Cumartesi, Nisan 20, 2024

Demokrasi haddini bilmekle olur! (IX)

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.

AKP de bir kitle partisi olarak toplumun imgesel bölünmelerine ve duygusal tepkilerine hitap etti. Onlarla “derinde ve görünmeyende” eşleşti. Halkın yarısını yanına ve yarısını karşısına alarak “birlikte yürüdü”; muhalefeti de yürüttü! Şimdi sıra muhalefetin bunu idrak etmesinde!

Cumhur İttifakı, en başından beri cumhurun sahici anlamda ittifakından başka her şeye benziyor. Dolayısıyla da artık iktidarda kalma olasılığını canlı tutmak için mevcut siyasi aklına, entelektüel kapasitesine, vicdani ahlakına her ne uygun veya konjonktürel olarak denk gelirse yapıyor.

Kâh seçim sistemi tasarımları ve baraj tartışmaları, kâh Diyanet’in sınır ve sinir test eden sivri ve provokatif beyanatları. Yani, din/demokrasi cahili toplumun “kronik şeriat paranoyası”nı dürten, “laiklik” elden gidiyor tehditleri.

DİB, protokol listesinde ön sıralara atlatılıp, şaşalı New York çıkarmasına, gövde gösterine katılsa ve önceki ve Türklerin geçmiş ataları listesi gibi taze metinlerinde adını anmayarak, Atatürk efsanesini dünya tarihinden silebileceğini düşünse, kaç yazar? Bu saatten sonra, Paris Antlaşması’nı, hatta isterse İstanbul Sözleşmesi’ni bile “TBMM gündemine alacağım” dense ne olur? Hepsi “Ya tutarsa!” diye.

Bunlar “tutmaz” artık efendim, tutmaz! Artık hiçbir şey iktidarı erk koltuğunda tutamaz. Mayası, ölçüsü, suyun tuzu filan da bir yana; Nasrettin Hoca’nın gölü çoktan kurudu. Memleket bataklığa ve çöle döndü. Flamingolar ve balıklar pıtır pıtır öldü. Deniz bitti, deniz! Bir zamanlar doğuran kazanlar artık kaynamıyor. İktidarın adı istismara; toplumun yüz akı diye çıkıp şahlanmış AK Parti yüz karasına dönüştü.  Zaten yandaş veya güç yalakaları da batan gemiyi sapır sapır terk etmeye başladı. Kaptan, kalan tüm gayretiyle sığınacak yeni limanlar arayışında!

21. yüzyılda, belki de çağdaş psikoloji bilgisinin önemini ısrarla kavrayamamış ve iç görüsünü en düşük seviyede tutabilmeyi becerebilmiş şu “nadir” toplumda; halk, yavaş da olsa sanrı (delüzyon) ile yanılsama (illüzyon) arasındaki “alaca karanlık kuşağı”ndan çıkmak üzere!

SİYASİ SANRI VE YANILSAMALAR

Fakat hem pandemi, hem politik ekonomi bağlamında “kırmızı alarm” veren bu ülkede hala, bazı partili liderler ve kanaat önderleri, “deli danalar” gibi bir medyatik mesajdan diğerine koşuşturuyor. Onların sosyal medya takipçileri de önlerine serpilen bir avuç yem peşinden oraya buraya dağılan civcivler gibi.

Ne herhangi bir sorunda odaklanma var; ne toplumsal vizyon, ne uzlaşma yöntemi, ne kolektif yaşam bilinci, ne yaşama sevinci, ne paylaşma arzusu veya “yer-zaman” mantığı. Kısacası, “ortak yurt ve gelecek” anlayışı ve sorumluluğu yok! Üstelik arka planda da yapıcı eleştirel ağızlardan çıkan “monolojik” çağrılar: “Ortak hikaye, ortak hikaye!” Yani tıpkı “Sessüzlük, sessüzlük!” bağırışlarında olduğu gibi.

Oysa bugün, tüm bu hengâme içinde Kılıçdaroğlu, HDP’ye herkesle birlikte ve Meclis’te meşru çözüm daveti ile nihayet uzunca bir süredir beklenen “yeşil ışığı” yaktı! Tarih, hakkını teslim edecektir elbette. Zira, Türkiye’nin yakın siyasi tarihsel geçmişinde de Cumhur İttifakı ve tabanı kabul etmese de, hatta kendi partililerinin veya tabanının bir kısmı bile fark etmemiş olsa, Türkiye’deki “türban/başörtüsü sorunu”nun çözülmesinde de kilit aktör olmuştur.

Bugün de “Kürt sorunu” ile kırk yıldır mesele edilenlerin (daha doğrusu “gerçekten” pek edilmeyenlerin!) toplumsal ve siyasi karşılığı her ne ise, onu da aynı “sessiz güç” yöntemiyle yönetebileceği tarihsel koşullar yeterince olgunlaşmıştır. Fakat, Türkiye’deki tüm siyasi partilerin kendilerini TSK, İmralı, Kandilli, türlü cemaatler, ABD, AB, Rusya ve tüm diğer iç/dış güçlerin örtük/gizil vesayetlerinden kurtardıklarına; yani rüştlerini ispat ettiklerine, toplumu ikna etmeleri şart. Bunun için de retorikte bile olsa, bu tip göstergelere yer veren demeçler ile aynı tuzaklara düşmemeye özen göstermeleri elzem!

Çünkü, artık esas söz sırası, hakiki dönüştürücü güç olan; toplumsal muhalefette: Kaç zamandır devleti yönetenlerin “yersiz, yurtsuz, yetim, öksüz veya evlatlıkmış gibi ve sahipsiz bıraktığı vatandaş” vatan toprağına, doğal barınağına, yeşiline sahip çıkıyor. Onların geleceksiz evlatları konuşuyor ve demokratik taleplerini dile getiriyor. Üniversite öğrencileri, gerçekten de “yersiz ve yurtsuz”, sokakta yatıyor ve her kesimden vatandaşın desteğini alıyor.

Bu yeni süreç, artık tüm toplumsal bileşenler için gerçekten de siyasi sanrılar ve yanılsamaları ayırt etme sınavından geçmiş ve silkinmiş olarak, gelişim serüvenine daha sağlam ve emin adımlarla katılma sürecidir. “Barınamıyoruz”, “soluk alamıyoruz”, vb gibi “#” isimleri değişebilir. Fakat artık bu özgür istençli değişim rüzgârı ve sağlıklı demokratikleşme hareketi kaba güçle filan durdurulamaz.

Yine COVID (ki o da gerçekten kritik eşiği aştı, ne yazık ki ve başka bir hakiki sınav!) yetersiz derslik ve diğer “seyreltilemeyecek” veya zaten “yok” olan mekanlar gibi gerekçelerle yeniden çevrim-içi eğitime dönmek ile artık bu dönüşüm önlenemez. Ok yayından çıktı; zaman geriye alınamaz. Kısacası müjde: Bağrı yanık Türkiye’nin yeniden yeşermesi başladı.

Yeter ki, Z kuşağı/M kuşağı gibi boş söylemler, Gezi sözde çözümlemeleri filan bir kenara bırakılsın. Bazı “yenilik de yenilik” diye programlanmış, hızlı tüketici entel/dantel kapitalin ha bire, ya ülke için yeni bir “öykü” veya “hikaye”, ya da muhalefet için “yeni ve çarpıcı reklam spotları” arama, “video savaşları” kafasından vazgeçilsin.

Evet, tamam, kesinlikle; “Geliyor, gelmekte olan!” Çünkü zaten “Gitti, gidiyor”, gitmekte olan! Ee, peki sonra? Gelen ne? Giden ne? Kalan ne? Kalıcı olacak olan ne, bu toplumda? Yakın siyasi geçmişteki veya alışkanlıkları yineleyerek benzer yanılgılara düşülmesin diye, biraz da ona bakalım birlikte.

ESKİ KAFALARA YENİ, YENİ KAFALARA ESKİ ÖYKÜLER

Zira, yerel entelektüel sermayenin “söylem çözümleme” geleneğini gümrüksüz ithalinden ve popüler kültürde merdiven altı vergisiz ve kalite kontrolsüz üretimlerinden itibaren, bu ülkeye heyecan verecek yeni bir öykü aranıyor. Harıl harıl aranıyor aranmasına ama, bir türlü de bulunamıyor!

Yeterince tarihi öykü de yok değil hani. Beğen beğen al; her biri türlü ideolojik söylemlere hizmet ediyor. Belli ki masal ile öykü veya hikâyenin farkı biliniyor da yeni bir masal aramıyorlar. Fakat hala kim, kime, ne masalı anlatıyor?

Sonuç olarak, ülkenin salt ekonomisi değil, entelektüel sermayesi de hızlı tüketimci küyerel (neo)kapitalizme teslim. Oysa, başta sol ve sosyal demokratik olmak üzere, aranan yeni öyküler; eğer onun ideolojik ve pragmatik söylemini yadsıyıp; yani,” iklim krizi” ve “sürdürülebilir kalkınma” söylemleri dahil, etiğini, motivasyonunu, mantığını ve elbette entelektüel dilini sökmüş olmadan onunla “konuşamazlar”. Yani kendilerini bir an evvel dönüştüremezler ise eğer, toplumu “daha iyi demokrasi” yönünde filan asla ve “içerden” dönüştüremezler.

Zira, şu husus çok net olmalı: Eğer farklı muhalif kesimlerde, yani en sol’dakinden en sağ’dakine, hemen her gün karşılaştığımız eski tip “iktidarı halka şikayet” ve “inatlaşma” veya “karşı-saldırı direnişleri” sürdürülecek olursa, ve de tabii “henüz erken, toplum hazır değil”, vs. vs.  olası sesleri yükselecek olursa; bunlar sadece ve sadece hem statükoyu üretmeye, hem de en çok ve kendi elleriyle iktidarın kökünü yeniden beslemeye ve güçlendirmeye yarar. Nam-ı diğer; demokrasiye ve yaşama direnç!

Her halükârda şunları da iyi bellemiş olmalı: AKP, 21. yy Türkiye’sinde postmodern zamanların kültürel “iç/dış” ve kimlik siyaseti rüzgarları ile popülist yelkenlerini pupa yelken şişirerek, toplumdaki hemen tüm sancılı kolektif ve “ikicil” (dichotomic) eksenlerde, bastırılmış veya uyutulmuş “kitlesel öteki” uç noktalarını mobilize veya manipüle etti.

Yani Erdoğan, gerçekten “başarılı” siyasetçilerin yaptığı söylediği veya iletişimcilerin klasik öğüdü gibi, ‘siyasi retorikler ile halktaki seçmeninin olduğu yere git’medi: Zaten halkın içindeki, fakat “sınırdaki” kendi sabit tabanının olduğu yerden çıktı. Aynı mayadan ve hamurdan yoğruldu.

AKP de bir kitle partisi olarak ve başta “iyi polis/kötü polis” stratejileri olmak üzere, bu “sınırda” kolektif karakterli toplumun imgesel bölünmelerine ve duygusal tepkilerine hitap etti. Onlarla istemli veya istemsiz olarak “derinde ve görünmeyende” eşleşti. Halkın yarısını yanına ve yarısını karşısına alarak, ama “birlikte yürüdü”; muhalefeti de yürüttü!

Şimdi sıra muhalefetin önce bunu idrak ve kabul edip, kendini erksiz iktidar(ın) söyleminden özgürleştirmesinde. Sonra da buraya kadar ki (yani ironik olarak kendisini diri ve ayakta tuttuğu için “AKP’ye borçlu olduğu!) başarısını, ileriye taşımasında. Yani CHP’nin, Cumhuriyet Halk’ı içindeki destek tabanını “taptaze bir toplumsal sözleşme” çerçevesinde genişletmesinde.

Çünkü, mevcut iktidar, popülist demokratik araçsallaştırmalar ile, farklı siyasi ve iktisadi çıkar kesimlerini ve kendini “karşılıklı besleyerek”; refah/rüşvet dağıtarak, hızla serpildi. Hatta zamanla giderek arttığı görünen biçimde, içerden/dışardan verilen siyasi danışman taktiklerine ve yönlendirmelere rağmen. Yani gerçekten de kendi algı ve yorumları ile, “kendisi oldu”! Hakiki olduğu için de nitekim en başından sımsıkı “tuttu” ve kitlesiyle kenetlendi. Şimdi de tüm toplumun gözü önünde hazin sonuna yaklaşıyor.

Dolayısıyla, Türkiye’de gereksinim duyulan; yeni sloganlar, sığ veya tıkanıklık aşıcı ve modası geçici yeni öyküler filan değil kanımca. Mevcut olanları, çiklet gibi çiğnemeden veya şekerini yalayıp hemen tükürüp atmadan önce, uzak/yakın tarihsel birikimleri eleştirel irdelemek zorunlu!

O meseleye de dizinin kapanış yazısında değineyim. Zira, okuyucunun bir cümlede üç dört sözcükten, bir düzyazıda beş altı cümleden fazlasından sıkıldığı; aynı manşet başlığa bile tahammül edemediği; çoğu kez de anlam kaydıran görseline bakıp okumadığı; onlarca alternatif yazar, yüzlerce yazı ve binlerce mesaj bombardımanı altında; hangi birine yetişeceğini, neyi/kimi nereye koyacağını, öğrendikleriyle ne yapacağını bilemediği şu “entelektüel yazın ortamı”nda,, bu pek alışılmadık yazı dizisi de kendi haddini bilmek durumunda.

 

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.
spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI