Cuma, Nisan 19, 2024

Devrim Erbil: “Ben sanatın bir neferiyim”

Varlık ve Yeditepe dergileri dünyaya açılmamızı sağladı. Bundan önceki bir kapı klasiklerin 1940’lı yıllarda, Hasan Ali Yücel zamanında basılmasıydı. Onlar bizim yetişmemizde bir üniversite kadar önemli oldu.

Unutmuyorum, lisedeydim, Bergson’un bir kitabını okuyorum fakat anlamıyorum. Çünkü çevirisi çok farklıydı, kötüydü. Bu bende şu alışkanlığı doğurdu: Yabancı sözcükleri olabildiği kadar, yapabildiğim kadar az kullanma alışkanlığı oluşturmaya çalıştım.

Yalın Alpay, Türkiye’nin en ünlü ressamlarından Devrim Erbil’le, Erbil’in sanata, resme, edebiyata bakışını konuştu. Erbil, 85 yıllık yaşamında neredeyse tüm Türkiye sanat tarihinin canlı bir tanığı ve etkin bir aktörü. Yapıtlarıyla, akademide elli yıl süresince yetiştirdiği öğrencileriyle, kurduğu ve yönettiği sanat topluluklarıyla, müzelerle, üniversite bölümleriyle, yayınladığı dergilerle Türk resminin önde gelen referans merkezlerinden. Birçok uluslararası ve ulusal ödül sahibi Erbil, 1991’den bu yana devlet sanatçısı.

Yalın Alpay: Sizin için resim dünyayı kavramak için bir araç mı yoksa başlı başına bir amaç mı?

Devrim Erbil: Resim benim için bir tutku. Neden resim, neden ben resim yapmaya başladım? Resimle olan ilişkim çocuklukta güzel resim yapmaya başlayan yetenekli bir ressamın alışıldık öyküsü ya da bilincin beni taşıdığı bir yer değil. Yaptıklarımın resim olduğunu ancak ortaokulda anladım. Ben bu yaşta bile bir kırtasiyeye gittiğimde orada böyle güzel boya kutuları gördüğümde, renkler gördüğümde heyecanlanıyorum. Eve gelip hemen resim yapmak istiyorum. Renkli kağıtlar öyle. Şimdi elli yılı aşkın hocalık hayatım var. Ben her zaman çocuklara öğrencilere sanatçı adaylarına şunu söylerim; bir bakarsınız eğitimin bir yerde tıkandığını görürsünüz. Eğitim nerede tıkanır, artık sizin söyleyeceğinizi söylediğiniz bunun karşılığını yeteri kadar görmediğinizde. O zaman başka bir şey yapmak gerekli. Fırsat bulunca kalkıp yurtdışına gidin, bir müze görün, sanat ortamı görün, galeri görün, o sizi çok daha canlandıracak heyecan verecek ya da işinize çok daha bağlayacak bir olaydır. Bu iş gerçekten böyle, yaşamın her evresinde yeni bir heyecan, yeni bir aşk, yeni bir tutku. Bu tutku bazen bir kâğıt olur, bazen bir renk, bazen bir tekniği yakalama, bazen de gördüğünüz bir görüntü.

Ben bunları çocukluğumda görmedim çünkü televizyon yok, belgesel yok, sanatla ilgili yayın yok, galeri yok, sergi yok. Ne vardı? Kitap vardı. Kitap okullara kadar uzanabiliyordu. Ben sanırım, o kitaplarda duyarlılığımın, heyecanımın karşılığını gördüm. Tutkuların çeşitlenmesini gördüm ve şiir yazmaya başladım. Düz yazı yazmaya, öyküler yazmaya başladım. Çevremdeki yaşıtlarım olan çocukları çevreme toplar, hayali öyküler anlatırdım. Çok fantastik şeyler; su borusunun içinden geçip oradan bambaşka coğrafyalara çıktığım hikayeler, şimdi bile hatırlıyorum. Giderek dersleri de öyküleştirmeye başladım. Hiç unutmuyorum coğrafyadan İtalya’yı anlatmış hoca ve bize de ödev vermiş İtalya’yı anlatın diye. Ben oturdum 16 sayfa İtalya’da geçen bir seyahat öyküsü yazdım. Roma, Napoli, Pompei’yi geziyorum. Dağlarına çıkıyorum. Coğrafyasında ne varsa öykünün içine katarak anlattım.

İlkokulda resim dalında değil de hep böyle öykü, düz yazı, şiir dallarında birinciliklerim var. Çünkü düşünün ki Balıkesir’de bir çocuk ne görsün ne yapsın. Daha sonra ortaokul yıllarımda bir kitapçının vitrininde ilk defa öyle küçük cep kitapları boyutunda resim kitapları gördüm. Tolouse-Lautrec’i, Degas’yı, Cezzane’ı orada tanıdım.

Benim için o kadar heyecan verici bir şey ki ve para biriktirip onları alıyordum, küçük küçük kitaplar. Yani sanatla karşılaşmam orada oldu. Bir de ortaokula gittiğimiz zaman sanat eğitimi görmüş öğretmenlerle karşılaştık. Resim öğretmeni Ahmet Uzelli, özellikle Sırrı Özbay. Hepsinin ayrı öyküleri var. Sırrı Özbay akademiyi bitirmiş, Romanya’dan gelmiş. Paris’e gidip gelmiş. Bütün heyecanını resim yapmaya ve çocukları eğitmeye vermiş. Tatil günlerinde bizi, yetenekli çocukları alır resim, çamurdan heykeller yaptırırdı. Orada yavaş yavaş tanımaya başladım. Onlar da benim elimin yatkınlığını, sanata olan ilgimi, adına yetenek dersek yetenek, onu bende keşfettiler. O andan itibaren yeni bir heyecan geldi yaşamıma. Amaç mıydı araç mıydı ben burada ikisini karıştırıyorum. Bir süre sonra benim için bir tutku oldu.

Yalın Alpay: On beş yaşınızda yaptığınız ilk dönem resimlerinizle son dönem resimleriniz arasında bir benzerlik var. Oysa ara dönemlerinizde, soyut resim tercihinizle ilk ve son dönemlerinizden farklısınız. Soyut resimlerinizde dışarıyı mı temsil ediyorsunuz yoksa kendi içinizdeki şeyleri mi? Kuşlar ve ağaçlar temalarınız tamamıyla sizin içinizden gelen kuşlar ve ağaçlar mı, yoksa dışarıdaki kuşlara ve ağaçlara gönderme yapıyor musunuz?

Devrim Erbil: Onlar bana gönderme yapıyorlar. (Gülüşmeler) Onlar gönderiyorlar, ben onları kullanıyorum. Ben onları kuş diye değil, bir ritmin taşıyıcıları olarak görüyorum. Bazen bir dalganın küçük hareketleri, bazen bir yaprağın sesi, kuşun suya değen kanatları, bir ufak ses, tekrar eden bir ses…

Dün akşam bir reklamda gördüm; “kentlerin sesi” diyor, İstanbul’da martı sesleri, vapur sesleri geliyor… O tekrar eden sesler, o hareketler, o ritm ve ritmi oluşturan her şey, bir kanat çırpıntısı, devinim, hareket, bütün bunlar benim resimde beklediğim, tekrar eden soluk alıp verme gibi, günlerin değişimi gibi tekrar eden bir olguyu yakalama isteğim. Bu nedenle artık hangisi hangisini etkiliyor, amaç mı araç mı, soyutun başlangıcı mı? Aslında belki de soyut dememek lazım. Yani beni soyuta bakışım da öyle. Ne sınırsız bir soyut; çünkü soyutun temeline indiğimiz zaman hiçbir çağrışım yaptırmayacak olan doğayla, yeryüzüyle, insanla ilgili çağrışım yaptırmayacak olan bir nesne ama benim nesnelerim çağrıştırsın, o benim umrumda değil. Soyut mu, değil mi, o da değil. Çünkü ben içimdeki o kalbimin atışındaki ritmi, gözümün açıp kapamadaki hareketlerimdeki ritmi resimde yakalamak istiyorum. Zaten sen de çok iyi biliyorsun ki benim resmimin temelindeki o öz, devinimle, hareketle, ritimle oluşan bir olgu; resimlerimin oluşmasının temel nedeni… O nedenle soyutun, gerçek soyutun birtakım boyutları var. Bazen ipucu veriyor, daha doğrusu bu soyutun bir bellekte yerleşmesinin farklı boyutları olabiliyor. Eğer siz tuvalin ortasında bir yuvarlak görüyorsanız, o sadece soyut bir biçim ama eğer onu bir soba borusunun deliği olarak görüyorsanız, somut görüyorsunuz. Geometrik bir biçim olarak görürseniz bu bir soyutlama. Soyut, soyutlama, geometrik, organik soyutlama, geometrik soyutlama… Bunları alıp götürebileceğin yerler var. Ben o yerlere gitmiyorum. Ben sadece o tek bir soba borusunu değil de belki yüzlerce soba borusunu düşünüyorum orada. Tek bir delik değil de yüzlerce yaprak geliyor işin içine, denizin dalgaları, suyun serpilmesi, yağmurun yağması bütün bunlardan sonra da işte benim resmim çıkıyor. Örneğin İstanbul resimlerim, bunlar İstanbul’un bir tek yeri değil. Burada belki bunu hiçbir yerde, ufak ipuçları vermiş olmasa resmi siz İstanbul diye de görmeyebilirsiniz. Ama insanlarda ben şunu gördüm ki mutlaka bir şeyle bir bağlantı kurma isteği var içlerinde.

Görsel sanatlarda bilgisi birikimi olan, çok daha derinlere inen bir insan için resim bambaşka olanaklara kapı açabilir ama sıradan bir insanın illa bir bağlantı kurmaya ihtiyacı var. Bunu ben bizzat deneyimledim. Çok önemli resimlerim hala elimde, çok da iyi oldu, gitmedi başka bir yere, sonra gidip müzayedelerden almak durumunda kalıyorum. İyi oldu, benden yarına kalacak asıl önemli eserlerimin farkında olunmuyor da daha harcıalem İstanbul’larım daha çok ilgi çekiyor. Olsun, onları sevenler onlara gitsin Başkalarının çok beğenmediği ama benim bütün içimi, gönlümü koyarak yaptığım resimler de bende kalsın.

Yalın Alpay: Avrupa soyutçuluğu, dışarıyla belli bir bağlantı kuruyor. Diyelim resimde kuş varsa, kuş hala tanıyabileceğimiz bir nesne ama bir soyutlamaya uğramış. Oysa Amerikan soyutçuluğunda, İkinci Dünya Savaşı sonrası, mesela Pollock’un resimlerinde artık soyutçuluk zihnin dışına hiç taşmayan bir soyutçuluk. Resimdekiler artık hiç tanımadığımız nesneler çünkü ressamın zihni dışındaki hiçbir şeye gönderme yapmıyorlar. Sizin resimleriniz bana göre, Avrupa soyutçuluğuna daha yakın. Ama demin konuştuklarımız, bir yandan Pollock gibi de düşündüğünüzü gösterdi bana.

Devrim Erbil: Haklısın, resmim onları çağrıştırabilir ama benim yakın olduğum daha başka şeyler gibi geliyor bana. Ben mesela Pollock’ı da sevdim, Paul Klee’yi de sevdim. Yani tüm onları kendi ülkelerindeki müzelerde, dünya müzelerinin hepsinde gördüm. Ama benim çocukluğumdan beri dikkatimi çeken daha başka şeyler, mesela eski yazıyla yazılmış içinde resim olmayan kitaplar vardı. Yazı düz giderken birden yukarıdan yan yazılıyor, kırmızı giderken siyahlar giriyor. Ben onları çocukluğumda beni müthiş etkilemiş şeyler olarak görüyorum. Akademi’de öğrenciyken Türk İslam Eserleri Müzesi’ni görmemden önce, ben bunları görmüştüm. Büyükbabamın kitaplarından, sahaflar çarşısında gördüklerimden etkileniyordum. Sonra daha bilinçli olarak sanat eğitimine girdiğim zaman, belki burada hocam Bedri Rahmi’nin de etkisi olabilir ama o Türk İslam Eserleri hiç çıkmadığım bir yerdi. Oradaki hat sanatı; onu ben kendi sezgilerimle keşfettim. Anadolu’ya o eserlerin kökenlerine doğru yolculuklarım oldu. Akademi’de öğrencilik yıllarımda mezar taşlarının, yan yana gelişini, üzerindeki yazıları falan hep çok sevdim. Hele hat sanatının ustalarını tanımak bana bambaşka kapılar açtı. Ve böylece ne Batı ne Amerika merkezli bir resme yöneldim. Amerika’nın kökleri başka yerlere dayanıyor. Onlar 1950’lerde Rauschenberg’ler ve diğerlerinin yeni bir hamle yapmaya, çalıştıkları, Andy Warhol’lerin, sanata dışavurumculuğu, soyutçuluğu getirdikleri zamanlarda, ben onlardan çok daha eski kökler ile ilgileniyordum. Mesela Mısır sanatı beni ilgilendiriyordu. Kalkıp gidip gördükten sonra çok daha fazla hayran oldum. Ondan sonra çivi yazısı, minyatürler, halılardaki motiflerin yaşamla bağlantıları, bunlar beni o kadar çok etkilemeye başladı ki, doğrudan doğruya Batı’nın soyutçuluğuna yurtdışına gidip gelen birtakım sanatçılar gibi onlara hayran olup, o tarz bir soyutlama yapmak beni cezbetmedi. Bunları da yaptım ama özümde duygularımın karşılığı olan kökler her zaman başkaydı. Hat sanatı, minyatür, Uzakdoğu sanatı, Çin sanatı bunlar pek Akademi’de gösterilmezdi. Çünkü bir Batı hayranlığı almış yürümüştü. Bu, belki de doğaldı. Batı her kurumuyla uygarlığın çağdaş olmanın bir örneğiydi, Cumhuriyet de bunu gösteriyordu ve doğru da yapıyordu. Belki de doğrudan doğruya gidip mesela Paris’te altı, sekiz sene kalsaydım belki de ben de o havada bir ressam olur gelirdim çünkü herkes onu yapıyor herkes onu beğeniyor. Ama benim şansım o yıllarda değil de daha sonra okulu bitirdikten sonra yurtdışında asistan olduktan sonra, yani yapacaklarım belli olduktan sonra, köklerimi çok daha sağlamlaştırdıktan, yani neyi sevdiğimi, neye yakın olduğumu bildikten sonra Batı’ya gitmek oldu. Böylece Batı bana sadece bazı görmediğim yönleriyle kendisini açan, mesela İspanyol sanatını, Prado Müzesi’nde bütün o saray resimlerini, büyük ustaları Goya’ları Velazquez’leri, Las Meninas’ı, tam o tablonun içindeki gibi düzenlenmiş bir mekânda görmeme olanak tanıyan bir pozisyona oturdu. Tekniğimi geliştirdi, bakışımı değiştirdi ama inancımı değiştirmedi. Bu en büyük kazancım oldu diyebilirim. Yani bir erken üsluplaşma. Bugün yaptığım resimlerle taa öğrencilik, hatta yani çocukluk dönemimde on-on beş yaşımda yaptığım resimlerdeki doğaya bakışım yer yer bir bütünlük taşıyorsa, yani oradaki duyarlılıkla buradaki duyarlılık oradaki bakışla buradaki bakış bir ortak payda taşıyorsa bu benim kendi özümü yakalamam ve ona sadık kalabilmemden ötürüdür. Elbette her sanatçının sanatında yaşamından, gördüklerinden, yeni bir kenti yeni bir müzeyi yeni bir insanı tanımaktan gelen dalgalanmalar olması çok doğaldır. Ama ben yine o çocuksu heyecanımda karşılığını bulan renkleri, biçimleri ve onları bir araya getiren devinimin, özün, ritmin dalgaları içindeyim.

Yalın Alpay: Minyatürle ilgili araştırmalar yapıyorsunuz fakat bu sizin resminizde büyük bir değişim üretmiyor. Minyatürle ilişkilendirilen resimleriniz, 1952’deki ilk resimlerinizle büyük benzerlikler taşıyor. Yani minyatürle ilgili edindiğiniz bilgiler, sizin resimlerinizi değiştirmiyor. Siz minyatürle karşılaştığınızda, kendinizle karşılaşıyorsunuz. Ben öyle algılıyorum.

Devrim Erbil: Kendimle onu özdeşleştiriyorum bütünleşiyorum sevgi dağarcığımda o hep var ama minyatür gibi resim yapmıyorum. O kendi çağının kendi döneminin özelliklerini taşıyor.

O belli bir amaca yönelik, benim amacım o değil. Benim amacımla minyatürün çeliştiğini gördüğüm zaman, ondan alacağımı almış oluyorum. O ritmik kurguları, yığma perspektifi, renklerin bir araya gelişinde konuyla bağlantıları çözdükten sonra, minyatürün çözümleriyle benim çözümlerim arasındaki farklılıklar ortaya çıkıyor. Ondan sonra o benim tarihin, sanatın, kültürün belli bir dönemin, benim için çok önemli ve özel şeyleri olarak kalıyor. Deminki söylediğim önemliydi. Akademi’de bir Batı hayranlığının doğrudan doğruya uygulama şekli vardı. Paris’te sanat nasıl öğretilirse, Akademi’de de aynen öyle öğretiliyordu. Çünkü 1930’lu yıllarda kuruluşundan beri hep Batı eğitimi kaynaklı bir kurumdu. Batı’da Akademiler on altıncı yüzyıldan sonra başladı. Usta-çırak geleneğinin sistemli bir biçime dönüşmesi o zaman gerçekleşti. O yüzden Akademi’de eğitim veren hocalar da buna göre seçilmişlerdi. Mesela 1930’lu yıllarda Leopold River var resim bölümünün başında. İşte D Grubu sanatçıları geliyorlar, onlar Akademi’de hoca oluyorlar. Zeki Faik, Sabri Berker, Ali Çelebi, Cemal Tollu, sonradan Bedri Rahmi, Sabri Berker. Orada Batı’nın eğitim sistemini kuruyorlar. Mesela Zeki İzer de hocam değildi ama görüşürdük, anlatırdı. Paris’e gittiğimiz zaman bizi gezdirirdi. Öğretim üyeliği sırasında da Akademi’de atölye seçmeden önce bir başka atölyede üç ay durur ki yoklamamız orada olsun diğer hocaları tanıyalım diye bize süreç verilirdi. Ben Zeki Faik’te üç ay kaldım. Doğu sanatına minyatürlere vs değinmezdi. Sanat belki ona göre, benim anladığım kadarıyla Yunan ve Roma’ya kadar geri götürülebilirlerdi. Bir neolitik dönem, mağara resminin onu heyecanlandırmadığını, Mısır resminin, minyatürün iki boyutlu oluşundan dolayı onun ilgisini çekmediğini biliyordum. Halbuki insanlık tarihinin çok eski eserleri var. Her gün insanları şaşırtan yepyeni bulgular ortaya çıkıyor. Mesela Göbekli Tepe’de olduğu gibi. Hele Anadolu’da bütün savaşların olduğu, insanların gelip geçtiği, kültürlerin birbirleriyle karşılaştığı bir yer olarak daha da neler çıkacak. Ama Batı hayranlığı Anadolu’nun kültürel değerlerini de birçok kişinin görmesine engel oldu. Bunların içinde en önemlisi bence mesela Bedri Rahmi’ydi. Onun öğrencisi olmak benim için şanstı, ayrıca tabii onun kadar Sabahattin Eyüpoğlu’nu tanımak, daha sonraki yıllarda Sezer Tansuk’u tanımak… Onların Anadolu’daki kültürel yapılaşmaya bakışları farklı. Benim gençliğimde bir Türk’ün yurtdışındaki resimleri görebilmesi pek güç ve sınırlıydı. Herbert Read’in Sanatın Anlamı kitabı İş Bankası’ndan çıkmış küçük bir kitaptı. Benim hem öğrencilik hayatımda hem de sonra hocalık hayatımda temel kitaplarımdan biri oldu. Şimdi koşullar da çok farklı. Demin çocukluğumu anlatırken söylediğim müze, galeri ve yazılı yayın eksikliği, bu benim hocalarımın öğrencilik yıllarında da benim öğrencilik yıllarımda da hep böyleydi. Bedri Rahmi’nin bir sözünü hatırlıyorum, öğrenciyken atölyede söylediği, “ben akademiyi bitirinceye kadar- altı senelik bir eğitim- renkli iki tane resim gördüm.” demişti. Biri Van Gogh’un Postalları diğeri de Gauguin’in resmi. Düşünün Türk resminin büyük bir ismi… Bundan seksen sene önceki baskı teknikleri içinde iki tane resim görmek onun renkle bağlantısını, duyarlılığını, rengi tanıması için yeterli mi? Hiç değil. O nedenle bugün sadece bizde değil tüm dünyada televizyonun müthiş bir katkısı olduğuna inanıyorum. Batı müzelerini kuyruklarda bekleyip giriyorsunuz. Önemli sergiler önemli sanatçılar kitaplar yayınlanıyor cennet bahçesi gibi. Sanatı tanıma şansınız var. O yüzden bugünkü eğitimle bundan öncekiler çok farklı. Batıyı görüp de hayran olan hocalar, bu hayranlığı Akademi’de verilen eğitime de yansıttılar. Bu hayranlık körü körüne bir bağlılık halini alınca da işte Türk resminin en büyük sorunu ortaya çıktı. Türkiye’deki eğitim kurumları daha yerel kaynaklarını, kendini tanımayı, kendi özünü yakalamayı yavaş yavaş öğreniyor. Şaşırıyorum öğrenciler eğitimi yeterli bulmadıkları için master doktora programları yapıyorlar. On altıncı yüzyıl bilmem filamanca isminde kompozisyon Natürmort. Ya bize ne? Onları yapsınlar. Bizde o kadar çok şey var ki. Ben buradan olaya giriyorum. Konuşmalarımda sohbetlerimde sanatımda… Kendi yerel değerlerimizin de farkında olalım ki çıktığımız zaman bizim yaptığımız ilginç olsun ve ilginç olabilme noktaları çok fazla. O nedenle belki ben bu öze sadık olmanın meyvesini bugün daha anlaşılır seviyede olmakta buluyorum.

Yalın Alpay: Pek çok röportajınızda ve bizim ikili özel konuşmalarımızda sanat yaşamınızın Varlık ve Yeditepe dergileri ile başladığını dile getiriyorsunuz. Çocukken okuduğunuz, aracılığıyla dünyaya açıldığınız bir dergi, bugün kariyerinin zirvesindeki Devrim Erbil hakkında bir dosya hazırlıyor. Nasıl bir his?

Devril Erbil: Teşekkür ediyorum. Çok anlamlı tabii ki. Varlık’la bağlantıyı tanımlayan en güzel sözcük de demin söylediğiniz “dünyaya açılan” sözcüğü oldu. Sanat dünyasında olup biteni görecek dergiler var, kitaplar, konferanslar yayınlar, bienaller, sergiler… O kadar çok dünyaya açılan pencereniz var ki, bu hem iyi hem de riskli. Çok global bir dünya oluşturma bakımından oldukça faydalı ancak yerel değerlerin kültürün korunması açısından bu bir tehlike olabilir. Hatta bundan yirmi yıl önceydi UNESCO kültürel değerlerin yerel değerlerin korunması yılı ilan etti o yılı, çünkü böyle bir tehlike var. Bir bakıyorsunuz dünyanın her yerinde herkes aynı şeyleri düşünüyor. Tadı tuzu kalmıyor. Ama sanat bu evrenselliği içinde taşıyor. Edebiyat da taşıyor tabii. Bir metin, bir şiir, bir kitap çevrildiği zaman hemen hemen yakın bir tad alınabilir ama resimle doğrudan doğruya oluyor o etki. Global bir dünyayı herkesin aynı şekilde düşündüğü bir dünya olarak düşünmek belki çok ütopik bir şey olabilir. Hiçbir zaman böyle olmayacaktır ama hiç olmazsa belli bir kültür düzey ekonomik seviyeye ulaşan insanlar arasında bir ortaklık olabilir. Zaten bu da var. Şimdi egemen olan Batı kültürü var. Diğer zamanlar başka kültürler. İletişimin karşılaşmanın bu kadar yoğun olduğu bir dönemde bu ortaklaşa payda ister istemez kuruluyor. Ama yerel şeyleri korumak gerektiği inancındayım.

Varlık dergisine ve Yeditepe’ye gelince o dergiler gerçekten dünyaya açılmamızı sağladı. Bundan önceki bir kapı klasiklerin 1940’lı yıllarda Hasan Ali Yücel zamanında basılmasıydı. Onlar bizim yetişmemizde bir üniversite kadar önemli oldu. Farklı bakış açıları, düşünceler o denli etkiliydi. Bazen klasikler içinde anlayamadan okuduklarımız da olurdu. Unutmuyorum Bergson’un Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri kitabını, Akademi’deki öğrenciliğim sırasında notlar alarak okuyorum fakat anlamıyorum. Bizim zamanımızda liselerde felsefe, mantık, sosyoloji, psikoloji, astronomi, sanat tarihi hepsi okunurdu. Ben de edebiyatla ilgiliydim. O ilgi her zaman, çocukluğumdan bugüne sürdü. Kendimi ben bunu nasıl anlamam anlamalıyım demek ki bir eksiğim var diye zorladım. Galiba yine sonunda anlamadım çünkü çevirisi çok farklıydı, kötüydü. Birtakım kavramlar bende yerine oturmadı. Bu bende şu alışkanlığı doğurdu: Yabancı sözcükleri olabildiği kadar, yapabildiğim kadar az kullanma alışkanlığı oluşturmaya çalıştım. Bunu başardığımı da düşünüyorum çünkü altmış yıl daima beni dinleyen bir şeyler öğrenmek isteyen kişilerle karşı karşıyaydım; gerek örgün eğitim içinde Akademi’de, Mimarlık Fakültesi’nde ders verirken, yine konferanslarda anlaşılmayan bir sözcüğü kullanıp da bunun arkasına gizlenip bilgiç gözükmenin manası yok. Size isim vermeden bununla ilgili öyküler de anlatabilirim. Yani öyle olaylar oluyor ki çok anlamlı, vurgulu, yabancı sözcükler sıralanıyor. Ancak özünde bir yere varılmıyor. İnsanlar diyor ki ya ne derin insan ne kadar çok biliyor ve kendi acizini içine gömüp üzüntüden küçülüyor küçülüyor. Halbuki dil anlaşılmak içindir. O yüzden eskiden tuttuğum notlar içerisinde öz Türkçe karşılıklarını kullanmışım. Olabildiği kadar özen gösteriyorum. Ne Arapça ne Farsça ne yabancı dillerde bir karşılığı olmasa da onu anlatırsınız. Benim anlatım dilimin içinde bu yabancı sözcüklerin olmaması anlaşılabilir olma çabam bana birçok şey kazandırdı. Dinleyenlere de kazandırdı. Varlık dergisinin ve onun yayınlarının bize büyük bir ufuk açtığını söyleyebilirim. Ama ortam da bunu geliştiriyordu. Mesela eskiden okullarda edebiyat matineleri yapılırdı. Ben Lisede Bedri Rahmi’yi, Özdemir Asaf’ı, Melih Cevdet Anday’ı hep bu edebiyat matineleriyle tanıdım. Geliyorlar, şiirler okuyorlar. Çünkü herkes kitap okuyordu o zamanlar. Onları tanımak o heyecanı yaşamak insana yeni heyecanlar yeni edebiyatla karşılaşma fırsatları veriyordu. Bir de zamanın baskı teknikleri içinde siyah beyaz basılan bir dergide bile Renoir’nın, Picasso’nun, Matisse’in desenlerini görmek, ya da bir kapakta Bedri Rahmi ya da bir başka Türk ressamını görmek, heyecan vericiydi. Akademi’ye gittiğim zaman, ben de heyecanla desenler yollamaya başladım. O siyah beyaz desenler basılınca nasıl mutlu olurdum.

Türk sanatının birçok önemli isminin desenleri orada var. Mesela Kaya Sezgin’i ben orada desenleriyle tanıdım. Süleyman Velioğlu bambaşka alanlara gitti; sanatla psikolojiyi birleştiren önemli bir insan. Onun desenleri vardı, Refik Hayati’nin vardı, Nurullah Berk’in desenlerini görürdüm. Heyecanlanırdık. hele bizim desenimiz çıkınca, ayda bir çıkardı o zaman Varlık, tren Balıkesir’e akşam 18:19’da gelirdi. Oradan derginin bayiye geleceğini hesap eder işte 45 dakika sonra bayinin kapısında dergiyi beklerdik. Okuduklarımıza yorumlar yapardık, anlamlar yüklemeye çalışırdık. Bir paragrafçık yazı bile bizi bize bizde olup biteni anlamamıza yardımcı olurdu. O dönem bu şevkle galeriler, kültür dernekleri kuruldu. Etkinlikler yapıldı. Bunlar benim Akademi’de olduğum sürece de gelişti. Öğrenci derneğinin yapılan çalışmalarında birçok görev aldım. Asistan olduğum zaman Akademi’nin sanat bayramlarını düzenlemede rolüm oldu. Bu beni hayranı olduğum Atatürk’ün kurduğu bir müzede müdür olmaya kadar götürdü. Akademi’deki görevim halk için bir şeyler yapmak, geniş kitlelere ulaşmaktı. Sadece elit bir zümrede kalan zengin, varlıklı insanların, belli yüksek kalitede aydınlar arası konuşmanın olayı olarak değildi sanat. Sanat benim gördüğüm kadarıyla gelişmiş ya da gelişmemiş her toplumda mutlaka var olan bir yol çünkü insanların duygusu, düşüncesi, heyecanı yaşamla ilgili alışverişleri; hepsini içinde barındırıyor. O yüzden insan kendini anlatacak, kendini bulacak, kendini dinleyecek, kendiyle hesaplaşacak, eleştirecek. Bu insan için yapılan bir olgu, eğer yaşamınıza girmiyorsa, bir düşünce boyutuna götürüyorsa, kendini düşündüren kendini oluşturan bir çaba olarak ortaya çıkıyorsa işte bu sanattır. Ben her zaman bu heyecanı taşıdım, daha geniş kitle, daha çok öğrenci… Hatta eleştirildim bu yüzden. Sanat etkinliklerini çok ücra, varoşlara gece kondu semtine götürdüm. Beni baya eleştirdiler. Kahvehanelere, varoşlara sanatı götürmeye çalışıyor diye eleştirildim ama ben bununla gurur duydum. Götürebildim mi bilmiyorum. Yedek subaylığım sırasında bile sanat sanat diye çırpınıyordum. Sen burada yedek subaysın üç beş ay kalıp gideceksin ne uğraşıyorsun dediler. Ama ben dönerken şunu söylediler bana; biliyor musun: “Artık hanımlar günlerde sanattan bahsetiyor”. Bu bile benim için önemliydi. Herkese bu sevgiyi verebilirsek, çünkü yayılması çok kolay olan bir sevgi, bugünlerde dolaşan virüsler falan var hemen ondan ona ondan ona geçiyor. Bu sevgi de geçebilir ama o sevgi tınısını yayacak doğru tonu bulmak gerekiyor. Ben onu yaptım zannediyorum. Hem resmimde hem anlatımlarımda; bugün benim konuşmalarımla benim hocalığımla benim röportajlarımla birçok kişi daha sanatı seviyorsa, ya da resimlerimle daha çok tanınıyorsam, daha çok seviliyorsam ve sanatı sevdirebiliyorsam, bu benim yaşamımım anlamı demektir. Bu bana yeter.

Yalın Alpay: İstanbul resimlerine 1975’lerde başlıyorsunuz. Nasıl karar verdiniz? Anlık bir şey miydi tekrarlayacağınızı düşündüğünüz bir tema mıydı yoksa süreç mi sizi öyle bir duruma itti?

Devrim Erbil: Tabii bu İstanbul’un kendinden de kaynaklanıyor. Birdenbire Anadolu’dan İstanbul’a gelip sanat eğitimi içinde kendini gören bir insanın şaşkınlığı vardı başlangıçta üzerimde. İstanbul’u, müzeleri, sanatı tanıyorsunuz. Her ne kadar Anadolu’da, sanatı var etmeye çalışsak, kültür dernekleri kurmaya çalışsak da daha yeni, daha farklıya ulaşma açlığı hiç bitmiyor. Benim yaşadığım kenti örnek gösterirsek, Balıkesir’de 1959 ilk şenlikleri yaptık, Balıkesir Festival diye, ondan önce Anadolu’da yapılmış öyle bir şey de yoktu. Sinemacılar geldi. Kültür derneğinin etkinliği olarak parkın içinde, açık havada on üç tane sergi açtık. O zaman son sınıftaydım. Karikatür özgün baskı sergileri, fotoğraf sergileri, hatta sanatçıları, Türkiye Ressamlar Cemiyeti’nin sergisi, Amerikan resmi reprodüksiyonlar; on üç sergi parkın içinde açtık. Bunlar Anadolu’da kökleşmeye başlayan filizler olarak görsek de sanat tabii bambaşka bir şey. Oradan kalkıp içimizde daha büyüğe ulaşmak daha farklı şeyler görmek, gördükçe içinizdeki o duygunun büyümesi, daha çok bağlanmak. Çok aşamalar atlatıyor insanın içinde.

Şimdi düşünüyorum da kendinizi var edip oluşturmak çok zor bir şey. Bunu yaşarken böyle gelmiyor, şimdi düşündüğüm zaman gerçekten çok büyük badireler atlatmışız. İstanbul’a geldiğimiz zaman İstanbul kapalı kutu. Ben hala keşif halindeyim. Bundan yedi sekiz yıl önce bir belediye başkanı zannediyorum Saadettin Tantan’dı. Zeyrek’te bir sanatçılar sokağı yapmak istedi. Beni buldu. Müzecilik hocalık falan. Ben Zeyrek’i tanımamışım. Orada bir gidiyorum, Doğu Anadolu’daki gibi insanlar sokaklarda oturuyorlar, Yedikule mahzenleri orada. Karşımda hiç görmediğim bir mimari yapı duruyor. Kümbet gibi ama delikleri var. Öğreniyorum ki zamanında İpek Yolu’na giden fillere eşya yüklemek için kullanılan bir yapı. Yani İstanbul şimdi bile keşfedilmesi zor. Hem toprağın altı hem toprağın üstü. Geçen yıldan beri Beşiktaş’ta bir kazı alanı var, metro yapılırken ortaya çıktı. Traklar oraya gelmişler 7000 yıl önce. İstanbul toprağıyla, toprak altıyla, kültürüyle yaşanmışlıklarıyla insanlarıyla çok renkli bir ortam. İstanbul’un bir kendi çekiciliği vardı, doğasının çekiciliği vardı. Üç imparatorluğa merkezlik etmiş, dünyada benzeri olmayan bir kültürel geçmişinin esintilerini taşıyor. Kimlere kimlere ev sahipliği yapmış: Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer, Feyaman Duran, Çallı İbrahim. Ben altmış yıllık Türk tarihinin canlı bir tanığıyım. Hem onları yaşadım hem İstanbul’u yaşadım. Hem istanbul’u resmeden sanatçıların eserlerini hem de müzelerini gördüm. Tabii bu büyük kültür derinliği ve coşkusu içinde İstanbul’a uzak kalmak olamazdı. Sıkıntılarıyla beraber onu yaşadığım için belki de birazcık yukarılardan bakıyorum. Ne kadar uzaktan bakarsanız size o kadar daha sıcak gözükür. Minyatürlerden gelen bir tutku bende. Genişliğiyle bir doğayı yakalamak sadece fotoğrafın bakış açısının sınırları içinde değil, daha fazlasıyla dünyayı kavramak insanları kavramak. Zaten son resimlerimde bir minyatür düzeni görmeyeceğiniz gibi bir kent dokusu yoğunlukla ağır basarken şimdi farklı bakışlar deniyorum; ikili bakış dediğim. Belki üçlü ya da beşli bakış da olur bilmiyorum. Çok farklı bakışlar yani görüntü ile planı üst üste getirerek, oradan yeni estetik değerler bulmaya çalışarak, uzakla yakını bir arada göstererek; uzak ve yakın bir arada. Uzak daha uzak da olabilir daha yakın da olabilir. Üçlü bakış beşli bakış bu da şimdi aklıma geldi söylüyorum. Yukarıdan aşağı aşağıdan yukarı. Bu ikilemler farklı bakışlar benim yeni İstanbul’larımın da temel konusu olmaya başladı. Farklı bakışlar İstanbul’a İstanbul’u algılayacak şekilde bakmak daha genişliğiyle yakalamak, uzaktan bakmak, daha yakına gelerek bakmak… Bütün bunlar bana insanı göstermeden insanı anlatmanın, insanın yaşadığı kenti anlatmanın ipuçları gibi geldi. Bunları oluşturmaya çalışıyorum. Yapabildiğim kadar tabii.

Yalın Alpay: Ritim, on beş yaşınızdan beri resimlerinizin temel öğesi. Günlük yaşamınızda çevrenizi ritim olarak mı görüyorsunuz yoksa bu yalnızca sanatınıza özgü mü?

Devrim Erbil: Sanatla yaşamı birbirinden ayırt etmemek lazım. Ben o kanıdayım. Yani hiç farkında olmasa bile insan yaşam sanata bir yerden dokunuyor. Ben yaşamın dışında eskilerin tabiriyle fil dişi bir kulede sanat yapıyorum diye bir şey yok. Sanat yaşamın içinde zaten. Siz böyle söyleyince soruyu sorunca şu anda düşünmeye başladım işte yumurta mı tavuktan çıkar tavuk mu yumurtadan gibi bir şeye cevap vermek ne kadar zorsa bu da böyle. Ben yaşamın içinde, yaşamın içinden gelen bir duyguyla resimlerime ritmi taşıyorum. Yani o ritmi hissetmemek mümkün değil ki; bu ritim sizin nefes alışverişlerinizde, mevsimlerin oluşunda, güneşin doğup batışında, yürüyüşünüzdeki her adımda var. Tavanlar hareket etsin, yapraklar alıp başını gitsin, kuş olsun, kuşlar yaprak olsun demiyorum ben. Ritmi fantastik bir dünya ya da hayal gücünün yarattığı bir devrim olarak düşünmüyorum. Yaşamın içinde onların varlığı ile birlikte yaşamanın bir sonucu olarak görüyorum.

Yalın Alpay: Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Devrim Erbil: Ben kendimi sanatın bir neferi olarak hissediyorum. Biz bir neferiz, bunları anlatacağız, Anadolu’yu, sanatı anlatacağız. Benim öğrencilerim de her biri bir ucundan tutacak, kendilerini sanata adayanlar bunları yapacaklar. Benim tek kaygım, özellikle genç sanatçıların daha çok desteğe ihtiyaçları var. Onlar daha çok desteklenmeli. Birçok Batı ülkesinde bunu çağdaş müzeler yapar. Sanatçıları başarılarının doğrultusunda desteklemek, yarışmalarla moral sağlamak, hiç olmazsa yaşayacakları kadar eser satışı yapabilecekleri bir ortam sağlamak gerekli. Öyle olduğu zaman Türkiye’de çok daha güzel şeyler olacak çünkü bu topraklar kültürün yeşerdiği boy verdiği zaman zaman sıkıntılar çektiği ama bütün insanlık tarihi boyunca buradan gelip geçenlerin o kültüre yeni boyutlar kazandırdığı ve ilerde de adından çok daha fazla söz edilecek bir coğrafya. Kültürel mirasının daha da iyi değerlendirilebilmesi için hem sanat eğitiminde hem de eğitim sonrası genç sanatçıların yaşamında onların desteklenmesi gerektiğine inanıyorum.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI