalar ağırlaştırıldı ve kredi maliyetlerini artırıcı kararlar açıklandı. Tüketici kredilerinde vade ve kredi kartlarında asgari ödeme oranı artırılırken konut kredilerinde de sınırlayıcı kurallar getirildi. Son olarak bilançosunda belli bir tutarın üzerinde yabancı para nakit varlığı olan firmalara kredi verilmesi tamamen yasaklandı.
Peki bütün bunların amacı ne?
Cevap basit; Hükümet bu kararlarla bize şöyle diyor: “Ben akla, mantığa, sağduyuya karşı çıkıp anlamsızca faizi düşük tutma inadında devam edeceğim ama siz döviz almayacaksınız.” Merkez Bankası’nın açık piyasa işlemleri ve TL karşılığı swap işlemleriyle piyasaya sağladığı fonlama 1 trilyon 250 milyar liraya yakın ve bu finansmanın maliyeti yüzde 14-15 arasında.
Hükümetin kızgınlığının nedeni de bu. Onların üretim ve yatırım için verdiği düşük faizli kredilerle kötü niyetli kesimlerin döviz aldığını, kurdaki artışın ve dolayısıyla enflasyonun arkasında böyle hain bir komplonun yattığı konusunda kesin bir kanaatleri var. Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati bize şöyle seslenmiş: “Dövizle işiniz yok, TL ile iş yapın. Paralarını (
Not: Krediyi kastediyor olmalı) alıp gidip bu parayla döviz alma.”
Açıklanan onca önleme karşın istenen ölçüde bir sonuç alındığını savunmak zor. Bankalardaki yabancı para mevduatlar 20 Haziran’da Nisan sonundaki seviyesiyle aynıyken (235,5 milyar dolar), kararın ardından 27 Haziran Pazartesi günü itibarıyla 237,2 milyar dolara yükselmiş.
[caption id="attachment_211973" align="alignnone" width="500"]
(Grafik 1- Bankalardaki Döviz Mevduatları)[/caption]
Haziran ayının ortasında eksi 2 milyar doların altına inerek ciddi bir sorun haline gelen TCMB net döviz pozisyonu da alınan önlemlerin gerektirdiği ölçüde düzelmedi. Merkez Bankası hâlâ -muhasebe diliyle- “kırmızı bakiye” veriyor; yani döviz varlıkları döviz borçlarını karşılamaya yetmiyor, açık pozisyon var!
Üstelik -haydi yabancı ülke merkez bankalarıyla hatıra binaen yapılan döviz swaplarını bir tarafa bırakalım ama- yurt içindeki bankalarla TL karşılığında yapılan 40 milyar doların üzerindeki swaplardan kaynaklanan bilanço dışı döviz borçları da bu açığa dahil değil. Yetkililer kızmasın da ne yapsın?...
[caption id="attachment_211972" align="alignnone" width="500"]
(Grafik 2-TCMB Döviz Varlıkları ve Yükümlülükleri)[/caption]
Çizgi filmlerde klasik bir sahne vardır. Arkasında büyük bir su kütlesi olan duvarda önce küçük bir delik açılır. Çizgi filmimizin kahramanı eliyle deliği kapar. Ama hemen arkasından duvarın farklı yerlerinden yeni delikler açılır. Zavallıcık her birini eliyle, ayağıyla, hatta giderek burnuyla, gövdesiyle kapatmaya çalışsa da sonunda kaçınılmaz olan gerçekleşir ve duvar bir patlamayla yıkılır, ortalığı sel basar. Son dönemde ekonomi yönetimine baktıkça ne yazık ki gözümün önünde beliren imge buna çok benziyor.
Son dönemde arkası arkasına çıkarılan piyasaya müdahale eden zorlayıcı düzenlemeler amaçlanan sonucu doğuramayacağı gibi ekonomide hiç hesapta olmayan olumsuz etkilere yol açacağı kesin. Her atılan adım bir öncekinden daha vahim. Önlem diye açıkladıkları her karar sorunları hem daha geniş alanlara yayıyor hem büyütüyor. Durum, iktisat biliminde “Beklenmeyen Sonuçlar Yasası” adı verilen çerçeveye uyuyor. Siz belli bir sonucu amaçlayarak bir müdahalede bulunuyorsunuz ama ekonomik yapı ve ilişkiler öylesine karmaşık ki -hele de işleyişi doğru anlamamışsanız- attığınız adım hiç hesapta olmayan büyük sorunlara yol açıyor. Hayat okulunda basitçe “evdeki hesap çarşıya uymaz” olarak öğretilen bu yasayı ne yazık ki ekonomi yönetimi bir türlü anlayamıyor.
Son dönemde arkası arkasına çıkarılan piyasaya müdahale eden zorlayıcı düzenlemeler amaçlanan sonucu doğuramayacağı gibi ekonomide hiç hesapta olmayan olumsuz etkilere yol açacağı kesin.
Anlayamadıkları sadece ekonomiyi fazla kurcalamamaları gerektiği de değil. Faiz ile enflasyon arasındaki ilişki konusundaki inkârları yüzünden TL’nin satın alma gücü günden güne eriyor. 85 milyon kişi üzerinde gerçekleştirilen tarihin en kapsamlı sosyal deneyinin kobayları olarak enflasyon labirentinin dönemeçleri arasında umutsuzca çıkış yolu bulmaya çabalıyoruz.
Faiz-enflasyon ilişkisi gibi enflasyon ile büyüme arasındaki ilişkiyi de anlayamıyorlar. “Faiz düşük olursa büyüme, istihdam ve ihracat artar” diye ezbere dayalı bir kanaatleri var ve bunu bir bilim olarak iktisadın gerçeklerine tercih ediyorlar. Halbuki anlamak çok da zor değil.
Türkiye’nin son 20 yıllık verisine bakıldığında ithalatın, gayrisafi yurt içi hasılanın yaklaşık yüzde 20’si ile 30’u arasında seyrettiğini gösteriyor. Bir başka deyişle üretim yapsın diye kredi verdiğiniz sanayici üretim yapmak için ithalat yapmak, bunun için de döviz almak zorunda. Yatırımlara gelince ithalatın ağırlığı daha da artıyor.
Bu da normal, zira Türkiye makine ve teçhizatının bir kısmını ithalat yoluyla sağlıyor. Kısacası ortada komplo filan yok. Dört işlem yapmayı bilen ve piyasanın işleyişine aşina olan herkesin kolaylıkla anlayabileceği kadar basit bir gerçek var. Ne yazık ki iktidar, ekonomi alanında uzun süredir gerçeklikle kavgalı. Zaten en vahim olan, kendi ezberlerini ve körü körüne bağlı olduğu önyargıları gerçekliğe, sadakati ehliyete, itaati liyakate tercih eden yönetim anlayışı.
Piyasa ekonomisine keyfî müdahalelerin sıradanlaşmış olmasının bir başka sonucu daha var. Türkiye gibi ülkelerde siyasal haklar ve özgürlükler ile ekonomik özgürlükler arasında bileşik kaplar modeline benzer ilişki olduğu biliniyor. Özgürlüklerin düzeyi her iki alanda da birlikte yükselip alçalıyor. Toplumsal düzeni otoriter ve baskıcı hale dönüştürmek, ekonomiyi kapamakla mümkün. İnsanın aklına; “acaba 2018’den beri tanık olduğumuz akıl ve mantık dışı politikaların arkasında bilgisizliği ve beceriksizliği aşan başka bir etken olabilir mi?” sorusu ister istemez takılıyor. Umarım bu kuşkular bizim kuruntumuzdan ibaret olsun; hepimizin iyiliği için…