Perşembe, Nisan 25, 2024

Ekonomi yönetiminin söylemleri yoksullaştıran büyümeyi doğruluyor mu?

Baki Demirel
Baki Demirel
Doç.Dr Baki Demirel Gazi Üniversitesi lisans ve doktora programlarından mezundur. Gazi Üniversitesi İktisat Bölüm Araştırma Görevlisi olarak tamamladığı doktora sonrasında Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi İktisat Bölümünde Dr. Öğretim Üyesi olarak devam etmiş daha sonra Yalova Üniversitesi İktisat Bölümüne geçiş yapmıştır. Halan Yalova Üniversitesi İktisat Bölümünde öğretim üyesi olan Baki Demirel, açık ekonomi makro ekonomi, döviz kuru sistemleri ve para politikası üzerinde çok sayıda ulusal ve uluslararası dergide yayınlanmış makalesi bulunmaktadır.

Özetle politika yapıcıların uygulamaya çalıştıkları modelde artan yoksulluk ve yükselen enflasyon bir sorun olarak görülmüyor demek istiyorum. Nitekim ekonomi bakanımız beni doğrularcasına açıklamalar yapıyor.  

Bir hafta önceki yazımda açıklanan birinci çeyrek büyüme oranının eşitlik ve kalkınmacı olmadığını yazmıştım. Ayrıca geçen hafta sosyal medyada tüm politikanın rant ekonomisini sürdürmek olduğunu belirten aşağıdaki mesajı yazmıştım:

“Ekonomi modeli kötü, başarısız söylemlerine katılmıyorum. Hayır model kendi amaçlarına uygun ilerliyor. Halkın yoksullaşması, yüksek enflasyon modelin sorunsalları değil. Dünyada da böyle beceriksizler enflasyonu yükseltiler söylemi yanlış. Sermaye hiç bu kadar zenginleşmedi”. 

Özetle politika yapıcıların uygulamaya çalıştıkları modelde artan yoksulluk ve yükselen enflasyon bir sorun olarak görülmüyor demek istiyorum. 2003 yılından itibaren ranta dayalı sermaye birikim modeli sürsün isteniyor ve değişen koşullar modelin sürmesi için yeni araçların kullanılmasını zorunlu kılıyor. Değişen araç kullanımı ise topluma örneğin ihracata dayalı büyüme modeli ya da liralaşma stratejisi gibi yeni amaçlar altında sunulmaktadır.

Nitekim ekonomi bakanımız Sayın Nebati beni doğrularcasına 6 Haziran Pazartesi günü aşağıdaki açıklamalarını yapmıştır:

“Dövizi düşürmek için yüksek faiz artışı yapabilirdik. Ama o zaman üretim bundan olumsuz etkilenirdi. Biz bir yol ayrımına gittik. Enflasyonla birlikte büyümeyi tercih ettik. Yoksa enflasyonu düşürmek için çok sert tedbirler alabilirdik. Yüksek faiz artışı yapardık. O zaman üretim dururdu. Kur korumalı TL’ye geçerek bir yandan doları frenledik. Diğer yandan üretimi ve büyümeyi tercih ettik. Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor.”

Sanıyorum gelen tepkiler üzerine Sayın Ekonomi Bakanımız ikinci bir açıklama yapmak zorunda kaldı ve şu ifadeleri kullandı:

“Emeğin ve alın terinin ne kadar değerli olduğunun bilinci ile vatandaşlarımızın gelirlerini artırıcı tüm tedbirleri hayata geçireceğiz”.

Ekonomi yönetiminin politika tercihler ki bu bir sınıf tercihidir, 7 Haziran Salı günü yaptığı açıklamalarla Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan tarafından da netleştirilmiştir diyebiliriz. Cumhurbaşkanımız özellikle iki konuda politika tercihini çok açık biçimde dile getirmiştir. Bunlar yüksek enflasyonu sorun olarak görmediği ve düşük faiz politikasında ısrar edileceğidir:

“Bizim ekonomideki programınızın esasını, Milli Mücadelemizi de zafere ulaştıran ‘Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır’ stratejisi oluşturmaktadır. Enflasyon bir sorun mudur? Evet bir sorundur ama Türkiyenin sorunlarının asıl sebebi ve çözüm yolu tek başına bu başlık mıdır? Kesinlikle değildir. Eğer öyle olsaydı geçmişte sayısız defa uygulanan, bir kısmı da başarıya ulaşan enflasyonla mücadele merkezli ekonomi programları sayesinde ülkemiz tüm sorunlarını çözmüş olurdu. Teşhis yanlış olunca tedavi de istenilen neticeyi vermez. Gerçi ülkemizde bizim programımıza kadar bu teşhisin kasıtlı olarak yanlış konduğu ve yine kasıtlı olarak yanlış tedavilerin uygulandığı da bir gerçektir. Türkiye ekonomisini belli bir çizginin üzerine çıkartmayarak yüksek faizle soyulacak kadar diri, üretimle ayağa kalkamayacak kadar halsiz bırakacak programlarla yıllarımız heba edilmiştir. Aslında bu kısır döngünün ilk adımı enflasyonun tanımıyla başlıyor. Peki burada kazanan kim? Yüksek faizle cebi dolan içerideki bir avuç tuzu kuru kesim. Onlarla birlikte yükselen faizlere ve değerlenen liraya heveslenerek dışarıdan gelen sıcak para sahibi fonlar. Elbette ucuzlayan döviz sebebiyle, ülkeyi yabancı tüketim ürünlerinin pazarı haline getiren ithalatçıları da bu arada unutmamak lazım. Peki kaybeden kim? Üretimin düşmesi sebebiyle işsiz ve aşsız kalan, umutları törpülenen, gelecekleri kararan milyonlar. Biz tercihimizi faizleri yükselt baskısıyla bir kez daha ülkeyi soymak için ellerini ovuşturanlardan değil, istihdamı koruyarak işini, aşını, geçimini sürdürmesini sağladığımız milyonlardan yana kullandık. Hele ki dünyanın içinden geçtiği şu ekonomik buhranda tercihi üretimden ve istihdamdan değil de finansal illüzyonlardan yana kullanmak, kesinlikle ülkeyi emperyalist mandacılara peşkeş çekmek demektir. Bunu da yutmayacağız. Bunlar hadi bizi dinlemiyorlar, hadi bize inanmıyorlar, hiç değilse kendi putlarına, kendi ideolojik efendilerine kulak versinler.”

”Ülkemizde Teknik Anlamda Enflasyon Değil, Fiili Bir Hayat Pahalılığı Sorunu Var” 

“Şimdi gelelim en kritik soruya. Bu programla insanlarımızın canını yakan, hayatını zorlaştıran, refah seviyesini düşüren fiyat artışlarını nasıl engelleyeceğiz  Fiyat artışları normal şartlarda ya üretim azlığı ya da talep fazlalığı sebebiyle ortaya çıkar. Bizde enflasyonun sebebi olarak gösterilen bütçe açığı da tasarruf eksiği de borçlanma seviyesi de olmadığına göre talep kaynaklı bir fiyat artışından söz edilemez. Üretim tarafında da hamdolsun üstesinden gelinemeyecek herhangi bir sıkıntı ile karşı karşıya değiliz. Öyleyse sorun nereden kaynaklanıyor  Sorunun bir tarafında vatandaşlarımızın bir kısmının tasarruflarını hala döviz cinsinden yapmaktaki ısrarı vardır. Sorunun diğer tarafında ise büyüyen üretimimizin gerektirdiği ithal girdilere ve şirketlerimizin genişleyen küresel ağlarının ortaya çıkardığı ihtiyaca bağlı döviz talebi vardır. İşte bunun için vatandaşlarımıza kur korumalı mevduat gibi kur ve altın hesabına dayalı konut kredisi gibi tasarruflarını kendi paramıza dayalı enstrümanlara kaydırmalarını sağlayacak alternatifler sunuyoruz. İhracatı teşvik ederek, turizmi destekleyerek uluslararası yatırımların gelişini kolaylaştıracak, Türkiye’ye döviz girişini hızlandıracak yeni yöntemler geliştirdiklerini anlatan Erdoğan, “İhracatçılarımız hemen her ay rekorlar kırarak yıllık 242,6 milyar dolarlık rakama ulaşarak sağ olsunlar kendilerine olan güvenimizi boşa çıkarmıyorlar. Enerji fiyatlarındaki fahiş artışların ithalatımızda yol açtığı bozulmayı bir kenara bıraktığımızda fiilen cari fazlaya geçtiğimizi söyleyebiliriz. Karadeniz’de keşfettiğimiz doğal gaz ile yerli ve yenilenebilir enerji yatırımlarımızın çıktıları sisteme eklendikçe, bu tablo lehimize düzelmeye başlayacaktır” dedi.

”Bu İktidar Faizi Artırmayacaktır, Tam Aksine Biz Faizi Düşürmeye Devam Edeceğiz”

Gerek Cumhurbaşkanının ve gerekse ekonomi bakanının açıklamaları birbirleriyle çelişkili gözükse de enflasyonun bir sorunsal olarak ele alınmadığı ve düşük faiz altında kredi-borç ilişkisinin sürdürülmek istendiği açıkça görülmektedir.

Gerek Sayın Cumhurbaşkanının ve gerekse ondan önce Sayın Ekonomi bakanının açıklamaları birbirleriyle çelişkili gözükse de enflasyonun bir sorunsal olarak ele alınmadığı ve düşük faiz altında kredi-borç ilişkisinin sürdürülmek istendiği açıkça görülmektedir. Burada şunların altını çizmek isterim:

Özellikle Sayın Cumhurbaşkanının ifadelerinde söz ettiği enflasyon temel sorun değildir görüşü benim de paylaştığım bir düşüncedir. Türkiye’nin temel iktisadi sorunları yoksulluk ve işsizliktir. Sayın Cumhurbaşkanının hayat pahalılığı vurgusu da bu bakımdan önemlidir.

Diğer yandan ekonomi yönetiminin söylemleri bir biriyle çelişkidir. Bunun ötesinde politikalar Sayın Nebati’nin ifade ettiği biçimde yoksullaştırıcı ve sermayeden yana olarak gerçekleşmektedir.

Geçen hafta açıklanan büyüme verilerinde gördüğümüz gibi emek-ücret gelirlilerin milli gelirden aldıkları payların her geçen yıl azalması, dış ticaret hadlerinin sürekli olarak aleyhimizde olması ve bu hafta açıklanan Mayıs ayı dış ticaret verilerinin dış ticaret açığının her geçen ay genişlemesi ve $43 milyara ulaşması Sayın Bakanı doğrulamaktadır.

Çünkü bu biçimde uygulanan dış ticaret politikası da yoksullaştırıcıdır ve emek gelirlerini baskılayarak rekabet avantajı sağlanmak istenmektedir. Türkiye’nin göç politikasını da bu çerçevede ele alabiliriz ancak elbette o ayarı bir başlık altında incelenmesi gereken bir konudur.

Düşük faiz isteği de ekonomik büyüme isteğinin bir sonucudur ancak burada ortaya çıkan büyüme, rantları ve finansal kazançların artması biçiminde olmuştur. Nitekim bu politikaların sonucu olarak bankaların kârlarını 7 kat arıtmaları en önemli göstergelerden biridir. Ticari kredilerin artması yeni yatırımlara yönelik olmayıp borç ilişkilerini sürdürebilmek yani pek çok firma için hayatta kalma gereksinimi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu durum hane halkları içinde geçerlidir. Bu yüzden sert faiz artışı hem KOBİ’ler hem de hane halkları için yıkıcı etkilere neden olabilecektir. Ancak maalesef gerekçelerini daha önceki pek çok yazımda sıraladığım gibi sert faiz artışı kaçınılmazdır ve gereklidir.

Öte yandan Sayın Cumhurbaşkanının düşük faiz uygulamasına devam edileceği ve hatta faizlerin daha da düşürüleceği ifadeleri kurda yukarı yönlü baskıyı artırmıştır. TL değer kaybı evet bir servet transferine neden olacaktır ancak bunun dışında genişleyen dış ticaret açıkları karşısında bir zorunluluk olarak istenilen bir durumdur.

Sayın Cumhurbaşkanının faizlerin daha da düşürüleceği ifadeleri kurda yukarı yönlü baskıyı artırmıştır. TL’nin değer kaybı evet bir servet transferine neden olacaktır ancak bunun dışında bir zorunluluk olarak istenilmektedir.

Çünkü maliyet enflasyonunun artışı uygulanan KKM destekli örtük sabit kur sistemine bağlı olarak $/TL’deki artışın üzerine çıkmıştır. Bu durum, düşük teknoloji-emek yoğun ihracat yapan Türkiye’nin dış ticaret rekabetini olumsuz etkilemektedir. Dış talebin geçen yıl kadar güçlü olmaması ve ana ticaret partnerlerimizdeki stagflasyon korkusu nedeniyle dış talep sorunu bizi olumsuz etkileyebilecektir. Kur artışı ve ücretlerin baskılanması ile ticaret sorununa çözüm aranmaktadır. Ancak sakıncaları vardır:

TL değer kaybı dış ticaret hadlerinin daha fazla aleyhimize dönmesine ve ticaret artışının refah etkisinin karşı ülkelere geçmesine neden olacaktır. Bu yoksullaştıran büyümenin sürmesi demektir. Aynı zamanda küresel enerji fiyatları yüksek kalmaya devam edeceğinden TL değer kaybı ithalatın maliyetini ve enerji fiyatlarının yurt içi etkisini yükseltecektir. Bu durum, hem dış ticaret açıklarını büyütebilir hem de enflasyonist baskıyı artırabilir. Sonuç olarak artan enflasyon bizi tekrar dış ticarette fiyat dezavantajına sürükleyeceğinden kısır döngü içerisinde hapsolmuş oluruz.

TL değer kaybını zorunlu kılan bir başka durumda MB rezerv pozisyonunun yetersiz oluşudur. Artan dış açıklar ve merkez ülkelerin politika faizini yükseltmeleri ve diğer gelişen piyasaların da buna eşlik etmeleri TL’yi savunmasız bırakmakta ve ülke risk priminin yükselmesine neden olmaktadır.

Tüm saydığım sebeplere ek olarak ve ülke risk primini yani dış borçlanmanın maliyetini artırıcı bir neden de düşük faiz isteğinin kamu bütçe performansı açısından da olumsuz oluşudur. Zira bilançosu % 60 dolarize olmuş kamu kesiminde faizlerdeki düşüşün olumlu etkisine karşın kur artışının olumsuz etkisi daha yüksek ve kamu borçlarını daha fazla artırıcıdır.

Dolayısıyla ve tüm saydığım nedenlere bağlı olarak yüksek kur, düşük faiz ve ücret baskısı ekonominin arz tarafını da olumsuz etkileyecek ve aslında büyümenin sürdürülebilirliğini engelleyebilecektir.

Çünkü kur artışı, sermaye ve hammadde ithalatçısı üretim yapımızı maliyetler üzerinden olumsuz etkileyebilir ve yeniden üretim yapmamızı engelleyebilir. Öte yandan iç talebin kredi genişlemesiyle sürdürülebilmesi oldukça zordur. Yoksullaşan ekonomide iç talep bir noktadan sonra düşmeye başlayacaktır. Kaldı ki yeni yatırımlar ancak refahı yüksek güçlü talebin olduğu ülkelerde yapılabilir. Yatırımlar faize değil efektif talepteki artışa duyarlıdır. Ayrıca ücret gelirleri baskılandıkça kredi geri ödemelerinde yaşanabilecek zorluklar finansal stresi büyütebilecektir.

Ekonomi yönetimine naçizane tavsiyem rant ekonomisini ivedilikle terk etmeleri, sıkı para ve emekten yana genişleyici maliye politikası uygulamalarıdır.

Ekonomi yönetimine naçizane tavsiyem rant ekonomisini ivedilikle terk etmeleri, sıkı para ve emekten yana genişleyici maliye politikası uygulamalarıdır. Kamu nihai işveren olarak kendini gösterebilir ve yeni-teknolojik yatırımlar için öncü görevini üstelenebilir. Vergi politikasının ise doğrudan vergilerin toplam içindeki ağırlığını artırmaya yönelik olarak değiştirilmesi gerekmektedir. Tüm bu politikalar için akılcı bir makro plana ve bunu yapabilecek kurumsal düzenlemelere yani yeni bir DPT’ye ihtiyaç vardır.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

Baki Demirel
Baki Demirel
Doç.Dr Baki Demirel Gazi Üniversitesi lisans ve doktora programlarından mezundur. Gazi Üniversitesi İktisat Bölüm Araştırma Görevlisi olarak tamamladığı doktora sonrasında Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi İktisat Bölümünde Dr. Öğretim Üyesi olarak devam etmiş daha sonra Yalova Üniversitesi İktisat Bölümüne geçiş yapmıştır. Halan Yalova Üniversitesi İktisat Bölümünde öğretim üyesi olan Baki Demirel, açık ekonomi makro ekonomi, döviz kuru sistemleri ve para politikası üzerinde çok sayıda ulusal ve uluslararası dergide yayınlanmış makalesi bulunmaktadır.
spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI