Cuma, Mart 29, 2024

David Harvey’le The Anti-Capitalist Chronicles Kitabı Üzerine Bir Söyleşi – 1. Kısım

https://www.rt.com/shows/on-contact/535590-anti-capitalist-chronicles-david-harvey/

David Harvey: Kapitalistler bir meta üretip bunu piyasada sattıklarında söz konusu meta piyasada ne kadar süre kalıyor ve biz onu ne kadar süre elimizde tutuyoruz? Çok sevdiğim bir örnek: hâlâ büyükannem ve büyükbabamın 1890’larda Sheffield’de üretilmiş olan çatal ve bıçaklarını kullanıyorum. Bugün sermaye bu kadar uzun süre kullanılan şeyler üretseydi başı büyük belaya girerdi. Bu nedenle sermaye, kısmen teknolojik eskime yoluyla, piyasaya daha kısa sürede üretilen ve daha kısa süre kullanılan ürünler sürüyor. Demek istediğim şu: şimdiye kadar kaç farklı iPhone satın aldınız? Kaç farklı bilgisayar sistemi kullandınız vb. Bir şeyleri çabuk tüketmekten hoşlandığınız durumda söz konusu sektörlerde bir hızlanma olur. Ancak -1970’lerden bu yana gerçekleşmekte olan şey- tüketicilerin dayanıklı tüketim malları satın almaları konusunda büyümekte olan bir sorun var: Ne kadar şey istifleyebilirsiniz? Kaç tane buzdolabınız olabilir? Bu sebeple sermaye tamamen geçici olan bir şey satmaya başladı: deneyim.

İki bölümlük bir röportajın ilki olan bu programda Chris Hedges, Profesör David Harvey ile küresel kapitalizmin yeniden yapılandırılması, neoliberalizmin çelişkileri, gücün finansallaştırılması, gösterinin metalaştırılması, artı değer kütlesine karşı artı değer oranı ve iktisat teorisinin diğer önemli konularını tartışıyor.

CH: On Contact’a hoş geldiniz. Bugün Profesör David Harvey ile yeni kitabı The Anti-Capitalist Chronicles hakkında konuşacağız.

City University of New York Lisansüstü Merkezi’nde görev yapan ünlü antropoloji profesörü David Harvey, Kentsel Çalışmalar alanında önde gelen bir teorisyendir. Library Journal Profesör Harvey’i “20. yüzyılın sonlarındaki en etkili coğrafyacılardan biri” olarak adlandırmaktadır. Profesör Harvey doktora derecesini Cambridge Üniversitesi’nden aldı ve Johns Hopkins’te coğrafya profesörü, London School of Economics’de Miliband Araştırmacısı ve Oxford’da Halford Mackinder Coğrafya Profesörü olarak çalıştı. Harvey, “Asi Kentler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru”, “Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz”, “Sosyal Adalet ve Şehir” ve “Neoliberalizmin Kısa Tarihi” kitaplarını kaleme almış olan üretken bir yazardır. Harvey’i kapitalizme Marksist bir mercekten baktığı, iki ayda bir yayınlanan podcasti Anti-Capitalist Chronicles’da dinleyebilirsiniz. Ayrıca kişisel web sitesi davidharvey.org’da “David Harvey ile Marx’ın Kapitalini Okumak” adlı bir ders veriyor. Marx’ın Kapital’inin birinci ve ikinci cildini okumadıysanız, okumanızı bu klasik eser üzerine ortaya konmuş kapsamlı bir yorumla beraber yürütmek paha biçilmez bir deneyim olacaktır. Podcastimizin iki bölümünü ayıracağımız son kitabı “Anti-Capitalist Chronicles”. Profesör David Harvey’le, küresel kapitalizmin yeniden yapılandırılması, neoliberalizmin çelişkileri, gücün finansallaşması ve gösterinin metalaştırılması, artı değer kütlesine karşı artı değer oranı ve küreselleşme çağında iktisat okuryazarlığı açısından hayati önemde olan diğer konuları tartışacağız.

“Neoliberalizmin Kısa Tarihi” kitabının büyük bir hayranıyım, bence bu çok temel bir okuma. Ama bugünün konusu olan kitabın da son derece önemli bir çalışma olduğunu iddia ediyorum. Ve kitabın başında yaptığın gibi, ekonomik manzaranın nasıl değiştiğiyle başlamak istiyorum. Artık fabrikalarımız yok. Fabrikalar Çin ve Bangladeş’te. Ve bunun hem ekonominin nasıl yapılandırıldığı hem de direniş biçimimiz açısından büyük bir etkisi oldu.

DH: Evet, gerçekten, bugün çok farklı bir manzarayla karşı karşıyayız. Bence iyi bir tarihsel materyalist olmalıyız ve var olanı eski bir mercekle yorumlamaya çalışmaktan vazgeçmeliyiz. Merceği mevcut duruma göre ayarlamalıyız.

CH: Emeğin sanayileşmiş dünyada yerinden edilmesinin ne anlama geldiğinden biraz bahsedebilir misin? Bu İngiltere açısından bir gerçek. Keza Amerika Birleşik Devletleri açısından da. Aslında bu bugün birçok ülkenin gerçeği. Bu, ekonominin yapılandırılma biçimi yönünden baktığımızda ne anlama geliyor? Ekonominin finansallaşması lehine bir yönelimden bahsediyorsun. Ve emeğin kendini korumaya başlaması ne anlama geliyor?

DH: İlk olarak değineceğim şeylerden biri teknolojik değişimin önemi. Diğerleriyle rekabet halindeki her bireysel kapitalist, daha yüksek bir emek üretkenliği yaratmaya çalışma durumundadır. Ve emeğin üretkenliğini artırdıkları ölçüde daha az işçiye ihtiyaç duyarlar. Yani gelinecek en uç nokta hiç işgücünün olmadığı ve her şeyin bir nevi otomasyon yoluyla yapıldığı yer olacaktır. 1970’lerden itibaren gördüğümüz şey bu; ve bu büyük ölçüde neoliberal devrimle, yani imalata yönelik saldırıyla ve farklı türde bir ekonominin yaratılmasıyla ilgili. Örneğin 1969’da Baltimore’a yerleştiğimde şehirde 30.000’den fazla kişiyi istihdam eden bir çelik fabrikası vardı. 1990’a gelindiğinde fabrika aynı miktarda çelik üretmesine rağmen 5.000 kişiyi istihdam ediyordu. Ve fabrika bugün artık yok. Detroit, Baltimore, Pittsburgh ve bunlar gibi diğer eski şehirlerin çoğunun üretim üssü saldırıya uğradı. Bu esas olarak teknolojik değişim yoluyla gerçekleşti. Söz konusu durum işçi sınıfına ve işçi sınıfı örgütüne ne olduğu sorusunu gündeme getiriyor. Yine, Baltimore’a taşındığım dönemde bir şeyler yapmak istiyorsanız Çelik İşçileri Sendikası’na giderdiniz; çünkü çok büyüklerdi, çok güçlülerdi ve gerçekten çok fazla nüfuzları vardı. Ancak 1990’a gelindiğinde siyasi bir güç olarak fiilen ortadan kayboldular. Yani emeğin üretimdeki gücü elinden alındı. İnsanların bir yerde istihdam edilmesi gerekiyor. İnsanlar gidiyorlar ve bugün “hizmet” dediğimiz işlerde vs. çalışıyorlar. Ancak buradaki temel husus şu: Marx’ın zorlayıcı rekabet yasaları olarak adlandırdığı şey kapitalistleri yeni teknolojileri olabildiğince hızlı uyarlamaya ve benimsemeye zorladı. Ve bunu yaparken emeği üretken faaliyetten uzaklaştırdılar. Ve böylece Cleveland, Baltimore veya Philadelphia’daki işçi sınıfı bugün, örneğin 1970’te olduğundan çok daha farklı görünüyor.

CH: Kitapta bahsettiğin üzere asgari ücret artışının reddedilmesi ve gig ekonomisi dediğimiz şeyin yükselişi işçi sınıfının örgütlenmesini zorlaştıran bir tür prekarya durumu yaratıyor, değil mi?

DH: Evet. Ve aslında 1970’lerde olanlar işçilerin iktidarına ve tabii ki sendikaları da içeren işçi sınıfı örgüt ve kurumlarına cepheden bir saldırıydı. Demokrat Parti’nin veya Avrupa’daki işçi sınıfı tabanının komünist ve sosyalist partilerden oluşacağını düşünüyorum. Biliyorsunuz, bu çok güçlü bir konum. İşçiler ciddi bir güç ortaya koydular. Ardından kapitalist sınıf ve şirket sınıfı 1970’lerde bu gücü fiilen ortadan kaldırmaya karar verdiler. Bunu yaparak ücretleri düşüreceklerdi, çünkü ücretleri düşürürseniz daha fazla kâr elde edersiniz ve onlar için basit olan şey bunun peşinden gitmekti. Ve elbette Reagan’ın iktidara geldiğinde yaptığı hava trafik kontrolörlerine ve temelde tüm sendikalara yönelik saldırıyla işçi sınıfı kurumlarını hedef almaktı. Dünyanın her yerinde buna benzer şeyler yaşandı, Margaret Thatcher aynı şeyi İngiltere’de yaptı. Yani emeğe karşı bir tür cepheden saldırı gerçekleştirildi. Ve bu öyle bir saldırıydı ki, 1970’den itibaren üretkenlik arttığı durumda bile ücretlerde herhangi bir ilerleme görülmesi çok ama çok nadirdi. 1970’den önce artan üretkenliğin getirileri paylaşılıyordu; kapitalistler çoğunu, işçiler bir kısmını alıyorlardı, ama en azından alıyorlardı. 1970’den beri hiç almıyorlar. İşçilerin yaşam standardı ve asgari ücret çok büyük ölçüde düştü: 1960’ların asgari ücretini alıyor olsaydık bugün asgari ücretimiz saatlik yaklaşık 25 dolar olurdu. Şu anda bu ücretin yakınında bile değiliz ve bizi saatlik 15 dolara çalıştırma yönünde güçlü bir istek var. Yani işçi sınıfının durumu gerçekten kötüleşti ve sendikalı sabit işlerin ortadan kalkmasıyla siyasi gücü azaldı. İşçilerin bir şekilde bir yerde istihdam edilmeleri gerekiyor. Yani ya çeşitli türden kanunsuz işlere, ya hizmet sektörüne ya da gig ekonomisine girecekler. Güvencesiz çalışacaklar çünkü, tekrar ediyorum, sermaye güvencesiz emeği sever. Çünkü güvencesiz emek istihdam ettiğinde emeklilik fonu parası ödemek zorunda kalmaz. Sağlık hizmeti ödemek zorunda kalmaz, hiçbir şey ödemek zorunda kalmaz. Böylece tüm bu yükümlülüklerden kurtulur ve mümkün olan en yüksek kârı elde eder. Dolayısıyla 1970’den beri toplam kâr oranı çeşitli nedenlerle düşme eğiliminde olmasına rağmen hâlâ oldukça yüksek seyrediyor. Ve bence bu bugünün küresel ekonomisinin çok önemli bir özelliği.

CH: Ücretlerin bu şekilde bastırılmasının kasıtlı olduğu konusunda haklısın, bir dönüşüm olduğu konusunda da. Birkaç on yıl önce kredi kartlarının neredeyse hiç bilinmediğinden söz ediyorsun. Ama ekonominin finansallaşmasıyla birlikte ülkelerin işçi sınıfının ya da halk kitlelerinin borç batağına itilmesi gerekiyordu. O süreçten bahseder misin?

DH: Bence işçi sınıfının maaşları vb. azalıyorsa etkin taleple ilgili bir sorununuz olacak demektir. Ve ücretler düştüğü için piyasa küçülmeye başladığında sorun görünür olur: işçi sınıfı gitgide daha az para kazanırken kapitalistler mallarını nasıl satacaklar? Bunun iki cevabı var. İlki, çalışan insanlar kredi yoluyla mal satın alabilirler. Ve bu dayanıklı tüketim malları dediğimiz şey açısından son derece önemli. Bugün buzdolapları, arabalar ve evler, hepsi krediyle satın alınıyor. Ve işçiler bunu yapabilmek için ağır bir şekilde, gitgide daha fazla borçlanıyorlar. Yapılabilecek ikinci şey şu: ücretler düşse bile daha fazla işçi çalıştırıldığı durumda ürün artar, piyasa canlanır. Yani, bir dereceye kadar tüketimciliğin azaltılmasıyla ortaya çıkan efektif talep sorunu kredi sistemine geçişle kısmen çözüldü ve böylece herkes var olmayan bir parayla bir şeyler satın alıyor ya da daha fazla işçi istihdam ediliyor. Ve 1970 veya 1980’den bu yana ücretli işgücünde küresel ölçekte büyük bir artış oldu.

CH: Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından tüketici pazarlarının Çin’e ve Rusya’ya doğru genişlediği ve bunun küresel kapitalizm için çok önemli olduğu konusunda da haklısın.

DH: Kesinlikle, kesinlikle. Biliyorsunuz, bu ülkedeki işçilerin başına gelen her şeyin offshoring, Çin rekabeti ve benzerleri yüzünden olduğunu düşünüyoruz genellikle. Bunlarla ilgisi var, evet, ama bahsettiğim gibi teknolojik değişim bu anlamda çok, çok daha önemli. Ve aynı zamanda dünyadaki işçi sayısı 1970’den itibaren bir milyar arttı. Bunun nedeni de büyük ölçüde Çin’in küresel sisteme entegrasyonu, Sovyet imparatorluğunun çökmesi ve Doğu Avrupa’nın sahneye çıkmasıdır. Dahası, köylü toplumlarının azalması ve geçim kaynaklarının kısmen yok olması, dolayısıyla şehirlere göç etmeleri ve devasa bir kentleşmeyle karşı karşıya kalmamız gibi başka olgular da söz konusu. Ve bu kitlesel kentleşme sömürülmeyi bekleyen ve mümkünse istihdam edilmek isteyen bir işçi kitlesini içeriyor. Yani burada da emek arzı küresel bazda tüm sistemin genişlemesiyle birlikte artarken, aynı zamanda piyasa da genişliyor.

CH: Harika. Aradan sonra Profesör David Harvey ile küresel kapitalizmin yeniden yapılanması ve neoliberalizmin çelişkileri üzerine tartışmamıza devam edeceğiz.

On Contact’a tekrar hoş geldiniz. Profesör David Harvey ile küresel kapitalizmin yeniden yapılandırılması hakkında yaptığımız sohbete devam ediyoruz. Burada kitabından bir pasaj okumak istiyorum. Diyorsun ki, “Neoliberal proje sona ermedi, devam ediyor. Ancak artık eski meşruiyetine sahip olmaksızın devam ediyor. Neoliberal Proje için yeni bir meşruiyet formu bulunmalıydı. Bu yeni meşruiyet formu bence çok dikkat etmemiz gereken bir şey.” Nedir bu yeni meşruiyet formu? Güvenilirlik kaybı ve yeni meşruiyet biçimi hakkında ne söyleyebilirsin?

DH: Evet, neoliberal siyaset ilk ortaya çıktığında büyük ölçüde üst sınıfların zenginliklerini ve güçlerini diğerleri aleyhine artırmaya çalıştığı bir sınıf projesi olarak görülüyordu. Ve sonuç olarak neoliberal dönemde eşitsizlik çok büyük ölçüde arttı. Demek istediğim, şu anda milyarderler her yerdeler ve pandeminin ortasında bile servetlerini çok çok büyük oranda artırıyorlar. Bu, işin sadece bir yönüydü. Ve bu süreçte neoliberal projenin yaptığı şey bireysel kapasite, bireysel girişimcilik, sağlık, eğitim ve benzerleri konusunda bireysel sorumluluk üzerine kurulu yeni bir tür toplumsal düzenin inşası için rıza almaya çalışmaktı. Yani bu bir neoliberal paketti. Ve ilk ortaya çıktığında insanlar buna rıza gösterdi, çünkü Thatcher ve Reagan’a dair yaygın bir rıza vardı, çünkü bu insanlar oldukça farklı bir şey öneriyorlardı. Ve bunun uzun vadede herkesin yararına olması gerekiyordu. Ancak 1990’ların sonuna geldiğinizde bunun herkesin yararına olmadığı, temel olarak şirket maliyesinin ve zenginlerin yararına olduğu açığa çıktı. Böylece projenin meşruiyeti azalmaya başladı ve 2007-2008 krizinde tam anlamıyla yıkıldı. Projenin meşruiyetinin aşınmaya başladığı 1990’larda bile görülmeye başlanmıştı. Ve böylelikle neoliberal türden ekonomi politikaları, Dick Cheney’e özgü neo-muhafazakâr ya da otoriter politikalar ve zamanın neo-muhafazakârları arasında bir ittifak ortaya çıktı. Zor ve rıza olarak adlandırdığım şeyler arasındaki dengenin değişmeye başladığı görüldü. 1980’lerde neoliberal projeye büyük bir rıza vardı; sonraları bunun yerini giderek daha büyük ölçüde zorlama aldı. Ve zorlama, kısmen servet transferi araçlarının birçoğunun Federal Rezerv gibi kurumlarda gizli olmasından ötürü sessiz, gözden uzak bir zorlamaydı. Ne var ki zamanla daha da ileri gitmeye başladık ve bence Trump’la ilgili ilginç olan şey Trump’ın birçok anlamda her yerde olması. Trump’ın vergi reformu yasası neoliberal mühendisliğin klasik bir örneğiydi. Büyük şirketlere ve çok-ultra-zenginlere çok büyük; nüfusun çoğunluğuna ise çok küçük faydalar sağladı. Siyaset bu şekilde devam ediyor. Kökleri 1990’lara dayanan bu tür aşırı otoriter siyaset yoğunlaşarak devam ediyor. Bu yüzden otoriterleşmemizin ani olmadığını düşünüyorum. Clinton yıllarında bile emekleyen bir otoriteryanizm vardı ve bu otoriterlik kısmen tahvil sahiplerinin güçlerini dayatmasından kaynaklanıyordu. Bence Clinton’un “Ekonomik programım tamamen tahvil sahiplerinin görüşlerine dayanıyor” şeklindeki meşhur açıklaması ve 1990’dan beri Hazine Bakanlığının Goldman Sachs mensuplarının elinde olması oldukça semptomatik. Otoriterliğin emekleyen biçimi derken kastettiğim şey bu. Trump seçildikten sonra otoriterlik daha aşikâr hale geldi ve küresel olarak gördüğümüz şey her yerde otoriter hükümetlerin ortaya çıkışı. Ve bence halk giderek daha az rıza göstermeye meyilli, bu nedenle zor yoluyla kontrol edilmesi gerekiyor.

CH: Ortaya koyduğun şeylerden biri, yalnızca ekonomik gidişatı değil, aynı zamanda iklim değişikliği açısından karşı karşıya olduğumuz küresel krizi de tartıştığın ölçütler. Arz kütlesine karşı arz oranı ikiliği hakkında konuşabilir misin? Bence bu Marksist bir terim. Yine de oldukça ilginç olduğunu düşünüyorum.

DH: Aslında bu herhangi birine sorabileceğin çok basit bir soru. 100 dolar ve %10 getiri oranına sahip olmayı mı tercih edersin yoksa bir milyon dolar ve %2 getiri oranına mı? Hangisini tercih edersin? Şunu hemen görebilirsin: oran çok düşük olsa da milyonlarca doları olan bir kişi için bu mutlak servetinde çok büyük bir artış ifade eder; fakat neredeyse hiç parası olmayan biri için %10’luk bir oran hiçbir anlam taşımaz. Yani bence bu soru şununla ilgili: refahtan oran olarak mı bahsediyoruz yoksa kütle bağlamında oran olarak mı? Ekonomide ve diğer alanlarda sürekli olarak yüzde üç oranında büyümemiz gerektiğine dair fikirler var. Yani her şey oranlarla alakalı; kütle düşünülmüyor. Ne var ki çok büyük bir kütleye sahip olduğunuzda çok düşük bir oran çok fazla sorun yaratıyor. İklim değişikliği buna çok güzel bir örnek. Eğer iklim değişikliği insan faaliyetlerinin genişlemesinin bir sonucuysa, o zaman önemli olan şeylerden biri şu anda ekonominin kütlesidir: yüzde ikilik bir büyüme oranı bile muazzam, muazzam ve muazzam bir üretim artışına, kaynak tüketimine ve diğer şeylere tekabül eder. Ve dolayısıyla iklim değişikliği, oranından çok kütlesi nedeniyle giderek daha büyük bir sorun teşkil ediyor. Açıkçası oranlar ve kütleler aynı hikâyenin parçaları. Ancak benim dikkatimi çeken şey şu: oran hakkında konuşmak iktisatçılar, politikacılar ve diğerleri açısından genellikle elverişlidir, çünkü düşük oranlarda bile çok-ultra-zenginlerin servetlerini muazzam bir şekilde artırabileceği gerçeğini gizler. Örneğin, Elon Musk yıl içinde servetini 25.000.000.000 $’dan 150.000.000.000 $’a çıkardı. Yani servet kütlesinde muazzam bir artış gerçekleşti. Oransal olarak da oldukça iyi bir değer. Ama buradaki mesele şu: insanlar muazzam miktarda varlığa sahip olduklarında çok küçük bir oran bile onlara, örneğin, neredeyse hiçbir varlığı olmayan ve yüksek büyüme oranına sahip birine kıyasla satın alma gücünde çok fazla ekstra kaldıraç sağlayacaktır. Hiçbir varlığı olmayan birinin yüksek büyüme oranı ona fazladan birkaç fincan kahve kazandırır; zenginlerin yüzde bir ya da iki büyüme oranı ise onlara şirketler, medya kuruluşları vb. satın aldırabilir.

CH: Ana akım iktisatçılar da yüzde birin değil, geri kalanımızın, yani yoksul kesimlerin gerçekten iyi durumda olduğu, çünkü marjinal gelir denilen şeyde oranın daha yüksek olduğu yalanını söylemeyi sürdürüyor.

DH: Evet. İktisatçıların yazdıklarının etkilerini gizleme biçimleri beni her zaman şaşırtıyor. Ben sadece insanlar bu konuda uyanık olsun ve “ah, geçen yılki büyüme oranı çok iyiydi” söylemini aşsın istiyorum. Maaşın %30 ya da buna benzer bir oranda artıyor. Hiçbir şeyin %30’u temelde hiçbir şeydir. İnsanların dikkat etmeleri gereken nokta bu. İnsanlar oranlar hakkında konuşmaya başladıklarında şu soruyu sormalılar: bahsettiğimiz oran ne büyüklükte bir kütleyi etkiliyor?

CH: Küresel pazarda paranın genişlemesinden bahsetmek istiyorum. Kitapta şöyle demişsin: “Küresel GSYİH yaklaşık 80.000.000.000.000 $. Şimdi fazladan 80.000.000.000.000 $ için yeni yatırım fırsatları bulmamız gerekiyor; umarım önümüzdeki 25 yıl içinde en az yüzde üç kâr edebiliriz. Kapitalistlerin aradığı şey bu.” Ayrıca gösterinin metalaştırılması hakkında yazıyorsun. Tüketicilere geçici şeyler için ödeme yaptırmak. Bunun gerçekten ilginç bir nokta olduğunu düşündüm. Programın kapanışını bu konuda yapabiliriz.

DH: Bence bu gerçekten çok, çok, çok önemli olan şeylerden biri. Kapitalistler bir meta üretip bunu piyasada sattıklarında, söz konusu meta piyasada ne kadar süre kalıyor ve biz onu ne kadar süre elimizde tutuyoruz? Çok sevdiğim bir örnek: hâlâ büyükannem ve büyükbabamın 1890’larda Sheffield’de üretilmiş olan çata ve bıçaklarını kullanıyorum. Bugün sermaye bu kadar uzun süre kullanılan şeyler üretseydi başı büyük belaya girerdi. Bu nedenle sermaye, kısmen teknolojik eskime yoluyla, piyasaya daha kısa sürede üretilen ve daha kısa süre kullanılan ürünler sürüyor. Demek istediğim şu: şimdiye kadar kaç farklı iPhone satın aldınız? Kaç farklı bilgisayar sistemi kullandınız vb. Bir şeyleri çabuk tüketmekten hoşlandığınız durumda söz konusu sektörlerde bir hızlanma olur. Ancak -1970’lerden bu yana gerçekleşmekte olan şey- tüketicilerin dayanıklı tüketim malları satın almaları konusunda büyümekte olan bir sorun var: Ne kadar şey istifleyebilirsiniz? Kaç tane buzdolabınız olabilir? Bu sebeple sermaye tamamen geçici olan bir şey satmaya başladı: deneyim. Ve bunu parasallaştırdı, sermayeye dönüştürdü. Örneğin, spor… Basketbol ve futbol ligleri vb. artık büyük sermaye haline geldi, çünkü gösteri satıyorlar. Ve gösteri dediğimiz şey bitiyor, çabucak tükeniyor. Ardından bir sonrakine geçiyorsunuz. Böylelikle gösteri ekonomisi ve deneyim satışı, ekonominin çok, çok önemli bir yönü olmaya başlıyor. Ancak büyük miktarda sabit varlığın bunu desteklemesi gerekiyor. Diğer bir konuyu ele alalım: turizmin genişlemesi. 2007-2008’den sonra turizm muazzam bir şekilde büyüdü. Turizm, sermayenin deneyim bulup satmaya başladığı alanlardan biriydi. Ama turizm endüstrisine sahip olmak için otellere ihtiyacınız var, havayollarına ihtiyacınız var, havaalanlarına ihtiyacınız var, restoranlara ihtiyacınız var, büyük miktarda sabit sermayeye ihtiyacınız var. Dolayısıyla bu kısa ömürlü deneyimi desteklemek için büyük miktarda sermaye harcanıyor ve bunun muazzam bir kültürel etkisi var. Her şey kısa vadeli. Her şey kısa vadecilikle ilerliyor. Ve bu gerçek, gerçek bir sorun.

CH: Programı burada kapatmamız gerekiyor David. Profesör David Harvey ile The Anti-Capitalist Chronicleskitabını konuştuk. İlerleyen zamanlarda programın ikinci bölümüyle karşınızda olacağız. Bizi izlemeye devam edin.

DH: Teşekkürler.

(Çeviri: Pelin Tuştaş)

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER