Perşembe, Nisan 18, 2024

Çin Dünyayı Dönüştürüyor mu?

Tony Andréani, Rémy Herrera ve Zhiming Long

21.yüzyılın ilk yıllarında Çin birçok Batılı kapitalist tarafından “yeni El Dorado” olarak tanımlanıyordu. Uluslararası ticarete daha büyük ölçüde açık hale gelen (özellikle 2000’li yılların başlarından itibaren) ve Aralık 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne kabul edilen Çin’in, çok uluslu firmaların kronik aşırı üretimlerinin önemli bir kısmını satabileceği, sanayileşmiş ülkelerden yatırımcıların erişebileceği büyük bir pazar haline gelmesi bekleniyordu. Buna ek olarak ülkenin dünya ekonomisindeki rolü, hem yüksek eğitimli hem de nispeten ucuz olan muazzam emek arzı dolayısıyla Kuzey ülkelerine Güney’deki herhangi bir ekonomiden çok daha büyük ölçekte ve çok daha düşük maliyetli ürünler sunabilecek bir “dünya atölyesi” ile sınırlı olacaktı.

Bugünse Çin çoğu ana akım Batı medyasında bir tehdit, fetihçi bir “imparatorluk”, “emperyalist” bir güç olarak sunuluyor –emperyalizm terimi küresel bankacılık kurumlarının, işletmelerinin veya Batılı kurumların davranışları söz konusu olduğunda tam anlamıyla bir tabudur-. Ve Pekin “rejimi” kolaylıkla “diktatör” ya da diplomatik terimlerle ifade edildiğinde “otoriter” olarak tanımlandığından söz konusu tehdit çok daha ciddi görünüyor. Küresel hegemonyayı bugün hâlâ elinde tutan Amerika Birleşik Devletleri Çin’in güçlenmesinden endişe duyuyor ve birbirini izleyen ABD iktidarları Çin için kendi yerini almaya ve kapitalist dünya sisteminin liderliğini çalmaya hevesli bir imaj -endişe uyandıran bir imaj- inşa ediyor. Üstelik bu, daha küçük ölçekte de olsa, Avrupa Birliği’nin serbest ticaret dogmalarına hapsolduklarını fark etmiş olan iktidar organları açısından da geçerli.

Ticari anlamda Çin, en güçlü kapitalist rakiplerini kendi alanlarında, yani serbest ticarette yenmeyi başardı. Kuzeyde bugün “Çin tehlikesini” ele almaya adanmış ana akım basın manşetleri, başyazıları ve makaleleri ya da büyük kanalların genellikle Çin tarafından yapılan çeşitli satın almalar -arazi, şirketlerdeki öz sermaye yatırımları, borçlar vb.- ve bilgisayar ile telekomünikasyon alanındaki ürün veya ekipmanlarda Çin malı ürünlerin hâkimiyeti ile ilgili yorumları, tartışmaları ve radyo-televizyon yayınları sayılamayacak kadar çok. Berlin’in ardından Brüksel bugün Çin’in Orta ve Doğu Avrupa ekonomilerine yaptığı yatırımlardan, her yerde Pekin’in elinin olmasından ve ülkenin Avrupa Birliği’ni bölmeye yönelik manevralarından endişe duyuyor. ABD hükümetleri son on yılda Arap ülkelerinin büyük bir bölümünü Avrupalıların itaatkâr suç ortaklığıyla ateşe ve kana buladıktan sonra Washington’un başta Sincan Uygurları olmak üzere Çin’deki Müslüman nüfusların kaderi hakkında bu kadar endişelendiğini görmekten daha dokunaklı ne olabilir? Bütün bunların arkasında yatan şeyler ciddi analizlerin yetersizliği, bol miktarda ideolojik körlük, kötü niyet, fanteziler ve büyük bir dezenformasyon operasyonudur.

Çin “Mutlu Küreselleşme”nin Kazananı Değil

Gazeteciler, Başkan Xi Jinping’in yaptığı konuşmalar içinden -2017’de Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşma dâhil olmak üzere- yalnızca küreselleşmeyi desteklediği -yani serbest ticaret övgüsünü- ve korumacılığı kınadığı kısmı almayı tercih ettiler. Çin devlet başkanının “ekonomik küreselleşmenin; sermaye ve malların hareketini, bilim, teknoloji ve insan uygarlığının ilerlemesini ve ayrıca halklar arasındaki alışverişi kolaylaştırarak dünya kalkınması için güçlü bir itici güç sağladığını” söylediği açık. Neoliberallerin kulaklarında ne kadar tatlı çınlayan bir şarkı! Ne var ki aynı konuşmada altını çizdiği aksaklıklar ve sorunlar gözden uzak tutulmaya çalışılmamalı: “Küreselleşme iki ucu keskin bir kılıçtır. … Sermaye ile emek arasındaki çelişkinin üzerinde durulmalı. … Zengin ile yoksul, Kuzey ile Güney arasındaki uçurum sürekli genişliyor. … Dünya nüfusunun yüzde 1’ini temsil eden zenginler kalan yüzde 99’dan daha fazla servete sahip.”

Belirgin önyargılara sahip olan ve seçimli okumalar yapan ana akım yorumcular ve gazeteciler her şeyden önce Çinli liderlerin çoğunluğu tarafından kullanılan retoriğe dair tam bir cehalet sergiliyorlar: Çin liderlerinin konuşmalarının büyük çoğunluğu genellikle bir sürecin veya bir ekonomi politikasının olumlu yönlerine işaret ederek başlar, daha sonra bunların olumsuz veya yetersiz sonuçlarını ortaya koymaya çalışır ve en nihayetinde konunun diyalektik çözümünü arar. Burada Çinlilerin bakış açısını kavrayabilmeliyiz: ekonomiyi açmaya yönelik reformları onlar açısından son derece faydalı oldu ve bu nedenle uluslararası ticaretin kalkınma alanında tüm ülkeler için gerekli olduğunu düşünme eğilimindeler, ancak böyle bir açılımın ve bunun yerel ekonomi üzerindeki sonuçlarının uygun şekilde kontrol edildiği durumda -Çinlilerin her zaman yaptıkları ve bugün de yapmaya devam ettikleri gibi-.

Bu arada şu da vurgulanmalıdır ki Çin’in ticaret politikası hiçbir şekilde merkantilist değildir: Çin neredeyse ihracatı kadar ithalat da yapmaktadır. ABD’nin Çin karşısındaki ticaret açığının önemli bir kısmının sebebi temelde geri tepmiş olan kendi offshoring stratejisidir. Bu, temel farmasötiklerden elektronik parçalara kadar birçok imalat endüstrisinde gözlemlenebilir.

“Barış İçinde Bir Arada Yaşamaya Yönelik Beş İlke”ye Riayet

Çin hükümetinin “barış içinde bir arada yaşamaya yönelik beş ilke”si şunlardan oluşur: (1) egemenliğe ve toprak bütünlüğüne saygı; (2) karşılıklı saldırmazlık; (3) yabancı ülkelerin iç işlerine karışmama; (4) eşitlik ve karşılıklı yarar; ve (5) bu doğrultuda barış içinde bir arada yaşama. 1957’den beri Asya’daki ülkelerle yaptıkları birçok uluslararası anlaşmada yer alan bu ilkeler sürekli olarak yeniden onaylanmıştır.

Çinli liderler en başta egemenlikte eşitlik konusunda ısrarcılar: “Başkan Xi Jinping’in belirttiği üzere bu ilkenin ana fikri; büyüklüğü, gücü veya zenginliği ne olursa olsun bir ülkenin egemenliğine ve haysiyetine saygı duyulması gerektiği, iç işlerine herhangi bir müdahaleye müsamaha gösterilmeyeceği ve ülkelerin kendi toplumsal sistemleriyle kalkınma patikalarını özgürce seçme hakkına sahip olduklarıdır”. Bu basit bir ilke beyanı değildir. Çinliler her zaman eylemlerini Birleşmiş Milletlerin ve giderek daha fazla destekledikleri uluslararası kurumlarının çerçevesi içine yerleştirmek isterler. Son on yıllara damgasını vuran kanlı çatışmalar konusundaki pasif tutumları veya çok zayıf olan katılımları bazen şaşırtıcı olabiliyor, ancak bu kasıtlı. Günümüz dünyasında hâlâ var olan diktatörlüklere ya da teokratik rejimlere karşı sağduyulu olmakla, bu konuda hiçbir şey yapmamakla ve bu rejimlerle kârlı işler yapmakla suçlanıyorlar -Batı kendi çöpünü, bu rejimlerin çoğuna olan kendi desteğini ortadan kaldırmalı-. Bununla birlikte Çinliler sahte bir demokratik perdenin arkasına saklanmış veya sözde insani müdahale kisvesine bürünmüş emperyalizmlere kararlı bir şekilde karşıdırlar. Kendilerini özgürleştirmek, kendi kalkınma stratejilerini tasarlamak ve koşullar izin verdiği durumda kendi devrimlerini gerçekleştirmek yalnızca halkların elindedir. Çinliler kendi siyasi ve toplumsal sistemlerini zorla veya sinsice ihraç etmeye yanaşmıyorlar ve açıkça şunu belirtiyorlar: “Kalkınma deneyimimizi dünya ülkeleriyle paylaşmaya istekli olmakla birlikte toplumsal sistemimizi ve kalkınma modelimizi ihraç etme veya dünya ülkelerine irademizi dayatma yönünde bir niyetimiz yok.” Tercih ettikleri şey, diğer ülkelerin “öğrenebileceği” bazı “Çin çözümlerinden” bahsetmek.

Barış ve çatışmaların barışçıl yoldan çözülmesi yönündeki açıklamalarına gelince, Çin’in barışı gözettiğini görmemek için olaylara kötü niyetle yaklaşıyor olmak gerekir. Çin’in, en azından modern tarihinde, hiçbir zaman diğer halklar veya ülkeler pahasına sömürgeci veya yayılmacı politikalar izlemediğini burada hatırlamalıyız. Avustralya ve Japonya dâhil olmak üzere kaç “Batı” veya “Kuzey” ülkesi aynı şeyi iddia edebilir? Bugün Çin, uluslararası barış anlayışına aykırı olacak bir çatışma ortamını yeniden canlandırmayı hiçbir şekilde istemiyor. Ayrıca her türden askeri ittifakı kesinlikle reddediyor. Hiçbir zaman askeri bir koalisyona doğrudan katılmadı, IŞİD’e karşı olanlara bile. Ve son zamanlarda Cibuti’deki bir üs dışında, deniz trafiği için özellikle hassas bir yere “basit bir lojistik tesis” olarak sunduğu en ufak bir askeri üs kurmadı.

Bu nedenle Çin’in eylemleri ile Batılı güçlerin eylemleri arasındaki karşıtlık çarpıcıdır; özellikle tarihi boyunca sayısız askeri veya siyasi darbeyi körükleyen, yurt dışında vahşi saldırılar ve müdahaleler başlatan ABD ile karşılaştırıldığında bu durum dikkat çekicidir. Uzun yıllardır, Donald Trump iktidarında başlayan ticaret savaşının çok öncesinden beri, ABD Çin’i güçlü bir baskı altında tutuyor ve gerilim noktalarını artırıyor (Tayvan, Tibet, Sincan, Hong Kong vb.). Çatışmanın yoğunluğu Demokrat Joe Biden’ın iktidara gelmesiyle azalmadı.

Birlikte Kalkınmayı Hedefleyen Bir Politika

Çin’in birlikte kalkınma politikası öncelikle “en az gelişmiş” veya “gelişmekte olan” olarak tanımlanan ülkeleri hedefliyor. Bu klasik bir devletten devlete yardım değildir –çünkü Batılı ülkeler tarafından sağlanan resmi kalkınma yardımı neredeyse her zaman “bağlı yardımdır”, sıklıkla seçicidir ve hatta bazen bir yolsuzluk kaynağıdır–, büyük finansman ve yatırım programlarının uygulamaya konmasıdır: uzman bankalar (özellikle Kalkınma Bankası ve İthalat-İhracat Bankası) tarafından kamu altyapısının inşası için verilen sıfır faizli krediler; diğer büyük ölçekli projeler için diğer ulusal kamu bankalarından verilen “imtiyazlı” krediler (yani piyasanın altındaki oranlarda verilen krediler); kaynaklar (örneğin hammaddelerde) için verilen geri ödenebilir krediler; doğrudan yatırımlar (devlet veya özel Çin şirketlerinin kurulması gibi); ve ilgili ülkelere fayda sağlamak amacıyla daha küçük projeleri desteklemeyi hedefleyen bir dizi sübvansiyon. Bazıları bunu “ekonomik silahlar” aracılığıyla uygulamaya konulan hegemonik bir hırsın kanıtı olarak görüyor. Ancak bu, söz konusu birlikte kalkınma politikasının dayandığı ilkeleri, yani işbirliğini, paylaşılan avantajı (veya kazan-kazan ilkesini) ve kalkınma için öncelikli desteği göz ardı etmektir.

Son yıllarda Çin’in sanayileşmiş ülkelere yaptığı doğrudan yabancı yatırımlar (satın almalar, öz sermaye yatırımları, hizmet sözleşmeleri vb.) Çin ekonomisinin gelişimini hızlandırmayı, ona ihtiyaç duyduğu kaynak ve teknolojileri sunmayı ve ülkenin daha pahalı pazarlara erişimini sağlamayı hedefliyor. Bununla birlikte Çin’in buna en çok ihtiyacı olan ülkelere yaptığı yatırımlar azalmadı. Ayrıca, özellikle eğitim alanında, Çin’in gerçekleştirdiği çok sayıda başka yardım formu var. Çin başta gelişmekte olan ülkelerden olmak üzere öğrencilere pek çok burs ve beş yüz binden fazla profesyonele çeşitli alanlarda eğitimler sunuyor.

Bu, hâlihazırda kısmen uygulamaya konulmuş olan geniş İpek Yolu projesinin devreye girdiği yerdir: kara yolları (Kuşak) ve deniz yolları (Yol). Peki bu işbirliği neden temel olarak Asya ülkelerini ilgilendiriyor? Bunun nedeni Çin’in Asya kıtası için yükümlülükler yaratarak gücünü pekiştirmek istemesi ya da bu yolla Batı’dan intikam almak istemesi değil; söz konusu Asya ülkelerinin komşu ülkeler olmaları ve İpek Yolu’nun kalkınma için gerekli yatırımlardan son derece yoksun olan topraklarından geçmesinin gerekli olmasıdır. Bu, proje konusunda hâlâ nispeten isteksiz tek ülke olan Hindistan açısından da geçerlidir. Bu “komşuluk politikasına” ek olarak Çin’in, kalkınma anlamında doğu kıyısındakilerin gerisinde kalan batı illerinin gelişimini teşvik etmede de özel bir avantaj gördüğü kuşkusuz.

Peki ya neden Afrika? Afrika neden böyle bir projeye entegre edildi? Çin’in bu konuda öne sürdüğü nedenlerden biri, üçüncü dünya ile Bandung Konferansı sırasında ve sonrasında kurulan köklü bağların yanı sıra, Batı’da veya Kuzey’deki “az gelişmişlik” denilen şeyin zorluklarından en çok Afrika ülkelerinin etkilenmiş olmasıdır. Bugün Çin Kuzey’de yeni sömürgecilikle suçlanıyor: Çin üçüncü dünyayla mübadelesinde yalnızca hammadde ithal ediyor ve oradan toprak ve maden satın alıyor. Bu suçlamanın sebebi Çin’in söz konusu ülkelere -Batılıların nadiren yaptığı şekilde- hastaneler, yollar, demiryolları, limanlar, havaalanları, kültür ve spor tesisleri dâhil olmak üzere önemli altyapı yatırımları yaptığını görmezden gelme çabasıdır. Afrika devlet başkanlarının Pekin’e koşmasına şaşmamalı, özellikle de Çin hükümetinin felç edici herhangi bir politik koşul dayatmadığı düşünüldüğünde. Açıkça söylemek gerekirse bu işbirliği mükemmel olmaktan uzaktır. Ama yine de ödüller vardır ve bunlar önemlidir.

İpek Yolu’nun kara ve deniz güzergâhlarının Avrupa’ya kadar genişletilmesi gerekecek ve bazı kapitalistleri rahatsız eden de tam olarak bu, çünkü Çin’i “stratejik bir rakip” olarak görüyorlar. Avrupa ülkeleri prensipte kendilerini geliştirecek kaynaklara sahip olduklarından Çin yatırımlarına gerçek anlamda ihtiyaç duymuyorlar. Buna karşılık doğrudan yabancı yatırımlar Amerika Birleşik Devletleri veya Japonya’dan geldiğinde memnuniyetle karşılanıyorlar. Yine de, Yunanistan ve Portekiz gibi bazı ülkelerin en büyük kamusal şirketlerinin sömürülmesini Çinli şirketlere bırakmasının nedenini sormak gerekiyor. Bu neden çok açık: Avrupa Birliği’nin kemer sıkma politikalarının; bütçe açıklarını ve borçlarını azaltmaya yönelik sonu gelmez direktiflerin ve dolayısıyla otoriter muhtıralara dayanan zorunlu özelleştirmelerin kurbanları olan bu ülkeler, varlıklarını en yüksek fiyatı verene sattılar. Bu koşullar altında Çin yatırımları bu ülkeler tarafından bir kalkınma aracı olarak görüldü. Bu süreci etkileyen bir başka dinamik daha mevcut. İpek Yollarına katılım protokolleri imzalayan çok sayıda başka devlet var. Bunun nedeni söz konusu ülkelerin Avrupa Birliği’nin en gelişmiş ülkelerinden farklı olarak ekonomik durgunluk yaşamaları (İtalya gibi) veya kalkınmada önemli bir gecikme (doğu ve güneyde) ve ekonomilerini çok sınırlı bir alanda uzmanlaşmaya zorlayan bir bağımlılık deneyimlemeleridir. Kuşkusuz ki bu tür yatırımlar bazen temelde spekülatiftir (örneğin gayrimenkul ve otellerde), ancak Pekin, şirketleri bu pratiklerden alenen caydırmaya çalışıyor. Özellikle liman altyapısına yapılan doğrudan veya dolaylı üretken yatırımların büyük çoğunluğunun Çin dış ticareti için de kesinlikle avantajlı olduğu açıktır, ancak Çin burada “kazan-kazan” mantığıyla hareket ediyor. Çin Avrupa Birliği’nin dışında, özellikle de Balkanlar’da yatırımlar yaptı. Avrupa Birliği’nin on bir üyesi dâhil olmak üzere on yedi Doğu ve Güney Avrupa ülkesinin İpek Yolu girişimine katılması şaşırtıcı olmamalı.

İpek Yolu Avrupa-Asya kıtası ve Afrika’yla sınırlı değil. Projede Latin Amerika ile Karayip ülkeleriyle, özellikle de bölgenin en yoksul ülkeleriyle işbirliği çok ileri düzeyde. Çin, “Amerikan yarımküresinin” bu bölümünün ana ticaret ortağı haline geldi. Çinliler cömert bağışçılar gibi davranmıyorlar -ki bu onlar için sadece geçici bir önlem olurdu-; artık üretimlerini satmanın bir aracı olan bu işbirliğinde çıkarları olduğunu kabul ediyorlar. Çin ürünleri Latin Amerika ve Karayipler’deki ülkeler açısından birtakım maliyet avantajları sunuyorsa bu neden olmasın?

Projedeki kalkınma desteği esas olarak İpek Yolu Fonu ile kamu bankaları tarafından verilen çok uygun oranlı kredilerle sağlanmakta. Bununla birlikte Çin münhasır finansör olmak istemiyor ve altyapıyı teşvik etmeyi amaçlayan (örneğin, yüksek hızlı trenler, enerji yatırımları, boru hatları, su arıtma) bu kredi programına tüm ülkelerin katılmasını arzu ediyor (Uluslararası Para Fonu veya Dünya Bankası’nın aksine, siyasi-ekonomik koşullar dayatmaksızın). Bugün yaklaşık yüz üyesi bulunan Asya Altyapı ve Yatırım Bankası’nın yaratılmasının temel amacı budur. Diğer finansörler arasında Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık gibi ülkeler bulunuyor. Birleşik Devletler elbette ki finansör değil, çünkü bu kurumu Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası söz konusu olduğunda yapmaya alıştığı şekilde kontrol edebilmesi mümkün değil. Asya Altyapı Yatırım Bankası’nın en büyük hissedarı olan Çin ise kendisine herhangi bir veto yetkisi verilmesini açıkça yasaklıyor.

Çin kredileri, ülkeleri aşırı borçlanmaya ve dolayısıyla bir bağımlılık durumuna girmeye ve hatta olası geri ödeme uyumsuzluklarını telafi etmek için önemli kamu varlıklarının yönetiminden vazgeçmeye ittiği için eleştirildi (örneğin Sri Lanka limanı olayında). Bu kredilerin bazı durumlarda söz konusu ülkelerin gayri safi yurtiçi hasılalarının büyük bir bölümünü temsil ettiği doğrudur. Bu gerçeği kabul eden Çinliler, çoğunlukla bu programları gözden geçirmeyi ve yeniden müzakere etmeyi kabul ettiler ve hatta bazı borçların iptal edilmesine ve silinmesine izin vermeye istekli olduklarını ifade ettiler. Bu kredilerin Çin’in özellikle petrol ve doğalgaz arzını artırmasına olanak tanıdığı ve dolayısıyla Çin ekonomisinin çıkarlarına büyük ölçüde hizmet ettiği, ancak bunun her zaman karşılıklı yarar ilkesi doğrultusunda gerçekleştirildiği kabul edilmelidir.

Çin ayrıca İpek Yolu Girişimi aracılığıyla yumuşak gücünü, özellikle de eğitim modelini (OECD tarafından yürütülen son Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı araştırması sonuçlarına göre dünyanın en verimli modeli) ve hukuk sistemini ihraç etmekle de suçlanıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin değerlerini, yaşam tarzlarını ve ideolojilerini yaymak için ulusötesi firmaları; yabancı bankalara veya rakip şirketlere yaptırım uygulamak içinse yasalarının sınır ötesiliğini nasıl kullandığını bildiğimizden, bu tatsız bir suçlamadır. Kültürel olarak Çin diğer tüm medeniyetlere saygı duyduğunu ifade ediyor ve onlarla temas kurarak kendisini zenginleştirmek istiyor. Hukuki düzeyde programlarının uygulanması konusunda yolsuzlukla mücadele etmeyi (ve bunu rakiplerini zor durumda bırakmak için bir bahane olarak kullanmamayı) vaat ediyor. Geçtiğimiz günlerde Pekin, kredileri ve yatırımlarıyla ilgili anlaşmazlıkları çözmekten sorumlu -iyi ilişkileri sürdürmek için mümkün olduğunca tarafsız- uluslararası mahkemelerin oluşturulmasına bile yardımcı oldu.

Sonuç olarak sadece birkaç yıl içinde İpek Yolu çok büyük bir gelişim gösterdi: 124 ülke, dünya nüfusunun toplamda üçte ikisinden fazlasını temsil eden 24 uluslararası kuruluşla birlikte şimdiden ortaklık anlaşmaları imzaladı. Burada, bu programın tüm siyasi mülahazaları dışarıda tutmayı amaçladığı konusunda ısrarcıyız. “Tüm ülkelere açık” ilkesi birlikte kalkınmadan başka bir amaç taşımıyor.

Çin’in çeşitli ülkelerle yaptığı, ekonomik işbirliğine ve serbest ticaret bölgelerinin inşasına odaklanan ortaklıklara da çok taraflı bir bakış açısıyla değinelim. Bunlar arasında en göze çarpanı Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık -çünkü dünyada bugüne kadar yapılmış en büyük ticaret anlaşması-. Bu anlaşma, 15 Ekim 2020’de Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nin on üyesine ek olarak Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Yeni Zelanda ile imzalanan ve yaklaşık üç milyar nüfusu ve küresel gayrisafi yurtiçi hasılanın yaklaşık yüzde 30’unu temsil eden bir serbest ticaret anlaşmasıdır.

Buna ek olarak Çin diplomatik ağını da önemli ölçüde geliştirdi (şu anda dünyanın en büyüğü, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin de önünde) ve ülkenin diplomatları uluslararası arenada giderek daha fazla yer alıyor ve daha aktif hale geliyor. Bunun sebebi sadece ülkenin jeopolitik stratejisini desteklemek değil, aynı zamanda giderek agresifleşen karalama kampanyalarına da karşılık vermek.

Çin Kendi Bildiği Şekilde Nasıl “Küresellikten Uzaklaşıyor”?

Küreselleşme, bildiğimiz gibi, kapitalistler için bir nimet olmuştur. Onlara değer zincirlerini kırma ve düşük ücretli ülkelerde üretim yapma olanağı sunarak hem düşme eğiliminde olan kâr oranlarını yükseltmelerini hem de kredi sistemi sayesinde yoksul sınıfların yaşam standartlarını korumalarını sağladı. Finansallaşma, tarihte görülmemiş boyutlara ulaşan toplumsal eşitsizlikleri hızlandırdı, devletlerin ve milletlerin egemenliğini sarstı. COVID-19 pandemisinin neden olduğu sağlık krizi insanlar için hayati önem taşıyan sektörlerde dışarıya bağımlı hale gelmenin maliyetlerini açığa çıkardı. Son olarak küreselleşmenin çevresel maliyeti bugün o kadar yüksek ki kısa vadede gezegenin korunması bununla başa çıkmaya yetmeyecek; yakın gelecekte salgın hastalıkların yayılması riskiyse apaçık. Sağlık kriziyle karşı karşıya kalan ve dünyanın dört bir yanında halk isyanlarıyla sarsılan (Hindistan’dan Lübnan’a ve Kolombiya’ya) kapitalist sistem şu anda sınırlarına ulaşıyor.

Çin’in söz konusu kapitalist küreselleşmeden büyük ölçüde yararlandığı doğrudur, ancak bunu kendi koşullarında (doğrudan yabancı yatırımların ve sermaye hareketlerinin kontrolü başta olmak üzere) yaptığı da bir o kadar doğrudur. Çinli yetkililer küreselleşmenin getirilerinin ve dolayısıyla ekonomik büyüme oranlarının daraldığının tamamen farkındalar. Bu nedenle iç pazarlarına giderek daha fazla yöneliyorlar.

Her şeyden önce, yeni Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklığın küreselleşme ile aynı olumsuz sonuçları yeniden üretmesini engelleyeceklerini umalım. Birlikte kalkınma politikasının uygulanması bu tür etkilerin sıkı kontrolü yönünde olmalıdır; yani bir ülke geliştikçe daha özerk hale gelmeli ve daha az ithalat yapmalıdır. Bu, İpek Yolu’nun paradoksu, fakat aynı zamanda da faydasıdır: bu program ürünlerin dolaşımını ve uluslararası deniz ve kara ticaretini artırmayı amaçlamaktadır, ancak ulaşım dışındaki altyapıların inşasını teşvik ederek, yeniden sanayileşmenin temellerini atarak ve enerji üretimini geliştirerek ülkelerin kalkınmışlık düzeylerini artırabilir ve artırmalıdır da. Bizim görüşümüze göre bu, Çin’in resmi küreselleşme anlayışında yeterince açık ifade edilmeyen bir yöndür. Bilimsel ve kültürel alışverişler faydalıdır; ne var ki ticari ve her şeyden önce finansal küreselleşme çıkmazlara yol açmaktadır. Benzer şekilde üretim paradigmasında “düşük teknolojiler”, yani daha az sermaye yoğun ve yerel kullanıcılar için daha erişilebilir ürünler lehine kısmi bir değişim çevreyi korumanın yanı sıra kalkınmışlık düzeyini artırmayı da büyük ölçüde kolaylaştıracaktır.

Sonunda, sürdürülemez hale gelenin kapitalizmin kendisi olduğunu görüyoruz. Sonsuz birikim arayışına mahkûm olan kapitalizm sınırlı kaynaklara sahip bir gezegenle bağdaşmaz. Sarsıcı eşitsizliklerin yaratıcısı olarak her türlü sosyal uyumu ve hatta birçok bireyin kendisini yok eder. “Çin tarzı” piyasa sosyalizmi tüm insanlık için alternatif bir yol oluşturmak istiyorsa yavaş yavaş ve keskin bir şekilde kapitalizmden uzaklaşmak zorunda kalacaktır. Ve Çin’in yapmak istediği de tam olarak budur: üst düzey Çinli yetkililere göre kapitalizmden borç almak sadece “köprüyü geçmek” içindi ve komünizme giden yol çok uzun ve “dolambaçlı bir yol” olacak -kısmen Yeni Ekonomi Politikası’nın Lenin açısından olduğu gibi-.

(https://monthlyreview.org/2021/07/01/is-china-transforming-the-world/ adresinden Pelin Tuştaş tarafından çevrilmiştir.)

 

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER