Editör: TE Bilisim
Entelektüel göçüş, toplumsal ve siyasi çöküş
Ülkenin daha iyi yönetimine talip olan muhalefetin öncelikle entelektüel yetersizlik ve boşluk konularında çok daha uyanık ve bilgili olması gerekir. Popülist vasatlığı bırakıp topluma öncülük etmesi ve talep bile edilmesini beklemeden arz etmesi beklenir.
Türkiye “Bayram” haftasını yargısız infaz kararları üzerine kolektif hüzün ve infial ile karşılamıştı. Tam yarım asır öncesindeki “üç fidanın” önyargılı idam infazlarını yine kolektif hüzün ve infial ile anarak bitiriyor.
Fakat Cumhuriyet’in 100. yıldönümünün eli de kulağında artık. Bu ülkenin yetişkin insanları ikinci yüzyıla, “geleceğinin sigortası” gördükleri çocuklarına, yüreklerine gömdükleri acı ve öfkeyi mi aktarmak istiyor? Yani “demokrasi açlığının” ve “insaniyet kıtlığının” güvencesi olarak, toplumun kolektif belleğine sadece hüzün ve infial tohumları mı gömmek istiyor?
Yoksa bugünü olmasa da yarını, endişeli veya umutlu bir “heyecanla” beklediği “sihirli seçimle” mi dönüştüreceğini düşlüyor? Zaten “Türkiye Baharı” Mayıs ve Hıdrellez ile de bir türlü gelemiyor.
BOL ŞİDDET VE BOL BOL LAF
Elbette sınır kolektif karakterli hiperaktif ülkenin hareketli gündemi görünürde sıklıkla değişiyor. Fakat hem temel sorun(lar), hem de söylenenler hep aynı. Tek değişen “havandaki su” azaldıkça çıkan seslerdeki “şiddetin” yükselmesi ve çok daha “kötü” olması. Zaten artık su filan da pek kalmadı havanda. Toplum sadece kendi kendini dövmüyor; parçalıyor, yiyor, kemiriyor, bitiriyor ve yok ediyor: Türkiye artık acıyı ve öfkeyi kendine döndürmüş bir intihar toplumu!
Çok uzun yıllardır bu toplumun en birincil ve ölümcül sorunu şiddet. Her kim (iktidar, muhalefete, muhalefete muhalefet) ne derse desin. Türü, dozu, öznesi ve nesnesi her ne olursa olsun.
Bir haberde bu “kadın cinayeti” olur. Başka bir haberde “yurttaki gencin intiharı” olur. Dün “çocuk istismarı” olur. Bugün de kabadayı dalaşı veya külhanbeyi retorikleri ile siyaset yapmak veya muhtelif şiddet tehditleri ile ülkenin asayiş yönetimi olur.
İşte şimdi de iç ve dış siyasi gündeminin baş köşesine “ırkçı milliyetçi yabancı düşmanlığı” tartışması oturdu. Mevcut veya potansiyel oy oranı ne olursa olsun, siyasetin akışını bu can alıcı konuyla belirlemekte ağırlığı olan yeni bir partisi de oldu. Üstelik kimliğini ve motivasyonunu da buna odaklanmaktan, kışkırtıcı ve şiddeti körükleyici üsluptan alıyor.
İronik olarak, bu vahim tablo, toplumun kendi içindeki “kan davacı” ve tarihi hasım etnik milliyetçilerin yeni “ortak dış düşmana karşı ittifakı” ile iç barışa yarar mı sizce? Zaten AB kapısı da kapandı artık. Demokrasi mi olacak, otokrasi mi olacak , Türkiye nihayet “ne hali varsa kendisi görecek” ve kendi başının çaresine bakacak. Bakalım tüm toplum ve sivil siyaset içerde ve dışarda “yurtta sulh, cihanda sulh” tesis edebilecek mi?
Şimdilik görünen ise sadece her an, her köşe bucakta yaşanan, her biçimde şiddet! Şiddet asla sulh veya demokrasi getirmez. Sadece daha çok şiddete ve belaya yol açar.
Sonuç olarak, iktidarı ile muhalefeti ile, yöneteni ve yönetileni ile bu çok önemli ve hassas toplumsal sorunlarıyla çok itinayla baş etmeli. Kısacası Türkiye’de toplum “tıpış tıpış” adımlarıyla demokrasiyi öğrenmeli. Her alandaki üretimleri ve seçimleri ile kendi ayakları üzerinde durmalı. Kimliği çoktan belli, dengesini bulmalı.
BOL BOL LAF
Oysa yine her an, her yerde ve her ağızdan bolca laf çıkıyor. “Lafla peynir ekmek gemisi yürümez” demiş kültürün “laf olsun, torba dolsun” diyen çocuklarında sadece bol bol laf var şimdi. Üstelik çoğu da insani ve toplumsal hakikatler karşısında ya çok bol, ya çok dar, ya eğreti, ya da bom boş kalıyor!
Peki bu toplum konuşa konuşa lime lime olmuş geleneksel heybesini bugüne kadar ne ile doldurmuş? Kevgire dönmüş kolektif siyasi belleğinde ve bilgi dağarcığında ne kalmış? Yani birikmiş entelektüel sermayesinde bugünkü sorunlarını çözecek neler var?
Demokrasinin baş göstergelerinden birisi de her türlü düşüncenin özgürce ifadesidir elbette. Nitekim bireysel insani kalite veya kolektif anlamda insaniyet uygarlığı “söze dökülmüş düşüncenin değeri ve eylemsel gücü” arttıkça yükselir. Yazılı, sözlü veya görsel biçimi veya antropolojik çeşitlilik de fark etmeksizin bu evrensel bir kabuldür.
Hal böyleyken, bu otoriter ve baskıcı toplum aynı zamanda da “laftan anlamayanın hakkı kötektir” diyerek, şiddeti “haklı” bir iletişim biçimi olarak meşrulaştırmış durumda. Peki ama insanlar laftan neden ve hangi koşullarda anlamazlar?
Diğer yandan, “içi boş laf” ile kolektif iletişimi ve anlamı sağlayan “söz” arasında ayrım yapmak da elbette önemlidir. Popülizm ne bunları birbirinden ayırt eder, ne de öneminin farkındadır. Hele “söz” ile “sözcük” arasındaki kavramsal ayrımları zerre kadar önemsemez. Dahası iktisadi, toplumsal ve siyasi fakirleşmeye yol açan düşünsel ve dilsel yoksulluğu önemseyenleri de hafife alır, dışlar, hatta yargısız infazla cezalandırır.
Lafların içi de nitekim işte böyle böyle boşalır ve etkisizleşir. Boş laf insanları duyarsızlaştırır. İletişimsizlik ve engellenmişlik arttıkça da öfke tırmanır. Toplumda bireysel veya kamusal, anonim veya faili belli, sanal veya gerçek ortamlarda şiddet meşru bir iletişim aracı olur.
EPİSTEMİK ŞİDDET VE ENTELEKTÜEL CEHALET
Bir entelektüelin “alet çantası” içinde çekiç, matkap, testere, mala, kablo, conta, T-cetveli, neşter, şırınga, yara bandı, ilaç, vs yoktur. İster kendi kendini böyle tanımlayarak pazara çıkmış olsun, isterse başkaları ona aydın payesini vererek virinlerde baş köşeye koymuş olsun.
Entelektüelin yetkin ve etkin kullanması gereken tek alet edavatı kavramları ve sözüdür. Kavramlar ile düşünmüyor, karşılıksız sözcüklerle, yani “boş laf” konuşuyorsa, topluma faydası olmaz. Hatta onları bilerek veya bilmeyerek, belirli siyasi veya ideolojik söylemlerin hizmetinde araçsallaştırıyorsa zararı olur.
Bir toplumun içerden çökmesinin en kolay ve birinci yolu da zaten budur: Toplumsal iletişimsizlik ve zihinsel sömürü. Aydınları aydınlanmamış, yeterince demokratikleşememiş ve liyakat ölçütleri de zaten vasatı aşamamış bir toplum ne tarihsel arkasını, ne önünü doğru dürüst görür.
Kısacası yönünü ve yolunu bulamaz. Sorunlarını da kolay kolay çözemez. Dahası, değil demokrasiye geçmek ve sürdürmek, toplum distopiye ve anomaliye sürüklenir. Kolektif distimi ve apati yaşar. Türkiye’nin kabarmış “aydınlanma faturasına” bir de bu açıdan bakmalı!
Düşünsel çöküş ve toplumsal çürüme de öncelikle üniversiteden başlar. En sessiz fakat derin şiddet epistemik şiddettir. Küyerel akademideki baskıcı ve baskın hiyerarşiden ürer. Popülist, toptancı ve tek tipçi bilgi politikaları ile iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı, geçerli ve geçersiz bilgiyi ayırt edememeye başlar. Vasatı kutsamak veya normlaştırmak devlete, siyasete, popüler kültüre ve halka oradan bulaşır. Toplum işte böyle yavaş yavaş çürür ve çöker.
Nitekim epistemik veya entelektüel şiddet ayrım gözetmeksizin, tüm akademik disiplinleri, uzmanlık ve meslek alanlarını, toplumsal meseleleri, türlü ölçekteki kurumların hepsini yatay keser. Zaten her türlü şiddetin çözümü de ister herhangi bir "ötekine", isterse "kendine" döndürülmüş olsun, salt hukuki, iktisadi, siyasi veya sosyolojik değildir!
Dolayısıyla modern geçinen bir toplum için aydın veya entelektül cehaleti en büyük tehlikedir. Eleştirel düşünme körelmişse eğer, o toplum karanlıktan ve dertlerinden kurtulamaz. Asla özerkleşemez ve özgürleşemez.
Zaten ilk eleştiri de önce aydının ve entelektüelin kendi akademik formasyonunun limitlerine ve ethosuna veya ideolojik körlüğüne dönük olmalıdır. Eleştirel düşünce, bilimci fetişizm veya akademik şovenizm şöyle dursun; soluksuz öğrenerek ve öğreterek, kendini dönüştürerek diri kalmak ve etkileşmek durumunda, hatta zorundadır.
Oysa Türkiye’de artık “sözde entelektüel” arenalarda bile konudan ve içerikten bağımsız olarak, hiç bir mesele düzgün konuşulamıyor. Enine boyuna irdeleyerek ortak bir soruna diyalojik çözüm aramak, görüşlere katılmak veya katılmamak şöyle dursun, sağlıklı iletişim bile kurulamıyor.
Konuşan derhal tek bildiği veya aşina olduğu kamplaşmış ikicil kategorilerden birinde konumlandırılıp, etiketleniyor ve cephe belirleniyor. Sözü, hatta sözcüğü anlamadan etmeden, basma kalıpların ve klişelerin bir arpa boyu ötesine değil, hemen savunuya veya saldırıya geçiliyor. Yani yine şiddet!
Akademik disiplinler ve meslekler arasındaki geçirgenliklerin, uluslararası sınırların veya ülke içi sosyal hareketlilik meselelerinin düzenlenmesi her ne kadar ayrı konular gibi dursalar da önemli paralellikler gösterir. Nitekim kolektif “sınır karakterli” Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunsalına bir haddini bilmek meselesi olarak yaklaşırken, bu konulara öncelik vermiş olmam da tesadüfi değildir.
O yazı dizisinde ele aldığım bütün bu kapasite ve sınırların yönetimi konularının hepsini birden şu son “Suriyeli ve Afgan göçmenler krizi” meselesinde görebiliriz örneğin. Bu sıcak ve önemli soruna farklı siyasetçiler veya onların akıl hocaları salt kendi oryantasyonları, pozisyonları veya siyasi rant hesaplarının dar çerçevelerinden yaklaşıyorlar.
Dolayısıyla, ülkenin daha iyi yönetimine talip olan muhalefetin de öncelikle entelektüel yetersizlik ve boşluk konularında çok daha uyanık ve bilgili olması gerekir. Popülist vasatlığı bırakıp topluma öncülük etmesi ve talep bile edilmesini beklemeden arz etmesi beklenir.
Bir toplumcu sorumluluk ve entelektüel görev olarak sonraki yazının konusu da şimdiden belli oldu sayılır. Yeni sözlerde buluşmak üzere o halde...
Yorumlar