Perşembe, Nisan 18, 2024

Emrah Aslan yazdı: Krizdeki Alman Sosyal Demokrasisi: SPD`nin Krizi Türkiye Soluna Ne Söyleyebilir? – 1

Dünya ekonomisinin, özellikle Avrupa ülkelerinin ulusal ve küresel düzeyde krizle boğuştuğu, Avrupa Birliği’nin Euro krizi başta olmak üzere finansal ve siyasal krizleri yönetmekte zorlandığı, siyaset kurumlarına olan güvenin hızla azaldığı bir dönemde Almanya’da, ülkenin muhafazakâr partisi her seçimde istikrarlı halde yüksek oy oranlarını elde ederken, ülkenin en köklü ve en büyük sol partisi neden güç kaybetmeye devam ediyor? Bu sorunun yanıtı, Türkiye sosyal demokrasinin kronik krizleri için de ipuçları barındırıyor. 

2009’da yüzde 23 oranında oy alarak savaş sonrası dönemin en kötü seçim sonucunu elde etmiş olan SPD’nin, bu tarihi hezimetin ardından eski Başbakan Gerhard Schröder’in pragmatizm söylemiyle çevreleyerek başlattığı neo-liberalizasyon süreciyle yüzleşmesi ve reel anlamda siyaseten sola denk düşen bir “yeni sol” alternatifi yaratması bekleniyordu. Ancak aradan geçen yıllar tüm bu beklentileri boşa çıkardığı gibi, SPD’nin 2013 seçimlerindeki Başbakan adayı, partinin sola kayması yönündeki beklentileri küçümsercesine, Hamburglu finans uzmanı ve partinin sağ kanadı Seeheimer Kreis’ın grubunun güçlü ve en sağdaki isimlerinden Peer Steinbrück oldu ve SPD, %25,7 civarında oy olarak psikolojik eşik olarak nitelendirilebilecek %30 bandının altında seyretmeye devam etti. Yayınlanan haftalık anketlerde de SPD`nin oy oranı %30 düzeyinde gözükmeyi sürdürüyor. Anımsanacağı gibi 2005-2009 yılları arasında iktidarda olan CDU/CSU-SPD koalisyonunda Maliye Bakanlığı da yapmış olan Steinbrück, Ajanda 2010 olarak bilinen ve Almanya’da sosyal ve finansal sistemin neo-liberalizasyonunu öngören programın en kararlı savunucularından ve uygulayıcılarından olmuştu. Bu bağlamda SPD’nin dibe vurmasındaki diğer etken, partinin muhafazakâr CDU/CSU’dan bir farkı olmadığı algısını besleyen ve toplumda derin bir inandırıcılık sorununa yol açan neo-liberal politika tercihlerindeki ısrarı. 

Son 15 yıldır gelir dağılımı adaletsizliğinin düzenli olarak arttığı ve gelir dengesinin varlıklı kesim lehine bozulduğu, saati 1 Euro olan geçici işlerde her yıl daha fazla insanın çalıştığı, çalışma barışının emekçiler aleyhine düzenlemelerle esnetildiği, varsıllardan alınan gelir vergisinin düşürüldüğü ve nüfusunun yüzde 13’ünün sosyal yardımlarla geçinebildiği Almanya’da toplumun önemli bir bölümü, ülkenin en köklü sol partisi olan SPD’den kapsamlı ve somut bir sosyal politika üretmesini bekledi, bekliyor. Ancak zenginler için gelir vergisini düşüren, sosyal ödentilerde kapsamlı kısıntılara giden ve pek çok gençlik/meslek ofisini tasarruf gerekçesiyle kapatan SPD (1998-2005, SPD-Yeşiller koalisyonu), kendisine oy vermesi muhtemel aday seçmen nezdinde derin bir güven sorunu yaşamaya mahkum. 

SPD’nin aksine, toplumdaki siyasal, kültürel ve finansal muhafazakâr eğilimleri bir bütün halinde kendi çatısında konsolide etmeyi başaran Başbakan Angela Merkel ise, tam da muhafazakâr aklın beklentisine tekabül edecek şekilde stabil ve öngörülebilir bir siyaset metodolojisinde başarılı olduğu algısını yerleştirebildiği için dayandığı tabanın beklentilerine fazlasıyla yanıt verip, yüzde 42 gibi rekor bir oyla üçüncü seçiminden de zaferle çıkabiliyordu. Avrupa’nın finans kriziyle boğuştuğu son yıllarda Alman ekonomisinin krizden çok az etkilenmesi ve Merkel’in her zaman siyaseten temkinli bir lider portresi çizmesi, onu politik değişimlere pek de açık olmayan muhafazakâr seçmen nezdinde daha da yukarı taşımaya yetti. 

Varlık sebebine uyan politika 

SPD’nin, Avrupa solunun en köklü partisi olarak, böylesi bir geçiş döneminde “nasıl” bir yanıt vereceği, “ne” söyleyeceği en önemsenecek aktörlerden biri olmasına tezat, ısrarla neo-liberal çizgide direten isimlerin parti politikalarında, Başbakan adayını belirleyebilecek düzeyde etkili olabilmeleri, düşündürücü. SPD’nin ihtiyacı olan şey, ağzına sol kelimesini almaktan imtina eden, çalışanların tatil günlerinin azaltılmasını önerebilmiş, “Sosyal politika önemli fakat, öncelikle orta sınıfa yönelmek gerekiyor” diyerek hedef siyasal algısında yoksulluğu önemsizleştiren bir neo-liberal finans uzmanı siyasetçiden ötesi. 2008 krizinin ardından neo-liberal zamanların sonuna geldiğimiz fiilen belli oldu ancak bundan sonrası için “ne” söyleneceği ve siyasetin hangi yeni paradigmalar üzerinden henüz netlik kazanmadı. SPD’den beklenen, neo-liberalizm sonrası zamanlara toplumdan yana, kamusal faydayı gözeten, yoksulları dert edinen, toplumun dezavantajlı kesimlerini kurumsal, sürekli ve yapısal sonuçlar üretecek politikalarla destekleyen, dayandığı toplumsal tabanda karşılığı olan bir siyaset üretmesi. Daha sarih ifade edecek olursak Almanya’da toplumun değişime ve reforma açık olan kesimi, SPD’den varlık nedenine paralel bir siyaset üretmesini bekliyor. SPD, ontolojik gerçekliğine paralel bir siyaset üretebildikçe toplum nezdindeki inandırıcılığını yeniden kazanacak, bir alternatif olmayı başaracaktır. Aksi halde toplumun yeni alternatifler yaratma konusunda maharetli ve kararlı olmadığını kim söyleyebilir? 

Gelelim en mühim ve esasen bizi ilgilendiren soruya: Almanya solunun krizi üzerinden Türkiye solu nasıl dersler çıkartabilir? Bu sorunun yanıtını da dilerseniz bir sonraki yazımızda arayalım.

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER