Perşembe, Nisan 18, 2024

Demokrasimizin önündeki engel gerçekten Kemalizm mi?

Geçen hafta Levent Köker’in Medyascope programında gündeme getirdiği ve çok sorunlu bulduğum “Kemalizmin Türkiye’de otoriterleşmenin nedeni olduğu” iddiası üzerine bir yazı kaleme almıştım. Köker, bu konuda kendisine yöneltilen eleştirilere cevap vermediği için, bu tartışmayı irdelediğim yazı serisinin ikinci bölümünde konuyu tarihsel arkaplanıyla ele almak istiyorum. Levent Köker ve 1980’lerin sonundan bu yana sadece Kemalizm eleştirisi üzerinden Türkiye analizi yapan diğer akademisyenlerin çalışmaları özcü bir Kemalizm okuması üzerine kurulduğu için, CHP’nin tek parti idaresi ile çok partili dönemdeki yönetimi arasındaki farkları ve Kemalist ideolojinin zaman içinde geçirdiği dönüşümleri gözardı etmektedir. Bu sebeple de post-Kemalistlerin bugüne dair sundukları CHP eleştirisi de yaklaşık 70 yıl geriden gelmektedir. Bu sebeple de hem CHP hem de Türkiye’deki büyük değişim ve dönüşümleri görmeyerek özcü ve arkaik kalmaktadır.

Halbuki, Kemalizmin Türkiye’de demokratikleşmeye olan etkisi hakkında yöneltilebilecek netameli sorunun cevabı ne Kemalistlerin, ne de Köker gibi post-Kemalistlerin iddia ettikleri kadar açık olmayabilir. Öncelikle, CHP’nin tek parti döneminde Türkiye’deki muhalefeti bastıran otoriter bir rejim kurduğunu kabul etmek gerekir. Bazı Kemalistlerin iddia ettiği gibi, Mustafa Kemal’e muhalefet etmek için kurulan ve hızlıca kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) veya 1929 Buhranı sonrası halkta beliren tepkiyi yumuşatmak için danışıklı şekilde kurulan ve 1930 yerel seçiminde başarı kazandıktan sonra kapatılması istenen Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı rejimin demokrasiye geçme mücadelesi olarak göstermek tarihi gerçeklerle bağdaşmayacaktır. Zaten, o yıllarda Mustafa Kemal’in öngördüğü hukuki, siyasi ve kültürel devrimlerin hiçbirisinin demokratik bir rejimde yapılması mümkün değildir.

TEK PARTİ DÖNEMİNE NASIL BAKMALIYIZ?

Öte yandan, tek parti döneminin otoriter olduğunun kabulü post-Kemalistlerin gündeme getirdiği eleştirileri haklı çıkarmamaktadır. Erken cumhuriyet dönemine yönelik eleştiriler, geç Osmanlı döneminde ve iki dünya savaşı arasında uluslararası sistemde yaşanan gelişmelerden kopartılarak ve varolan iktisadi ve siyasi koşullar gözardı edilerek yapılan anakronik analizlere dayanmaktadır. Bu eleştirilerde, uzun süren savaşlarla harap olmuş ve nüfusunun yüzde 80’inin köylerde yaşadığı, ne müteşebbis ne de organize işçi sınıfının olduğu, sosyo-ekonomik göstergeleri hayli düşük seviyede olan ve çok yakın zamanda monarşik bir rejimden çıkmış bir ülkede demokratik rejimin nasıl kurulabileceği ve daha da önemlisi ayakta tutulabileceği hakkında somut öneriler getirilmemektedir.

Nitekim, 1920’ler Türkiye’sinde siyasi elitler arasında demokratik rejim isteyenlerin sayısı da pek fazla değildi. Örneğin, 1924 yılında kurulan ve değerli tarihçi Erik Zürcher’in bence hayli iyimser şekilde liberal bir parti olarak gördüğü TCF’nin kurucu heyeti Rauf Orbay, Refet Bele, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy gibi askeri elitlerden oluşmaktaydı. Bu isimlerin CHP iktidarına yönelttikleri eleştiriler demokratikleşme talebi içermekten ziyade, Mustafa Kemal’in gücü tek başında elinde toplamasına yönelikti. Amaçları aslında Kurtuluş Savaşı sonrasında beraber kurtardıkları ülkeyi Mustafa Kemal ile birlikte yönetmekti. Şeyh Said isyanı sonrasında TCF kapatılmasaydı, Türkiye’de rejim büyük ihtimalle örneklerini o dönem Latin Amerika ülkelerinde gördüğümüz tarz oligarşik iki parti sistemine evrilecekti. Bu model, tek parti yönetimine kıyasla daha az baskıcı olmakla birlikte, bugün anladığımız anlamda demokratik bir rejim olmayacaktı çünkü TCF’nin de eşraf ve şehirli elitler dışında etkileşimde olduğu geniş bir halk kitlesi yoktu. Bu rejim de büyük ihtimalle 1929 Buhranı sonrası veya II. Dünya Savaşı’nın hassas siyasi ortamında tek parti yapısına evrilecekti. Nitekim, Balkan ülkelerinin çoğunda 1930’lı yıllarda bu tarz otoriter milliyetçi rejimler yükselmişti.

Benzer bir durum Ankara’daki ilk Meclis’te oluşan “demokratik” muhalefet için de geçerlidir. Ahmet Demirel’in Ankara’daki 1. Meclis’in ne kadar çok sesli olduğunu anlattığı ‘Birinci Meclis’te Muhalefet’ başlıklı kitabında gündeme getirdiği muhalif milletvekillerinin çoğunun İttihatçı gelenekten gelmesi ve Enver Paşa’cı olması şaşırtıcı değildir. Bugün Mustafa Kemal’e muhalefet ettiği için bazı çevrelerce demokrat olarak düşünülen isimlerin önemli bölümünün amacı demokratik rejimi kurmak değildi. Ortaya çıkan muhalefet, Mustafa Kemal’in yaptığı ve yapmaya çalıştığı devrimlere yönelikti.

Günümüzden bakıldığında bu devrimlerin Türkiye’de demokrasinin önüne set çektiğini söylemek zordur. Laiklik ilkesi olmadan Türkiye’de demokratik bir rejimi yaşatmak mümkün olamazdı. Örneğin, 1924 yılında Halifeliğin kaldırılmayıp bir çeşit devlet başkanı olarak görev yapmasının demokrasiye katkı sunmayacağını sanırım birçok post-Kemalist de kabul edecektir. Laiklik olmadan demokrasinin yaşayabileceğini düşünenler, Gülen hareketiyle birlikte hareket eden bazı entelektüellerin içine düştüğü hayal kırıklığından ders alabilir.  Yahut, serbest bir siyasi sistemde kabul etmesi mümkün olmayan Medeni Kanun ve Harf Devrimi’nin de demokratik bir toplum kurmak için ne kadar gerekli olduğunun tartışmasını yapmak zor olacaktır. Dolayısıyla, aslında devrimlerin içeriğinden ziyade yapılış şekline dair eleştiri yöneltilebilir. Ancak, bu isimler eleştirilerinde devrim olmadan bu politikaların nasıl takip edilebileceğine dair öneri getirmedikleri gibi, Batı tarihindeki devrimlere yönelik benzer eleştirel bir tutum da almamaktadır.

Öte yandan, tek parti döneminde otoriter bir rejim kurulmuş olması Kemalist elitlerin kalıcı bir otoriter rejim kurmak istediklerini göstermez. Tabii ki, rejim içinde Recep Peker gibi bu görüşe yakın ve 1930’lu yılların İtalya ve Almanya’sındakine benzer totaliter rejimlerinden etkilenmiş isimler olmuştur. Fakat, bu isimler son kertede rejimin gidişatı üzerinde kalıcı etki yaratmadılar. Aynı dönemde, hem Mustafa Kemal’in hem de İsmet Paşa’nın Nazi Almanya’sıyla yakınlaşmaktan imtina etmeleri ve Montrö Konvansiyonu sonrasında İngiltere ve Fransa gibi parlamenter demokrasilerle aynı çizgiye gelmeleri çok açıklayıcıdır. Hatay örneği dışında Kemalist rejim topraklarını genişletmeye çalışan işgalci bir hamle yapmamıştır. 2. Dünya Savaşında faşist rejimlerle ittifak kurmamaya özen göstermiştir. Nitekim, 1945 sonrasında o çok kalıcı olarak görülen otoriter rejim, Çankaya Köşkünden yapılan müdahalelerle, çatışmasız bir şekilde son bulmuştur. Post-Kemalist isimlerin, Kemalizm eleştirisi yaparken, kendi tezlerini çürütebilecek bu 1945-50 arasındaki gelişmeleri hiç irdelememeleri işte bu sebeple hiç de şaşırtıcı değildir.

Kemalist rejim, kurulduğu dönemde gelişmekte olan ülkelerdeki muadillerinden çok farklı bir çizgi izlememiştir. 20. yüzyılın ortasından başlayarak Meksika, Arjantin, Brezilya ve Mısır gibi ülkelerde CHP’yi andıran, bütün topluma hitap etmeye çalışan otoriter, milliyetçi ve kalkınmacı partiler iktidardadır. Yeni rejimler kuran, feodal gruplarla kavga eden, Batı karşısında bağımsız dış politika takip eden bu yönetimler arasında, Türkiye’de tek parti yönetiminin yaptığı gibi demokratik bir sisteme geçebilen başka bir rejim bulmak zordur. Kendi içlerinde yoğun tartışmalar yürütmelerine, güçlü denge ve denetleme kurumları inşa etmemiş olmalarına karşın Kemalist elitler, 1946-1950 arasında kendi iradeleriyle tek parti rejimini adım adım tasfiye etmiş ve 1950 yılında serbest ve adil seçimlerin düzenlenmesini başarmışlardır. Bu dönüşümü aynı dönemde Portekiz ve İspanya gibi Türkiye’den iktisaden daha kalkınmış, NATO üyesi ülkeler başaramamıştır. Bu büyük başarı başta İsmet Paşa olmak üzere o dönemin Kemalist yönetici sınıfına aittir.

ÇOK PARTİLİ SİSTEMDE KEMALİZM

Çok partili sisteme geçildikten sonra Türkiye’de demokratik rejimin bir türlü pekişememesini Kemalizm’e atfetmek de akademik olarak bir hayli sorunludur. Öncelikle, tek parti rejiminin kurucusu olan CHP’nin kendisi İsmet Paşa ve sonra da Bülent Ecevit liderliğinde zaten demokratik bir sistemde hareket eden bir partiye dönüşmüş ve siyasi programını buna göre değiştirmiştir. İsmet Paşa’nın 1946 yılında değişmez Genel Başkan ve Milli Şef sıfatlarını bırakması ve sınıflara dayalı derneklerin açılmasını serbest hale getirmesi bu dönüşümün ilk adımıdır. CHP Genel Merkezi 1954 seçim yenilgisinden sonra seçkinci çizgisini terk ederek, otoriterleşen Demokrat Parti karşısında muhalefet yürütmüştür. Bu yaklaşıma sahip entelektüeller tarafından Kemalizm’e atfedilen, halbuki Demokrat Parti iktidarının en güçlü olduğu dönemde yaşanan, 6-7 Eylül pogromunu o dönem en sert eleştiren kişi İsmet Paşa’dır. Bugün Anayasa hukukçularının 1961 Anayasası’nda özgürlükçü buldukları ne kadar madde varsa, hepsinin temeli CHP’nin 1959 kurultayında ilan ettiği İlk Hedefler Beyannamesi içinde bulunabilir.

1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükçü ortamda ortanın soluna kayan CHP, Türkiye’de ilk defa sosyal demokrat bir damarın ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Kemalizm’i özcü ve hiç değişmeyen bir ideoloji olarak görmeyi tercih eden bazı Post-Kemalistlerin iddialarının aksine, tek parti döneminde tesanütçülük olarak yorumlanan halkçılık ilkesini CHP, 1960’ların ikinci yarısında emekçi kesimlere hitap edebileceği sosyal demokrat bir programa dönüştürmüştür. Post-Kemalist yazında hiç önemsenmeyen bu dönüşüm, Bülent Ecevit liderliğindeki CHP’yi 12 Mart’a bayrak açan, 1973 ve 1977 seçimlerini kazanan, emekçi kesimlerin desteklediği düzen karşıtı bir parti haline getirmiştir. Ecevit’in CHP’si Kemalizm’den kopmamakla birlikte, tek parti döneminin uygulamalarına eleştiriler yöneltmiş ve tek parti döneminin devrimciliğini yeni bir çizgiye sevk etmiştir.

Tabii ki, CHP’nin içinde tüm bu değişimler yaşanırken cuntacı subaylarla ilişkisi olanlar, tutucu ekonomik politikalar takip edenler ve laikliği çok sert şekilde yorumlayan gruplar olmuştur. Ne yazık ki, 1990’lı yıllarda İslamcı hareketin yükselişi nedeniyle Kemalist çevrelerin bir kısmı, CHP’nin önceki yıllarda geliştirdiği bu sol söylemi unutarak ulusalcı bir çizgiye savrulmuştur. Deniz Baykal’ın liderliğindeki CHP’nin bu açılardan eleştirilmesi gereken pek çok tarafı vardır. Ancak, bu eleştirileri yapabilmek için partinin 1920’lerden günümüze kadar nasıl dönüştüğünün, toplumsal dönüşümden beslenerek siyasi programını ne şekilde değiştirdiğinin ve beraberinde Kemalist düşüncenin de elbette bu yıllara kıyasla farklılaştığının da bilincinde olmanız gerekir. Toplumun değişimine paralel olarak, CHP de kendi içinde çatışmalar yaşamış ve zaman içinde dönüşmüş; bu dönüşüme karşı çıkanlar olmuş ve bunun sonucunda Kemalist hareket içinden farklı akımlar ortaya çıkmıştır.

POST-KEMALİSTLERİN BÜYÜK HATALARI

Post-Kemalistlerin yaptığı diğer bir büyük hata ise, Türkiye’de demokratik rejimin pekişememesinin sorumluluğunu askeri müdahalelere atfetmeleri ve Kemalizm’i de bu darbelerin çıkış noktası olarak görmeleridir. Halbuki, gelişmekte olan ülkelerde Soğuk Savaş döneminde askeri müdaheleler sıklıkla yaşanmıştır ve bu darbelerin sebeplerinin zayıf siyasi kurumlar, iktisadi krizler, etnik ve sekter çatışmalar ve Soğuk Savaş döneminin jeopolitik dengelerinde aranması gerektiğine dair dair zengin bir külliyat vardır. Karşılaştırmalı siyasette yapılan bu çalışmalardan habersiz post-Kemalist yazınsa, belki biraz kolaycılıkla, sorumluluğu sadece Kemalizm’e atfeder. Öte yandan, 12 Mart müdahalesine en sert tepkiyi CHP’nin Ecevit liderliğindeki sol kanadının gösterdiğini, 12 Eylül darbesinin CHP’yi de kapattığını ve uyguladığı Türk-İslam sentezinin Kemalist ilkelerle alakası olmayıp, birçok dini tarikat ve muhafazakâr isimler tarafından desteklendiğini de bu isimler gündeme getirmez.

Öte yandan, Türkiye’de demokrasi sadece askeri müdahaleler aracılığıyla değil, devlet kurumlarını partizan şekilde kontrol eden, kamu kaynaklarını muhalefeti zayıflatmak ve seçim kazanmak için kullanan sivil hükümetler aracılığıyla da çökmüştür. Türkiye demokrasisi acaba 1960 yılında gerçekleşen 27 Mayıs darbesiyle mi, yoksa devlet radyosunu hükümetin borazanı haline getiren, 1955 yılında CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’i gözaltına alan, 1957 seçimleri öncesi başka bir muhalefet lideri Osman Bölükbaşı’nı hapseden, yüzlerce gazeteci hakkında soruşturma açan, 1959 yılında Uşak’ta ve Topkapı’da CHP Genel Başkanı İsmet Paşa’ya saldıran, aynı sene Vatan Cephesi’ni kurarak bütün ülkeyi kutuplaştıran, 1960 yılında Tahkikat Komisyonu’nu kurarak neredeyse bütün muhalefeti baskılamak isteyen, Nisan 1960’da protesto gösterisi düzenleyen öğrencilerin üstüne ateş açma emri veren, üniversiteler üzerinde baskı kuran DP iktidarı yüzünden mi çökmüştür?

Demokratik bir rejimin seçim yoluyla iktidara gelen parti tarafından çökertilemeyeceği varsayımı Levent Köker de dahil olmak üzere birçok ismi AKP hükümetinin otoriterleşme hamlelerini ciddiye almamaya, sırf Kemalizm’i eleştirdiği için kendileri son derece seküler hayatlar sürerken Gülen Hareketi’yle yan yana görünmekten imtina etmemeye sevk etmiştir. Askeri vesayeti bitireceği iddiasıyla AKP iktidarını destekleyen, bugün artık meşruluğu ve hukukiliğinin kalmadığı kabul edilen Balyoz ve Ergenekon Davaları’nı savunan, Gülen Hareketi’ni sivil toplum inisiyatifi olarak gören ve bu uğurda Abant toplantılarına başkanlık eden bu isimlerden kaçı son 10 senede yaşanan otoriterleşmeyi eleştirmiştir? Bu isimler sivil toplumun parçası olarak gördükleri Gülen hareketi gibi İslamcı grupların devlette kadrolaşma hamlelerini ciddiye almamış ve AKP ile Gülen ittifakının Türkiye’de devlet aygıtını hakimiyetleri altına aldıklarını, kamu kaynaklarını kullanarak partizan bir rejim kurduklarını ve muhalif isimlere saldırdıklarını görmediler.

Bu ideolojik saplantılar yüzünden Osmanlı-Türk modernleşmesinin yaklaşık 200 senelik bir süreç sonunda ortaya çıkardığı bürokratik birikimin önemli bölümü heba edilmiştir. Köker, Medyascope’da yaptığı programında Diyanet kurumunun erken Cumhuriyet döneminden günümüze kadar değişmediğini ve AKP iktidarının Diyanet aracılığıyla takip ettiği politikaların Kemalizm’in yarattığı rejim dinamikleriyle çatışmadığını iddia etti.[i] Belki bundan sonraki programında son iki haftadır devam eden yardımlara müdahele edemeyen Türk Hava Kurumu’nun da Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmasından yola çıkarak, benzer bir devamlılık tezi gündeme getirebilir. Sonuçta rejimin adı hala Türkiye Cumhuriyeti olduğu için kimsenin yüzü kızarmadan hala Kemalizm’in devam ettiği tezi savunulabilir!

AKP otoriterliği karşısında büyük oranda sessiz kalan, Gülen Hareketi’ne yönelik bugün bile eleştirel bir yazı kaleme alamayan ve çürütülen analizleri hakkında hala özeleştiri yapamayan bu isimleri ne kadar ciddiye almak doğru olur bilemiyorum. Sanırım AKP iktidarının artık zayıflamaya başladığını onlar da fark etmeye başladılar ki, yeniden 30 sene önce gündemde olan Kemalizm eleştirilerini tedavüle sokmaya çalışıyorlar. Fakat, artık ne Türkiye 30 sene önceki durumda, ne de Türkiye kamuoyu! Akademik camiada kendini yenileyemeyen, kafası eski kavgalarda takılı kalmış, amacı bilgi üretimi değil kendi haklılığını göstermek olan ve karşılaştırmalı analiz yapmayı reddeden bu tarz çalışmaların miladı doldu. 20 senedir devam eden AKP iktidarının ülkede nasıl bir enkaz yarattığının bilincinde olan genç kuşakların da bu çürütülmüş ve eskimiş fikirlere rağbet edeceğini sanmıyorum.

[i] https://www.youtube.com/watch?v=r6hHvpCedwE&t=1410s

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

1 Yorum

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI