Perşembe, Nisan 25, 2024

Dinbazlar, bilimbazlar ve hokkabazlar

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.

Esas ve çetrefilli mesele, aynı topraklar üzerinde demokratik nitelikleri yüksek bir ortak yaşam biçimine geçebilmek. Onu maddi ve manevi yönlerden doyurucu, kapsayıcı, çoğulcu, eşitlikçi ve özgürlükçü kılıp katılımcılıkla sürdürebilmek

Geçtiğimiz gün yine bir sansasyonel demeç çok dikkat çekerek öne çıktı. Hemen ardından da sosyal medya tazelenmiş polemiklerle çalkalandı.

DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ VE AHLAKI

Tabii bu durum sayısız örnekten sadece biri. Dolayısıyla bu yazıya da vesile oldu.

Zira kamusal meydanda siyaset savaşları, daha doğrusu dil dalaşları güncel popülist siyasetin makbul aracı, yöntemi ve amacı oldu.

Tribünlerdeki fanatik taraftarların ilkel gösterileri artık bir norm oldu.

Öfkeyle burnundan soluyan ve adeta kana susamış yuhalamalar “milli spor” oldu.

“Maç kritiklerinin” şiddeti sadece körükleyen Siyah/Beyaz kartları da hararetle beklenir oldu.

Tabii hakem de toplum. Onun da kartları iki renkli. Elde düdük, bir oraya bir buraya koşturur oldu.

Ülkede gözler ve akıllar ise adil ve güzel bir demokrasi oyunundan çok, nihai sonuçta ve skor tahtasında.

Kamuoyu yoklamaları da zaten eğlence parklarındaki “aşkın hararetini” veya “kas gücünü” ölçen barometrelerden farksız.

Memleketin her köşe bucağını dinbazlar, bilimbazlar ve hokkabazlar  sardı.

Bu koca siyasi-iktisadi-kültürel-psikolojik  toplumsal panayır elbette Bahktin’in “karnaval” kavramından fersah fersah uzakta. Zerre kadar dönüştürücülük işlevi yok. Kaldı ki özgürleştiricilik değeri olsun.

Kısacası ve hep yazdığım gibi, böyle “ya/ya da renkli” kartlar ile “çok renklilik” olmaz. Tıpkı her kafadan çıkan akorsuz ve detone sesler ile oluşan bu kakofonik kargaşanın yine onun polifonik “çok seslilik” anlayışı ile hiç ilgisinin olmadığı gibi.

İktidarın, muhalefetin ve muhalefete muhalefetin ve kararsız kitlenin aynı “eril ikicil mantık” ile yapılan ve yapılacak olan tercihlerine “bilinçli, bütünleştirici ve onarıcı” seçim demek olanaksız. İsterse sesli veya sessiz ittifak grupları ve idolleri 3, 4 veya 5 adet olsun.

Zaten bu ülkede radikal iyileşme olmaksızın, “temsili demokrasi” oyunu artık asla “adil ve güvenilir” oynanamaz. Türkiye kendini yeniden “hukuk devleti” olarak tanımlasa ve “üstünlerin hukuku” söylemi bitip “hukukun üstünlüğü” söylemine yeniden dönse bile “geçerli” olamaz!

Çünkü eski veya yeni bürokratik kadroların aynı ceza(landırma) hukuku mantığı ve “hukukçunun üstünlüğü” anlayışı ile ülkede “demokratik ahlak ve yargı” tesis edilemez.

DİL DALAŞLARI

Yeterince merak ettiyseniz kısaca o gazete manşetine şimdi dönebiliriz:

“Diyanet, her gün artan hayat pahalılığının sorumlusunu buldu. Fiyatları tayin eden Allah’tır.”

En başta zaten kaç zamandır iktidarın türlü iktisadi karar ve söylemlerinin “ekonomi bilimine tamamen aykırı” olduğunu haykıran uzmanlarca türlü itirazlar yükseldi.

Yanı sıra başka bazı muhalif veya laik kesim diye tanımlananlar kibarca ve sadece “Hayır, değildir!” dedi özetle.

Fakat çoğunluk alaycı ve sarkastik yorumlarla kendilerince eğlendi ve öfke boşalttı. Bazıları ise rejim elden iyice gitti artık diye daha da endişelendi ve daha da öfkelendi.

İktidar yandaşlarından ve trollerin karşı-saldırılarından hiç söz etmiyorum bile.

Daha mesafeli durmayı becerebilenler, ve cümlenin konuşma metni içinden “cımbızlandığını”, yani  “anlamın çarpıtıldığını” filan, yazan da oldu.

Tabii bu ülkede siyasetin dini araçsallaştırması ve popülizm AKP’den çok önce başladı. Onunla adamakıllı ayyuka çıktı ve meşrulaştı. Partinin vücut buluş sebeplerinin ve varoluşunu sürdürüş yöntemlerinin önde geleni demeli hatta. İktidarın son Alaturka başkanlık döneminde ise giderek hızlı bicimde parti veya şahıs devletine dönüşmüş yönetimin biçemi oldu.

Fakat, kaç yıldır veya salt şu son iki üç yıldır, türlü türlü analistlerce iktidarın koltuğundan, her ne pahasına olursa olsun kalkmamak için de her yolun demekte olduğu ve de deneyeceği, dozu arttıracağı bilmiyorum bugüne kadar kaç kez söylendi?

O halde, her defasında sil baştan hayretler içinde kalıp, “şok, şok, şok!” tepkileri vermenin ne yararı var? Yani “kronik inkar” ve ana meselelerle yüzleşmemekte ısrar ve değişime dirençten başka ne anlamı var?

Popüler gündemi belirleyen siyasi iletişimcilerin ve bu malzemeyi yayıp bulaştıran kitle iletişimcilerin çarklarını döndürmekten başka ne işe yarıyor?

Oysa zaten “bıçak sırtındaki” bu toplumda, iktidarın “başarısı” tam da burada diye 9 ay önce, yani bugün yenidoğan veya doğacak olan bebekler dölleniyorken yazmış idim:

Toplumsal psişik yarılmanın ve güvensizliğin dozunu artırarak halkın bilişsel-duygusal sağlığını harap edip, kitlesel konfüzyon yaratıyor: Gerçek ne, gerçek olmayan ne? Doğru ne, yanlış ne? İyi ne, kötü ne?

Zaman hızla geçti, geçiyor. Gelecek tüm gücüyle üzerimize geliyor. Türkiye’nin kayıplarının ise ardı arkası kesilmiyor. İnsanlar bitkin ve yorgun düşüyor. Dertler de bitmediği gibi, yoldaki yenilerinin de birbirini kovalayacağı biliniyor.

PSİKOLOJİK ÜSTÜNLÜK MÜ, ZAFİYET Mİ?

Öte yandan bir “gündemi belirleme” söylemidir gidiyor, sürekli ısıtılıp duruyor. Bunun marifet olduğunu, kim önce değiştirirse “psikolojik üstünlüğü” de ele geçirdiği gibi safsataları meşrulaştıranlar kimler? Kime ve neye göre? Kendinden menkul uzmanlıklarının ve statükonun devamlılığından başka ne işlevi var?

Oysa, bunun kimseye yararı olmadığı ve asla olamayacağı gibi, çok zararı var. Böyle abesle iştigallerle ne yazık ki bu ülkenin sorunları her geçen saat daha da derinleşiyor. Elbette işin içinden çıkılmasını da hayli güçleştiriyor. İnsanlar helak, kaynaklar heba, sorunlar habis ve umutlar da harap oluyor.

Zira ana meselemiz siyasi partilerin veya liderlerin birinin diğerine psikolojik üstünlük  sağlaması değil. (O da her ne demekse tabii; kaç kez sordum; açıklayan tek bir kimse de çıkmadı nedense!)

Veya kamuoyu anketlerinde öne geçmesi de değil.

Hatta huzurlu bir seçim ile iktidar değişikliği hiç değil; çünkü o da asla yeterli değil.

Zaten esas ondan sonra bu ülkeyi koca bir “duygusal boşluk” ve kaotik “bilişsel kargaşa” bekliyor. Kısa bir öforik (“zafer”, vs duygusu ile) dönemden sonra elbette.

Altılı Masa partileri üzerinde uzlaştıkları metinlere ve çözüm planlarına güveniyor. İktidarın yandaş kayırmacılık veya nepotizmle doldurmuş olduğu bürokratik kadroların liyakatlilerle yenilenebileceğine  inanıyor.

Fakat Türkiye, yani bizim için esas ve çetrefilli mesele, aynı topraklar üzerindeki demokratik nitelikleri yüksek bir ortak yaşam biçimine geçebilmek ve hep birlikte sürdürebilmek.

Günümüzün gerçeklerinin talep ettiği gibi, onu maddi ve manevi yönlerden doyurucu, kapsayıcı, çoğulcu, eşitlikçi, katılımcı ve özgürlükçü kılabilmek.

İşte bu da son yazımın son cümlesinde bahsetmiş olduğum, çeşitli yapay sınırları ve ikicil yarılmaları aşacak, dönüşümsel kavramsallaştırmalara geçebilecek bilinç sıçramasını gerektiriyor.

Ancak toplumun kolektif duygusal karakterine uygun siyasi yönetişim becerisi ve performansı buna elverişli değil. Çünkü bunun için gerekli kolektif entelektüel biliş de henüz yeterince gelişmiş ve önemseniyor değil. Bu türden bir muhakeme ve ahlaki yetkinliğin okul diploması, yaş, parti, ideoloji, kentli/köylü, şu veya bu memleketten olmak ile de pek bir ilgisi de yok.

Bunun en basit göstergesi muhalefettekilerin algı operasyonu, dezenformasyon, troller, vs diye şikayet ve serzenişleri. İrili ufaklı konularda sıklıkla iktidarla giriştikleri söz dalaşları ve muharebeleri.

İletişim danışmanlarının, vb. akıl hocalarının nasıl akıllar verip, ne gibi taktik yollar gösterdiklerini bilebilmem olanaksız. Fakat insan-toplum siyaset psikolojisinin P’sinden anlamadıklarını aşikar.

Oysa ha sosyal medyada trol, ha uluslararası arenada terör: Bunların en çok arzuladıkları dikkat çekmek, hır çıkarmak, öfkelendirmek, kasıtlı olarak belden aşağı vurmak, hassas sinir uçlarıyla oynamak, olgusal gerçekleri çarpıtmak, kısacası tahrik ve provokasyon ile muhatabının gözünün içine baka baka ve dünyanın gözü önünde, bile bile yalan/yanlış olanı söylemek.

Amaç bil(mey)erek hedeftekini kendi çaresizliğinde boğmak, sözsüz ve nefessiz bırakmak veya çıldırtmak. Öfkesini kendine döndürerek bir tür intihara, yanlış yapmaya zorlamak. Bununla beslenip tribünlerden, geniş tabandan, toplumdan veya dünya kamuoyundan şakşak, destek ve güç toplamak.

Dolayısıyla, “Nedir bu saçmalık”, “Ne yaptığını gördüm”, “Yalan söylediğini biliyorum”, vs. diye kamusal anonslar, kendini tatmin bile değil “çaresizliğin” sesi olarak kalır. Kendi kendine “Ben aptal değilim, ama sen ahlaksızsın”, vb. diye sesli söylenmektir. Kendi kendini teyittir.

Zaten onunki gibi, bilgisiz, habersiz veya bunlarla ilgisiz halk kesimlerinden (yani halihazırda mevcut ve özdeşleşmişler dışında) yeni “alkış” filan da getirmez!

Başka bir deyişle psikolojik üstünlük değil, tersine güçsüzlük ve zafiyet göstergesidir. Psikolojik üstünlük kazanılmak istenen her ne ise, onu gerçekleştirmekle elde edilir. Onun yolu da “Şifreni söktüm” demekten geçmez. O şifre her neyse kullanıp kilidi açmaktan, düğümü çözmekten geçer.

O halde şimdi işin bu provokasyon kısmını bir kenara atalım. Samimi olarak biraz da “anlam yüklemleme” ve “iletişimde sembolizasyon” yanına bakalım.

Zaten yukarıdaki konudaki gürültüye “naçizane bir ses” olarak benim de  şu tweet ile minik bir “katılımcı katkım” oldu:

Bu devirde, Türkiye’de veya dünyada, kimin neyi (Allah dahil!) nasıl “tanımladığına” bakmaksızın, ne zaman ve ne maksatla “provokasyon” yaptığını anlamaksızın ve tabii önce bunlarla “başa çıkmaksızın”, İLETİŞİM ve kişisel veya toplumsal hiç bir SORUNU ÇÖZMEK ne yazık ki olanaklı değil!

Alışıldık ve beklendik üzere, Twitter karadeliğinde buna bir ses veya herhangi bir tepki veren olmadı. Gerek olursa mesajımı açmak, tabii eğer görmek kısmet olursa, başka bahara kaldı.

Zaten yaşlı Türkiye’nin “bir bahar akşamı” rastladığı, “bahar sesli” ve müziği ile hep umutla “baharı müjdelemiş” İlhan İrem’i de kaydı gitti. Fakat bu “zamansız” parlak yıldızımızı zamane gençleri de sosyal medyada şimdi duydu.

Dolayısıyla, şu “anlam” sorunsalına ve kuşaklararası kültürel geçişlere  başka yazılarda geniş yer vermek bir gereklilik oldu. Hele insanlığın ve bu toplumun kolektif bilişsel gelişimini değerlendirmek ise artık zorunluluk oldu. Zaten yazının yeri de doldu.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.
spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI