Çarşamba, Nisan 24, 2024

Depremde devlet ve çekmeyen mıknatıslar

Devletin varlığını, o icraatın başarısı yerine, eksikliğinin acısını en derinden hisseden insanların haykırışlarını bastırmaya, duyulmaz kılmaya çalışarak ispatlamaya kalkışmanın da en az o ihtiyaca cevap verememek kadar büyük bir tarihsel sorumluluk olduğunu ifade ediyor Serdar Sayan.

6 Şubat’ta yaşadığımız korkunç deprem felaketi

sırasında gerek depremin doğrudan mağdurları gerekse olan biteni izleyenlerin “nerede bu devlet” çığlıklarını çokça duyduk. Aradan bir aydan fazla zaman geçtiği halde duymaya da devam ediyoruz. Bu isyan çığlıklarını en başta evlatları, ebeveynleri, kardeşleri gibi en yakınlarını, hem de bu yakınlarının yardım için yalvaran seslerini duya duya, göz göre göre kaybeden insanlardan işittik. Aradan geçen beş haftaya rağmen hala konteyner ya da bir çadırda bile iskân edilememiş, hala yakınlarının akıbetini öğrenememiş, hala duş alamayan, hala tuvalet ihtiyacını insani olmayan koşullarda karşılamaya mecbur kalan yüz binlerce insan da aynı soruyu sormaya devam ediyor.

Açıkçası hem depremzedelerin hem de olan biteni dehşet ve elem içinde izleyen kamuoyunun şok içinde tanık olduğu kurumsal acizlik hali “(yardımımıza koşacak bir) devlet yokmuş” farkındalığına ve sonucunda ortaya çıkan isyan duygusuna zemin hazırladı. Haklı olmaları bir yana, sadece içine düştükleri durumun trajikliği bile derin acılar çeken bu insanların her türlü isyanına hoşgörü göstermeyi asgari insanlık görevi haline getiriyordu. Ancak iktidar çevrelerinin bu isyan duygusuna cevabı “hayır devlet var” mealindeki cevapları akıllara durgunluk verecek kadar haşin bir üslupla vermek oldu. Hatta aynı çevrelerden, devletin varlığının, bu soruyu soranların seslerinin yargı erki eliyle bastırılması suretiyle kanıtlanacağı tehditlerinin savrulduğuna da ilk günden itibaren tanık olduk. Sonuçta hepimiz “hem suçlu hem güçlü” deyiminin anlamını yaşayarak görme imkânını bulduk.

Ben bu kısa yazıda

Deprem felaketi sırasında devlet var mıydı yok muydu?

tartışmasına dair birkaç söz söylemek istiyorum. Bu soruya cevap vermek için öncelikle devletin ne olduğunu hatırlamak gerekiyor. Siyaset bilimi veya siyaset felsefesi çalışan dostlar daha kapsamlı tanımlar önerebilir kuşkusuz ama ben bu yazının amaçları açısından devleti, bir ülkede yaşayan ve siyasal olarak, ortak vatandaşlık şemsiyesi altında örgütlenmiş insanlarca oluşturulmuş tüzel bir kişilik/varlık şeklinde tanımlamanın yeterli olduğunu düşünüyorum. Bilindiği gibi tüzel kişilik terimi hukukta çok sayıda gerçek kişiyi kapsayan ama tek bir kişi sayılan örgütlenmeleri tarif ediyor. Bu tanım ışığında devleti bir ülkedeki en büyük tüzel kişi olarak görmek mümkün. Ama diğer tüzel varlıklar gibi devlet de gözle görülür, elle tutulur (eli sıkılır/tokalaşılır) bir “kişi” değil. Peki bu durumda devletin var olup olmadığı nasıl anlaşılır?

Tüzel kişiler gerçek kişiler türünden somut varlıklar değil ama tıpkı gerçek kişiler gibi “organlara” sahipler. Bu organlar sayesinde veya bu organlar eliyle gerçek kişiler gibi kararlar alabiliyor, bu kararları uygulayabiliyorlar. Dolayısıyla yukarıdaki soruya tüzel kişilerin gerçek kişilerle ortak olan “organlara” sahip olma özelliklerine atıfla cevap verilebilir belki. Tüzel kişilerin organları da gerçek kişilerin el, ayak, böbrek vb organları kadar somut değil tabii. Ama en azından devletin yasama, yürütme ve yargı organlarından söz edildiğini hepimiz duymuşuzdur. (Hatta son yıllarda, Türkiye’de bunların birbirinden bağımsız olmaktan çıkması etrafında yapılan tartışmalar dolayısıyla daha da sık duyuyoruz bu organları.) Ama bu yazının amaçları açısından asıl önemli olan yürütme organı ve yürütmenin alt organları olan afet müdahale ve kriz yönetim teşkilat(lar)ı, ordu gibi alt organları. Bunlar hangi siyasi rejim çerçevesinde örgütlenmiş olursa olsun, her devletin en ama en temel görevi olan vatandaşların can ve mal emniyeti (İng. safety) ve güvenliğini (İng. security) koruma görev ve sorumluluğunu üstlenen organlar arasında. (Nitekim tarihte de devlet kavramının ortaya çıkışı insanların topluluklar halinde yaşamanın ve içlerinden bazılarını emniyet ve güvenliği sağlama işini örgütlemekle görevli ve yetkili kılmanın türlü yaşamsal riskleri azalttığını fark etmelerine dayanıyor.)

Bunların ve yürütmenin diğer alt organlarının (ya da isterseniz yürütmenin –ve yürütmeden sorumlu hükümetin bakanlıklarının– parçası olan kurumlar diyelim bunlara) mevcudiyetini gösteren bir işaret, faaliyet gösterdikleri binaların kapısında, çatısında vs. asılı tabelalar. Türkiye özelinde konuşmak gerekirse, etrafımıza baktığımızda İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı (AFAD) Hatay İl Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı Adıyaman Valiliği, Sağlık Bakanlığı İskenderun (ya da Antakya) Devlet Hastanesi, Hava Kuvvetleri Komutanlığı Malatya 7. Ana Jet Üs Komutanlığı, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü Hatay Havalimanı Müdürlüğü ya da Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı gibi bir sürü kocaman tabela görürüz her yerde. Bunların devletin organları olduğunu unutmamamız için, hepsinin başına da Türkiye Cumhuriyeti ibaresi eklenir.

Bir analojiyle anlatmak gerekirse, demirden yapılmış at nalı şeklinde bir cismin iki kutbuna S ve N harflerinin yazılmış olması, onun (tıpkı bir tüzel kişilik gibi elle tutulur, gözle görülür olmayan bir) manyetik alan yaratabilecek bir mıknatıs olduğu anlamına gelmiyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalacağına çoğumuz gönülden inanırız ama bu, son dönemde hep gördüğümüz gibi, devletin bütün organlarının (kurumlarının) da ilelebet işlevsel kalacağı anlamına gelmez.  Bir başka deyişle kapılarına asılı tabelalar bu kurumların ihtiyaç olduğunda tabelalarda yazılı görevi yerine getirebileceklerini garanti etmez. Nitekim biz son depremler sırasında, inşaatında kötü malzemelerin kullanımı ve yanlış yer seçimi dolayısıyla yıkılan hastaneleri; uyarılara rağmen pistleri (kim bilir hangi motivasyonla) fayların geçtiği zemin üzerine inşa edildiği için depremde kullanılmaz hale gelen havaalanlarını; bölgede konuşlandığı halde göçük altında kalan depremzedelerin kurtarılması faaliyetlerine destek vermeyen askeri birlikleri; aşırı merkezileştirilmiş ve yönetici pozisyonlarına atanan hokkabazların depreme hazırlıklıymış gibi gösteriş yapmak dışında bir işe yaramadığı anlaşılan AFAD teşkilatını gördük. Üstelik de bu işlevsizliğe deprem sonrası en kritik olan ilk üç günü başta olmak üzere bu kurumlara en fazla ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda tanık olduk ne yazık ki. Enkazlardan kurtarılabileceği halde kurtarılamayan, birçoğu imdat çığlıkları ata ata ölen çoluk, çocuk, genç, yaşlı on binlerce insanımız devletin organlarının iflas etmiş olduğunu; o organların ve alt-dallarının binalarına astıkları havalı pirinç tabelaların, döşedikleri o şaşaalı ofislerin devletin varlığını icraat yoluyla kanıtlama yolunda hiçbir işe yaramadığını dehşet ve elem içinde gördü. Zaten bu kadar çok binanın enkaz-mezarlara dönüşmüş olmasından da Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı başta olmak üzere başka organlar sorumluydu. İnsanlar “nerede bu devlet” diye diye devlet organlarının bu çoklu yetmezlik haline isyan ederken, devletin bir başka organı olan Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) insanların yardımlaşması için en kritik araçlardan biri hale gelmiş olan Twitter’ı kapattı. (Twitter’dan yardım çağrısı attığı sırada Twitter’ın kapatılmasından dolayı bu çağrıları ancak vefatlarından sonra duyulan insanların kan donduran trajik hikayelerini de hiç ama hiç unutmamamız lazım.)

Uzun lafın kısası tabelaların “devletin varlığını” kanıtlayan bir işaret olmadığını en acı şekilde öğrendik. Bir analojiyle anlatmak gerekirse, demirden yapılmış at nalı şeklinde bir cismin iki kutbuna S ve N harflerinin yazılmış olması, onun (tıpkı bir tüzel kişilik gibi elle tutulur, gözle görülür olmayan bir) manyetik alan yaratabilecek bir mıknatıs olduğu anlamına gelmiyor. O bakıldığında mıknatıs gibi görünen cismin işe gerçekten işe yaradığını anlamak için yere düşüp dağılan iğneleri (gözle görünmeyen manyetik alanı harekete geçirerek) topladığını görmemiz gerekiyor. Mıknatıs gibi görünmesine rağmen etrafa saçılan iğneler üzerinde hiçbir etkisi olmadığını görmemiz halinde bu cismin “manyetik alanı yokmuş!” sonucunu çıkartmamız ne kadar normal ve beklenilir bir şeyse, bu işi yapması gereken ve tabelasında Türkiye Cumhuriyeti yazan kurumların enkaz altında kalan insanların imdadına koş(a)madığının fark edilmesinden çıkartılan sonucun “(işlevsel bir) devlet yokmuş” olması da o kadar normal ve beklenilir bir şey. Deprem öncesinde bütün enerjisini gösteriş ve neyi becerebileceklerine dair algı manipülasyonu yapmaya harcayan bütün o kurumlar, o kritik ilk günlerde ortalıkta bile gözükmeyerek bu isyan duygusunu bizzat kendileri yarattı. Üstelik aradan beş hafta geçtiği halde, depremzedelerin en acil ve zorunlu ihtiyaçlarını karşılamaktan bile acizler hala. Şovun karın doyurmadığını; iğneleri toplayacak manyetik alanı yaratmak için mıknatıs gibi gözüken bir at nalına değil, gerçek bir mıknatısa ihtiyaç olduğunu toplum olarak çok ama çok ağır bir bedel ödeyerek öğrendik ne yazık ki.

Şovun karın doyurmadığını; iğneleri toplayacak manyetik alanı yaratmak için mıknatıs gibi gözüken bir at nalına değil, gerçek bir mıknatısa ihtiyaç olduğunu toplum olarak çok ama çok ağır bir bedel ödeyerek öğrendik ne yazık ki.

Sonuç

olarak, gözle görülmeyen tüzel bir varlık olarak faaliyetlerini organları eliyle gerçekleştiren devletin yürütme organı, başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de hükümet –yani yukarıda bahsettiğim tabelaları asan bakanlıklar ile onlara bağlı kurum ve kuruluşlar. Türkiye Cumhuriyeti devleti kalıcı (ilelebet payidar) olan bir tüzel kişilik iken, bahsettiğim tabelaların asıldığı kurum ve kuruluşların isimleri, görev tanımları, yetki ve sorumluluk alanları, çalışanları ve daha da önemlisi, başlarındaki idareciler geçici. Ama son tahlilde devletin herhangi bir anda var olduğunun hissedilmesi, o sırada ilgili organların başındaki yöneticilerin duyulan ihtiyaca cevap verecek icraatı sergilemesine bağlı.

Devletin varlığını, o icraatın başarısı yerine, eksikliğinin acısını en derinden hisseden insanların haykırışlarını bastırmaya, duyulmaz kılmaya çalışarak ispatlamaya kalkışmanın da en az o ihtiyaca cevap verememek kadar büyük bir hata ve tarihsel sorumluluk olduğu unutulmamalı. Engizisyon mahkemesinin “dünya dönmüyor” demesi için yaptığı baskıdan bunalan büyük bilim adamı Galile’nin “ben dönmüyor desem de dünya dönüyor” diyerek kaydettiği gibi, aksi yönde iddiaları baskı yoluyla söyletmeye çalışmak gerçekleri değiştirmiyor. Devletin muhtelif organlarının üstlerine düşen icraatı yap(a)madıklarını gören insanlar baskı ve tehditler yüzünden ‘devlet var(dı)’ demek zorunda bırakılsalar bile, 6 Şubat’tan bu yana geçen trajik sürecin ilk üç günü başta olmak üzere devletin olması gereken yerlerde ya hiç olmadığı ya yetersiz kaldığını hepimiz görüyor ve biliyoruz. Hatta son Urfa’daki sel felaketinde de görüldüğü gibi, zaten bir türlü yeterli sayıda temin edemediği çadırları temin ettiğinde de yanlış yere kurduran, kaş yapayım derken göz çıkartan devletin var olduğu yerlerde bile, bazen faydadan çok zarara yol açtığına da ibretle tanık oluyoruz. Bütün bunları kim ne kadar reddederse etsin, sonuçta güneş balçıkla sıvanmıyor.

 

 

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI