Ülkemizde ekonomi yönetimi gerçekten ciddi sorunlarla karşı karşıya. Tüm ülkeyi Sayın Cumhurbaşkanımızın “faiz neden enflasyon sonuç” tezini ispat için laboratuvara çevirdik. Ama bir türlü beklenilen sonuçları elde edemedik. Ülke gündeminin yoğunluğu ve sürekli değişkenliği bizim gibi akademik iktisatçıların herhangi bir konuyu detaylı bir şekilde ele almasını ve tartışabilmesini imkânsız hâle getiriyor. Bir konu hakkında kamuoyunu bilgilendirici ve görüş bildirici bir yazı yazarken, aynı konunun devamını getirebilmek imkânsız oluyor. Zira ertesi hafta çok faklı bir gündemle uyanan kamuoyunun eski konuya yönelik ilgisi birden kayboluyor. Ekonomi çok uzun zamandır kötü gidiyor aslında. Belki kamuoyu nezdinde sorunlar görünür olmaya başlayınca, bu kadar yoğun bir ilginin odağı oldu birden. Daha başkanlık sistemine geçmeden başlamıştı kötü gidiş. Ama sistem değişikliğinden sonra ve tüm kararların tek bir kişiye bağlanmasının ardından, her şey çok daha kötü oldu. Bana göre geçmişte ekonomideki kötüye gidişin sorumlusu ile şimdiki kötüye gidişin sorumlusu bakımından ciddi bir fark yok. Gerçi geçmişte de sistem parlamenter rejim olsa da kararları alan hep Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan değil miydi? Ama yine de o günlerdeki sistem içinde kötü sonuçların sorumluluğunu başkalarına yükleme ve sorumluluktan kaçınma imkânı vardı. Ya şimdi? Bizzat Sayın Cumhurbaşkanının kendisi kamuoyuna söz verip, desteklerini istemişti seçimlerde. Her şeyin daha iyi olabilmesi, doğru alınan kararların hızlı bir şekilde uygulanabilmesi için başkanlı sistemi adı altında, “tek adam” rejimine destek istemişti. Bunu yaparken, belki de istemeden alınan kararların sorumluluğunu üstlenmişti Sayın Cumhurbaşkanı. Ancak geldiğimiz noktada bu yeni rejim, onun beklediğinin aksine, faydan çok zarar getirdi. İktidarının devamı yönünde “kredi” kazandırmaktan çok “zararlar” yüzleşmek zorunda kaldı; hem de sorumluluğu başkalarına atma imkânı olmadan. Ülkemizde ekonomi yönetimi gerçekten ciddi sorunlarla karşı karşıya. Tüm ülkeyi Sayın Cumhurbaşkanımızın “faiz neden enflasyon sonuç” tezini ispat için laboratuvara çevirdik. Ama bir türlü beklenilen sonuçları elde edemedik. Tüm dünya enflasyonla mücadele ederken, biz düşürmeyi tercih ettik ve politika faizlerini yüzde 8,5 seviyelerine kadar çektik. Gerçi bu faiz oranlarından kimlerin faiz aldığı hâlâ bir muamma. Ama bankacılık sektöründe, bizlerin karşılaştığı faizler bu oranın çok üzerinde. Kredi faizleri yüzde 30’lar mertebesine ulaştı bile. O da alabilirseniz tabi. Aslında bu efektif faiz oranlarından borçlanabilmiş olsanız ve Sayın Cumhurbaşkanının faiz teorisi doğru bile olsa, enflasyonun düşmesini beklemek saflık olur. Çünkü bu faizlerle finanse edilen çalışma sermayesinin ve yatırımların ürün fiyatlarına yansımaması düşünülemez. Sanırım bu enflasyonist etkiden korktukları için, onlara bu faizlerden borçlanma olanağı verilmiyor. İktisatta bilinen bir ilişkidir. Yüksek faize rıza gösteren firmalar, genellikle iktisadi faaliyetlerini döndürebilmek için, çaresizce dış kaynak arayışında olan firmalardır. İktisadi koşullar bu firmalar üzerindeki baskıları arttırdıkça ve bunların gelir üretme kabiliyetleri giderek azaldıkça, dış kaynağa daha çok yönelirler ve “günü kurtarmaya” çalışırlar. Bu tarz firmaların kolayca krediye ulaşabilmeleri piyasa mekanizmasının devreden çıkartılması ve piyasa dışı birtakım olanaklardan yararlanarak, krediye ulaştırılabilmek mümkün olabilmektedir. Siyasi yakınlıklar ve “birtakım özel ilişkilerin varlığı” bu piyasa dışı olanakların en önemlileridir.
Karşımıza çıkan en önemli sorun, bankacılık sektörü kanalıyla TCMB’nin yönlendirdiği kaynakları kullanan sektörlerin ciddi finansal baskı altında olmalarıdır. İflas riski yüksek olan birçok şirketin, iktidara siyasi yakınlıkları nedeniyle ucuz krediye erişebilmeleri mümkün.
Aslında böyle işletmelerin finansmana erişimlerinin ekonomiye katacağı bir şey yoktur. Daha çok ülke ekonomisinin kaynak kullanım etikliğini düşürürken, ekonomide verimsizliği teşvik edici bir etki yaratırlar. Neticede “gelir bölüşümü” bozulur, ekonomik büyüme düşer. Bu iktisatta çok bilinen bir konudur. Bankacılık sektörünün “sağlam” firmalar yerine bu tip firmaların krediye erişimine olanak sağlaması, biz iktisatçılar arasında “ters seçim” ya da “yanlış seçim” (adverse selection) olarak bilinir. Ekonomide böyle bir kaynak dağılımının görmeyi istemeyiz bizler. Bu durumun bankacılık sisteminde yaygınlık kazanması er ya da geç finansal istikrarı bozucu bir etki oluşturur. Hasbelkader özel sektörde üretici kesimler ile içinde bulunduğum ilişkiler, bugün ülke ekonomisinin geldiği durumu üretici kesimler bakımından görebilmeme ve değerlendirebilmeme olanak tanımaktadır. Bugün Sayın Cumhurbaşkanımızın ısrarcı olduğu para politikasının dünya geçekliği ile bir ilişkisinin olmadığını söylemek durumundayım. Son zamanlarda enflasyona ek olarak, dünyada finansal istikrar da önemli bir mesel hâline gelmişken, büyük merkez bankaları faiz artırım politikalarından taviz vermeyeceklerini tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Bizim bu gerçekliğin tam ters bir politikayı izliyor olmamızın bir anlamı ve gerekçesi olmalı. Şahsen biz iktisatçılar böyle bir neden göremiyoruz. Belki siyasetçilerin vardı. Ama onlar da gerekçelerini açıklamaktan ziyade, hamasete başvurmayı tercih ediyorlar. TCMB’nin belirlediği politika faizi bankacılık sektörüne desteklemek için veriliyor. Onlar düşük faizle TCMB’den kaynak temin ederken, yine siyasi koruma altındaki işletmeler ve sektörlere düşük faizli kredi verebilmekteler. Böyle bir koruma altında olmayan firmaların ise, sadece piyasadaki efektif oranlarla borçlanabilmesi mümkün. Burada karşımıza çıkan en önemli sorun, bankacılık sektörü kanalıyla TCMB’nin yönlendirdiği kaynakları kullanan sektörlerin ciddi finansal baskı altında olmalarıdır. İflas riski yüksek olan birçok şirketin, iktidara siyasi yakınlıkları nedeniyle ucuz krediye erişebilmeleri mümkün. Aslında bu şekilde iflas etmesi gereken birçok şirket, “suni teneffüs” yoluyla yaşatılmaya çalışılmaktadır. Bunlar ölü olup da yaşamakta olan şirketlerdir. Kamuoyunda “zombi şirket” olarak bilinen bu şirketlerin, kendi dertleriyle uğraşmaktan başka, ekonomide değer üretmek gibi dertlerinin olması beklenmemelidir. Anlaşılan nedendir bilinmez ekonomi yönetimi, “bal yapmayan arı misali” bu şirketleri yaşatmaya özen gösteriyor. Hem de çok uzun zamandır. Malum kredi garanti fonları (KGF) bu politikaların başlangıcını oluşturmuştu. Şimdi bu destekler daha da ileriye gitti.
Politika faizlerini düşük tutup böyle irrasyonel kaynak kullanım tercihleri yapmak, verilen kredilerin batma riskini arttırmaktadır.
Peki ya mali açıdan güvenli, sağlam, sürdürülebilir nakit akışı olan ve çok az borç kullanmış şirketlerin böyle bir ekonomik ortamda yatırım yapıp, istihdam yaratmak için talep ettikleri krediler karşısında TCMB’nin tutumu nedir? Onlara kredi yok. Hatta bankaların onlara ucuz kredi vermesi engellenebilir. Merkez Bankasının gerekçesi ise, kendi mantığı çerçevesinde anlaşılabilir (!). Eğer şirketin nakdi varlıkları uygunsa ve sağlam nakit akışına sahipse, o şirketlerin kredi almalarına ne gerek olabilir ki? Onun yerine “kendi kaynaklarını kullanarak yaparlar yatırımlarını” deyip geçersiniz. Oysa kredileri, “böyle güvenli nakit akışı olmayan, sadece günlük yaşayan şirketlerin gününü kurtarmak için harcamak gerekir”, diyor Merkez Bankası. Özetlediğim bu yaklaşım iktisadi rasyoneller açısından doğru değildir. Bankacılık sektörü bu şekilde yönetilemez. Bu şekilde yapılan kredi tahsisleri er ya da geç bankacılık siteminin istikrarını bozucu bir etki yaratacaktır. Politika faizlerini düşük tutup böyle irrasyonel kaynak kullanım tercihleri yapmak, verilen kredilerin batma riskini arttırmaktadır. Sanırım Merkez Bankamız, tercih ettiği firmalara yönelik düşük faizli kaynak temininin bizleri maruz bırakacağı maliyetleri düşük tutmayı düşünmektedir. Ama bu politikanın enflasyon yoluyla topluma yükleyeceği maliyetleri kamuoyu dikkatlerinden saklamaktadır. Söyleyebilirim ki ne Sayın Kavcıoğlu, ne de o ucuz kredileri alan şirketlerin sahipleri böyle bir maliyetle karşılaşmayacaklardır. Maalesef bu maliyet hepimiz tarafından ödenecektir.