Cuma, Mart 29, 2024

Çin, G-20 zirvesi ve Batıyı hizaya getirmek

G-20 zirvesi boyunca Batılı devletler ve Çin arasındaki gerilim, Çin’in son yıllarda giderek artan ağırlığını gösteriyor. Özellikle Trudau ve Xi-Jingping arasındaki diplomatik skandal, Çin ve Batı arasındaki politik duruş farkının bir özeti. Sinolog ve Çin-Türkiye ilişkileri uzmanı Çağdaş Üngör yazdı.

Geçtiğimiz günlerde Endonezya’nın Bali kentinde yapılan G-20 Zirvesi dünyanın en büyük yirmi ekonomisini yöneten siyasi liderleri (Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin hariç) bir araya getirdi. Zirvenin en önemli gündemi, hiç şüphesiz, Rusya-Ukrayna kriziydi. Savaşın ekonomik maliyeti, dünya ülkeleri üzerinde, “gıda güvenliği” başta olmak üzere hissedilen olumsuz etkisi, Bali G-20 Zirvesi’nde işgalin şiddetle kınandığı bir sonuç bildirgesi yayınlanmasına neden oldu. Deklarasyonun hazırlık süreci oldukça tartışmalı da geçse, Rusya ile dostane ilişkileri olan Çin ve Hindistan gibi ülkelerin de onay vermesi, Moskova’nın uluslararası arenadaki yalnızlığını gösteren yeni bir işaret olarak okunuyor.

Bu ortak mesajın ötesinde, G-20 Zirvesi birçok liderin yan yana gelmesine ve ikili görüşmeler yapmasına imkân veren bir platformdu. En fazla dikkat çeken ülkelerden biri de, son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri ile bitmeyen bir kriz döngüsünde olan Çin Halk Cumhuriyeti’ydi. Geçtiğimiz ay Çin Komünist Partisi’nin dünya basınında büyük yankı bulan 20. Kongresi ile üçüncü dönemine başlayan Xi Jinping de, doğal olarak, zirvenin en çok takip edilen figürlerinden biri oldu.

“Yeni Soğuk Savaş” gündemiyle tüm dünyayı had safhada geren ABD ve Çin ilişkileri, Bali G-20 Zirvesi neticesinde biraz yumuşamış gözüküyor. ABD Başkanı Joe Biden ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping yaptıkları uzun görüşmede birçok fikir ayrılığı yaşasalar da, güler yüzlü tokalaşma fotoğrafları ve “iklim değişikliği” gibi küresel meselelerde birlikte çalışma vaatleri ile gerilimi düşürdü. Bu resim, orada olmayan Vladimir Putin’e de zımni bir mesaj vermiş olsa gerek.  Zirvede ayrıca Fransa’nın da dahil olduğu bir grup Batılı ülke Çin’i düşman değil, ortak olarak gördüklerini göstermek için epey çaba sarf etti. Xi Jinping ile yan yana fotoğraf vermeye özen gösteren Emmanuel Macron’dan önce Alman Başbakanı Olaf Scholz da geçtiğimiz haftalarda Çin’i ziyaret ederek benzer bir mesaj vermişti.

BATIYI HİZAYA GETİRMEK

ABD’nin en yakın müttefikleri olan Batı Avrupalı ülkelerin bile Çin ile sert bir Yeni Soğuk Savaş kulvarına hapsolmak istememeleri, Çin’in “Batıyı hizaya getirme” gayretlerinin boşa çıkmadığını gösteren en büyük işaret. Bu gayretin G-20 Zirvesindeki daha sembolik bir işareti, Xi Jinping’in Kanada Başbakanı Justin Trudeau ile kameralar önünde yaşadığı sert münakaşa oldu. Çin Devlet Başkanı, Trudeau’yu “kendi aralarında konuştukları şeyleri basına sızdırdığı” için azarladı.

İki lider arasında ayaküstü kopan bu diplomatik skandal ilk başta yüzeysel gibi gözükse de basın-yayın konusu, Çin ve Batı arasında bu atışmanın çeperine sığmayacak kadar önemli bir ayrım yaratıyor. Demokratik dünyada halkların “haber alma özgürlüğü” ve bunun temsilciliğine soyunan medya ile siyasi erki temsil eden kişi ve kurumlar arasında bir gerilim var. Basının devletin gözü kulağı, gazetecilerin de hükümetin sesi olarak görüldüğü otoriter bağlamlarda ise “iki lider arasında gizli kalması gereken meseleler” elbette çok daha anlaşılır bir savunma mevzii yaratıyor.

Kanada medyasının (ve liderinin) şeffaflığa meyli Çin’de bu yüzden “vatana ihanet” hissi yaratıyor. Son ÇKP Kongresi’nden apar topar, kameraların önünde çıkartılan eski Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’ya kendi memleketinde mikrofon tutan gazeteci olmadığını hatırlayalım. Yani mesele, otoriter bir siyasi rejimde ömür boyu liderliğe oynayan Xi’nin biraz da maço bir tavırla, dünyada siyasi doğruculuğu ve pozitif enerjisi ile tanınan, kendisinden daha genç ve belli ki epeyce de toy gördüğü Batılı bir lidere haddini bildirmesinden ibaret değil. Xi Jinping, Trudeau nezdinde Batıyı hizaya getirmeye çalışıyor.

Son yılların bir dizi olayı yan yana koyulursa, Xi Jinping’in “Batıyı hizaya getirme” azmi daha net olarak görülebilir. Kendisinin ÇKP içinde liderlik pozisyonuna yükseldiği 2012 yılında dünya medyasındaki beklenti, Xi’nin Çin’deki ekonomik reformları bir adım daha ileri götürmesi ve bunları siyasi reformlarla birleştirerek Çin’de “Soğuk Savaşın bitişinden beri beklenen” demokratik dönüşümü gerçekleştirmesiydi. Xi’nin on küsür yıllık liderlik siciline bakıldığında, Batıda kendisinden beklenen “liberal” açılımların tam aksi istikamette bir profil çizdiği görülebilir.

Onun döneminde, Çin’de kamu iktisadi teşekküllerinin zayıflamayıp güçlendiğini, içeride propaganda ve denetim mekanizmalarının azalmayıp çoğaldığını gördük. Dış politikada da yeni bir döneme girildi. Çin’deki ekonomik gelişmenin Batıyı rahatsız edeceği, oradaki tehdit algısını güçlendireceği vehmiyle 2000’li yılların başında icat edilmiş olan “barışçı yükseliş, barışçı kalkınma” gibi terimler Xi’li yıllarda rafa kalktı; tevazu her alanda yavaş yavaş terk edildi.

“Batıyı hizaya getirme” azmindeki Xi Jinping, bu gücü, ÇKP’nin en yüksek kademesinde, kendisinden önceki liderlerin hayal bile edemeyeceği bir hegemonya yaratabilmesinden alıyor.

ABD’de Barack Obama döneminde başlayan, Donald Trump ile sert ve kısmen ırkçı tonlara bürünen, bugün de Joe Biden başkanlığında devam eden Çin karşıtı politikalar bu özgüveni hem besledi hem de keskinleştirdi. Son on yılda, Çin’in kimseye hissettirmeden, rahatsızlık vermeden güçleneceğine dair varsayımlar tuzla buz oldu. Çin, bir yandan mevcut uluslararası kurumlardaki ağırlığını arttırdı (IMF, BM vs.) bir yandan da kendi kurallarını koyup gerekirse kendi faturasını ödeyeceği yeni kurumlar yarattı (AIIB, vs.).

“Batıyı hizaya getirme” azmindeki Xi Jinping, bu gücü, ÇKP’nin en yüksek kademesinde, kendisinden önceki liderlerin hayal bile edemeyeceği bir hegemonya yaratabilmesinden alıyor. Mao Zedong ve Deng Xiaoping’ın mensup olduğu eski kuşaktaki gibi karizmatik liderlerin bir daha gelmeyeceği zannı, Çin’de 1990’lı yıllardan itibaren (otoriter rejimlerde gayet kırılgan olan) nöbet değişimi meselesini rutine oturtmuştu. Jiang Zemin ve geçtiğimiz ay “hoşnutsuz” bir yüz ifadesi ile Kongre’den çıkartılan Hu Jintao, en fazla iki kez, beşer yıllık periyodlar için görev alacaklarını biliyordu. Bu düzen, kolektif liderlik ilkeleri, meritokrasi, parti içi demokrasi gibi bazı ilkeler ile meşrulaştırılmıştı.

Yeni Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ise bu kuralların hepsini yeniden yazıyor. Anayasayı değiştirdi, mevcut hizipleri göz ardı edip kendi takımını iş başına geçirdi ve belki hayat boyu görevde kalacak. Xi, dünyaya Beijing’in en tepe noktasından, en sabit ve güvenli konumundan bakıyor. Oradan bakıldığında da Britanya’nın kabine krizleri ya da Twitter’i satın alan eksantrik Amerikalı milyarder öyküleri çok hazin görünüyor olsa gerek. Halkın siyasetçileri oylarıyla seçip aynı şekilde görevden aldığı siyasi rejimler ya da başbakana mikrofon tutup sorularıyla sıkıştırma cüretini gösteren basın mensupları Çin’in hoşgörü sınırlarını zorluyor. Velhasıl, Batıyı hizaya getirme arzusu buradan da kaynaklanıyor.

 

 

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI