Çarşamba, Nisan 24, 2024

Depremdeki kayıplarımız siyasidir: Öldüren kentler mi yaşatan kentler mi?

İmar planları yapılırken ilgili meslek odalarının ve STK’ların katılımı sağlanmalı. Yeni bir inşaat izninin onayı “göstermelik” olmaktan çıkarılmalı, inşaatlarda yapı ve yer analizleri birlikte yapılmalı, yapı inşaatları ciddi bir iş olarak tanımlanmalı.

Klişe bir cümle ile başlayalım yazıya; Türkiye bir deprem ülkesidir… Türkiye’nin kentleşme tarihinde bu cümlenin sonu bir türlü getirilememiştir. Her deprem sonrasında duymaya alıştığımız bu cümlenin doğal afet boyutu bulunmakla birlikte, üzerinde yaşadığımız fay hatları nedeniyle yapılması gerekenler yapılmadığı için her depremi ilk depremmiş gibi yaşıyoruz. Gölcük, Düzce, Elâzığ, Bingöl, İzmir fark etmiyor. Her deprem sonrasında televizyonlara çıkan deprem bilimcilerin ve yer bilimcilerin uyarılarını iki gün sonra unutuyoruz. Ama doğa unutmuyor.

Türkiye’de iktidarlar genelde Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye söylediği “Ey Oğul, insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü kendine slogan edinerek oy ister, iktidar süreci içinde karşılaştıkları sosyal, siyasal, ekonomik krizler, savaş veya doğal afetler nedeniyle bu sözü yerine getiremeyenler ise -demokratik sistemlerde- sandıkta seçmenlerine hesap verir.

6 Şubat 2023’te saat 04.17’de Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinde görülen en şiddetli depremiyle uyandık. Kahramanmaraş Pazarcık merkezli 7,7 ve gündüz 13.24’te Elbistan merkezli 7,6 şiddetindeki depremden 10 il yaygın olarak etkilendi. Türkiye olarak bu depremin benzerini 17 Ağustos 1999’da Kocaeli Gölcük merkezli olarak ve 7,4 şiddetinde yaşamıştık.

1999’dan bugüne ne değişti? 17.480 yurttaşımızı kaybettiğimiz 1999 Gölcük depreminden sonra bugünün yöneticisi konumundaki politikacılarının röportajlarını, yazılarını, haberleri, zihnimize kazınan fotoğrafları, “deprem dede” lakaplı rahmetli Ahmet Mete Işıkara’yı ve uyarılarını hatırlayan kaç kişi kaldı?

O gün yazdıkları yazılara ve verdikleri röportajlara bugün de imza atarlar mı acaba? Politikacıları bir yana bırakacak olursak, 1999’dan bu yana geçen sürede daha küçük çaplı da olsa Elâzığ ve İzmir depremlerini yaşadık. Bu depremlerden sonra millet olarak hangi sözleri verdik kendi kendimize? Hangi dersleri çıkardık? Daha önemlisi kendimiz için ne yaptık?

Samimi bir şekilde yukarıdaki soruları yanıtlamadığımız sürece aynı deprem ve yıkım döngüsünü yaşayıp suçu tamamen doğaya veya coğrafyaya atmanın akılcı bir yanı yoktur. Dünyayı kendi yaşadığı kuyudan ibaret zanneden kurbağa gibiyiz. Bu kuyudan başımızı çıkarıp, şiddetli depremlerin yaşandığı bölgelerde kurulu diğer ülkelerin ve kentlerin ürettikleri çözümleri öğrenmediğimiz, uygulamadığımız sürece acizliğimizi doğaya veya kadere yıkmak abesle iştigaldir.

Depremin yaşandığı ana ilişkin olarak sosyal medyaya yansıyan video ve fotoğraflardan yurttaşlarımızın deprem anında ne yapacaklarına, nerede duracaklarına dair bir farkındalık ve bilgi eksikliğinin olduğunu anlıyoruz. Kapı eşiğinde tutunmaya çalışanlar, kapıyı açıp merdivene koşmaya çalışanlar deprem anında yapılacaklara ilişkin kapsamlı ve bütünleşik bir eğitim eksikliğinin göstergeleridir.

Dünya’da depreme dayanıklılığa ilişkin kentsel stratejiler konusunda örnek alınması gereken kentlerden biri Tokyo’dur. PolitikYol’da geçtiğimiz günlerde yayınlanan Tokyay’ın yazısını dikkatli okursak,[1] Tokyo gibi kentleri ve yapılarımızı 7,3 büyüklüğünde depreme dayanıklı olarak inşa edebiliriz diye düşünüyor insan. Bilimin yol göstericiliğini kullanarak kentlerimizi modern ve deprem-karşıtı standartlara uyarak inşa edilebiliriz ya da eskisi gibi bildiğimiz müteahhitlik yoluyla devam edebiliriz.

Depremin kendisi doğal bir olaydır, ama deprem sonrasındaki kayıplarımız siyasaldır. Kayıplarımızın ölçeğinin ne olacağını aldığımız veya alacağımız siyasal kararlar belirler. Kentlerimizi yüksek şiddetteki depremlere dayanıklı hâle getirmek ya da en başından depreme dayanıklı olarak inşa etmek sosyal, kültürel ve ekonomik bir tercih olmanın ötesinde siyasal bir tercihtir.

İmar ve oturma ruhsatları ile bu ruhsatların nasıl ve hangi koşullarla verileceğinin belirlenmesi siyasidir. Ruhsatların alınması sürecinde bağış, rüşvet, kayırmacılık varsa, denetim yoksa denetimi yapmayan idarenin de sorumlu olması gerekmez mi?

Kent planlarının yapılması süreci kentsel rant yaratılması ve bu rantın nasıl dağıtılacağı odaklı olursa kayıplarımız yüksek olacaktır. İnsanları, toplumu, ekonomiyi, doğayı, kültürü koruma amaçlı planlar yapılırsa her açıdan kayıplarımızın ölçeği azalacaktır. Eğer biz bu depremi yaşamamış olsaydık her seçim öncesi mutat hâle gelen imar aflarından biri daha gelecekti ve önümüzdeki yıllarda yaşanacak depremlerin yıkıcılık oranı arttırılmış olacaktı. Bu nedenle kayıplarımız siyasidir. İktidarların müjde gibi verdiği ve birer helâlleşme olarak sunulan imar affı haberlerinin halk tarafından sevinçle karşılanması celladına âşık olan, bilinçsiz bir halkın varlığına işaret ediyor.

Kentsel alanlarda inşa edilen yapılara verilen imar ve oturma ruhsatları ile bu ruhsatların nasıl ve hangi koşullarla verileceğinin belirlenmesi siyasidir. Ruhsatların alınması sürecinde bağış, rüşvet, kayırmacılık varsa, denetim yoksa denetimi yapmayan idarenin de sorumlu olması gerekmez mi? Kanal İstanbul kararı siyasidir, bir havaalanının kurutulmuş bir nehir yatağına yapılıp yapılmayacağına dair karar siyasidir. Biz bu kararları siyasi arenada, ama bilimin rehberliğinde tartışmaya açmadığımız sürece siyasi kararların bedelini kitleler ödemeye devam edecektir.

Bu argümanlara karşılık “7 ve üzeri depreme dayanıklı bina yapmak çok pahalı” denilebilir. Deprem alanından gelen görüntüler bu argümanı desteklemiyor. Çünkü 30 yıllık binalar daha dayanıklı iken, hemen yanında bulunan ve 1999 depremi sonrasındaki yönetmeliğe uygun olarak inşa edildiği iddia edilen lüks binalar, rezidanslar yerle bir olmuş. Yeni dairelerin satış fiyatları astronomik rakamlardır.

Bu durumu maliyetle açıklamak mümkün değil. Jeofizik Y.Mühendisi Prof.Dr.Övgün Ahmet Ercan’a göre; “bir yapının sağlam yapılması 1 birime çıkıyorsa, o yapının depremle göçmesinin ülkeye maliyeti 36 kattır”.[2] Depreme dayanıksız yapıların sosyal, ekonomik ve siyasal maliyeti her kesim için çok daha yüksek olacaktır.  1999’dan 2023’e deprem ve depreme hazırlıklar konusundaki siyasi kararlarla ilgili kaç arpa boyu yol gittiğimiz sorusu zihinlerimizin kenarında sürekli kalmalı.

Sadece bir planlama nesnesi olarak değil, bir seferberlik ve müzakere alanı olarak kentin yeniden tanımlanması ile ilgili talepler tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 1990’ların ikinci yarısında (sivil toplumun nispeten Türkiye’de de güçlü olduğu dönemde) gündeme gelmişti. Bu tartışmalar Gezi Parkı olaylarının ardından bugün güçlü bir şekilde bastırılmış gibi görünmektedir. Ardından gelen Pandemi ile gittikçe zayıflayan, zayıflatılan, bastırılan sivil refleks, sivil oluşumlar sorunuyla karşı karşıyayız.

Merkezi koordinasyondaki ısrar, ortak aklı yadsıyan tek iradeci yaklaşım sonucunda ortaya çıkan gecikmeler, aksamalar ve eksikliklerin sorumluluğunu almaktan kaçınan idareciler, yöneticiler ciddi bir güven bunalımı görüntüsü vermektedir.

Bunu şuradan anlıyoruz, 1990’ların ikinci yarısında etkinliği çok yüksek olan sivil toplum kuruluşlarının neredeyse tümü 1999 depreminde sahadaydı. Depremin hemen adından acil yardım ve kurtarma amaçlı çok sayıda gönüllü ve sivil toplum kuruluşu gitmişti. Psikologlar, psikiyatristler sahada çocuklara, kadınlara, yaşlılara destek oluyordu. 1999 depreminde iletişim ve teknoloji koşulları bugüne göre çok daha kısıtlıydı ama kurtarma alanlarında ilk günden ordu, Kızılay (çadırlarının eskiliği nedeniyle çok eleştirilse de), çok çeşitli sivil toplum örgütleri, gönüllüler, madenciler, çeşitli illerden gelen itfaiye birlikleri ve halk birlikte çalıştı. Öyle ki, 1999 depremindeki performansları Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin etkinliklerinin ve başarılarının kamuoyunda yeniden tartışılmasını, üzerine tezler yazılmasını sağladı[3].

Bugün geldiğimiz noktada merkezi koordinasyondaki ısrar, ortak aklı yadsıyan tek iradeci yaklaşım sonucunda ortaya çıkan gecikmeler, aksamalar ve eksikliklerin sorumluluğunu almaktan kaçınan idareciler, yöneticiler ciddi bir güven bunalımı görüntüsü vermektedir. Çünkü karar alma sürecindeki bürokrasi ve hiyerarşi, mevcut sistemin dayandığı hiyerarşinin en üstündeki iradenin belirleyiciliği tepki verme sürecini yavaşlatmıştır.

Öldüren kentlerden yaşatan kentlere geçişin anahtarı Türkiye’deki yapı stoğunun deprem yönetmelikleri açısından ciddi bir denetimden geçirilmesidir. Bu gözden geçirmeleri makyaj amaçlı değil, gerçekçi bir yöntemle merkezi idare-yerel idare ve sivil toplum iş birliğinde yönetişim ve kapsayıcılık ilkelerine uygun olarak yapmak gerekir.

İmar planları yapılırken ilgili meslek odalarının ve STK’ların katılımı sağlanmalı. Yeni bir inşaat izninin onayı “göstermelik” olmaktan çıkarılmalı, inşaatlarda yapı ve yer analizleri birlikte yapılmalı, yapı inşaatları ciddi bir iş olarak tanımlanmalı, ruhsatlandırma sürecinin etkin denetiminde DASK ile ilgili sigorta şirketleri de sürece dahil edilmeli. Kentleşmenin bugün ulaştığı boyutlar halkın yaşatılması için yaşatan kentlerin inşasını zorunlu kılmaktadır.

[1] Menekşe Tokyay, “Tokyo Nasıl Başardı?”, Politikyol, 6 Şubat 2023, Erişim adresi : https://www.politikyol.com/tokyo-nasil-basardi/, Erişim tarihi: 9 Şubat 2023

[2] Erişim adresi: https://twitter.com/ovgunaercan/status/1623652502305480704?cxt=HHwWgIC96aXWr4gtAAAA, Erişim tarihi: 9 Şubat 2023

[3] Bkz.Nispet Gamze Toksoy, 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi Sonrasında Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2000.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI