Salı, Nisan 23, 2024

Christopher Nolan ve zaman

Nolan zamanın ve mekânın insanı ezen o duvarının bükülmesinden aşırı derecede keyif alıyor. Bu iddiam bu yüzden oldukça sübjektif olabilir. Christopher Nolan, filmlerinde akozmik, Lovecraftian bir kozmos tahayyülü çiziyor.

Bir süredir -bazı beğenileri ve fikirlerine katılmasam da- oldukça eğlenceli bulduğum İlker Canikligil’in youtube videolarını izliyorum. Geçen Canikligil’İn ünlü yönetmen Christopher Nolan’ı yine hicvi yorumladığı bölümüne denk geldim. Bilgilendirici olduğu kadar oldukça komik bu bölümü izlemenizi tavsiye ederim[1].

Canikligil’in sinema bilgisine benim ekleyebileceğim bir yorum yok. Bu yazımda uzmanlık alanımı oluşturan zaman felsefesini ve Nolan’ın filmlerinin bende bu alanda düşünürken uyandırdığı izlenim ve bana kattığı farklı görüşleri anlatmak istiyorum.

Aslında Canikligil’i kendimce düzelteceğim bir yorum var. Onu ekleyeyim. Canikligil bu videoda Nolan’ın takıntısının “zaman” olduğunu söylüyor. Oldukça doğru. Ancak eksik. Nolan’ın takıntısı uzay ve zaman. Daha doğrusu Minkowski, Hermann Weyr ve Einstein’dan bu yana bildiğimiz üzere uzay-zaman.

Bugün fizikçiler ve çoğunlukla filozoflar uzay ve zamanı birbirinden ayrı farklı kategoriler olarak görmüyorlar. Elbette fiziğin içinde de bu konu ile ilgili pek çok tartışma var[2]. Felsefede ise ontolojik ve epistemolojik anlamda zamanın ne olduğuna ilişkin tartışmalar günümüzde felsefe tartışmalarının en yoğun olduğu alanlardan birini oluşturuyor. Hele bu konu ile ilgili farklı bilimsel veriler ortaya çıktıkça felsefeye amiyane tabiriyle daha fazla “ekmek çıkıyor.”

Ancak işin içine sanat girince gerçekten çok farklı perspektifleri daha somutlaştırmak mümkün oluyor. Nolan’ın yaptığı da benim için tam olarak bu. Sanatın, ne bilimin ne felsefenin insana ciltler dolusu kitaplarla anlatamadığı şeyleri çok daha iyi anlattığı gerçeğinin örneklerinden birisi de benim için Nolan’ın filmleri. Onun filmlerinde sadece anlatılan hikâyelerin canlılığı değil beni çeken; her filminde “ben bunu anlatmak isterdim, işte bunu düşünüyorum” diyebileceğim temaları irdelemesi.

Peki, Nolan neyi kazandırıyor? Neyi anlatmaya çalışıyor? Bu yazının konusu da bu olacak.

DEHR-Ü ZAMAN VEYA ZAMANIN NOKTASI YOKTUR

Nesimi’nin Sığmazam ilahisinde şu muhteşem beyit vardır; Cân ile hem cihân benim dehr ile hem zamân benim/Gör bu latifeyi ki ben dehr-ü zamâna sığmazam. Bu beyitteki dehr-ü zaman kavramını çevirmek gerçekten çok zordur. Çünkü zamanı anlıyoruz ancak “dehr” kelimesinin kökeni de Arapça zaman kelimesine benzer. Fakat İngilizce “time” kelimesinin anlamı ile uzun ve süresiz çağları anlatan “aeon” veya “epoch” gibi kelimeler birbirinden nasıl farklıysa “dehr” de zaman kelimesinden farklıdır. Burada tıpkı İngilizcedeki time/aeon karşılaştırması gibi dehr/zaman’ı karşılaştırabiliriz.

Büyük şairler ile büyük filozoflar arasında ortak nadir şeyler vardır. Bunlardan birisi de bir şeylerin “olduğu gibi olmadığına” yönelik kuvvetli sezgidir. Seyyid Nesimi de bunu hissetmiş olmalıdır ki, dehr-ü zaman’ın uçsuz bucaksız ve insanı kasvete sürükleyen karanlık ufkuna sığmadığını söyler.

Bu poetik açıklamadan sonra felsefeye geçmemiz kolaydır. Devamlı bozulan bir cihazı tamir ettiğinizi düşünün. Cihazı bir daha bozulamayacak şekilde tamir ettiğinizde şöyle söyleyebilirsiniz; “artık sonsuza kadar bozulmayacak.” Ya da vücudunuza bir dövme yaptırdığınızda “artık bu sonsuza kadar benimle kalacak.” dediğinizi düşünün.

Elbette bu cümlelerde kastedilen anlamla sonsuza kadar sürmeyeceğini hepimiz biliyoruz. Ancak “belirsiz bir süre” ile ne kast ettiğimizi dahi tam olarak bilemiyoruz.

İşte bu gibi belirsiz durumlarda Aziz Augustine’in “O hâlde zaman nedir? Kimsenin bana sormadığı düşünüldüğünde onu bilirim. Eğer soran biri olursa onu bilmem[3]” ifadesinin ne demek istediğini daha iyi anlamış oluruz. Bu arada inanın ki, yukarıda verdiğim bu basit örnekler sadece “dilin kazaları” olarak görülebilecek semantik arızalardır, bunlar buzdağının görünen ucudur. Gerçek bir felsefi örnek bile sayılamayabilirler.

Zamanı fiziksel olarak tanımlamak için saatlere ve saatlerin görevini gören -artık çoğunlukla bilgisayar olan- cihazlara başvuruyoruz. Ancak bu zamanı gerçek anlamda tanımlamıyor. İşte bu yüzden “zaman nedir?” diye sorduğunuz “zaman”, “zaman saat 3’tür” veya “zaman 16 Mart Çarşamba’dır” demek hiçbir zaman yeterli bir ifade tarzı sayılmıyor. En azından filozoflar için.

Christopher Nolan’ın takıntısının uzay-zaman olduğunu söylemiştim. Neden? Filmlerinde sadece zamanın değil mekânın da Nolan’ın Escherian bir takım manipülasyonlarına maruz kaldığını görüyoruz.

Fizikçi Sean Carroll’ın dediği gibi, fizikçiler fazlasına tamah etmiyorlar.

“Her modele özgü bireysel kavramlar (“geçmiş, “gelecek”, “zaman”) değil, yapının bütünüdür önemli olan. Gerçekten de genellikle belirli bir modelin tamamen kavramlar kümeleri kullanarak iki tamamen farklı şekilde betimlenmesi mümkündür[4].”

Ancak biz filozoflar açgözlüyüz!

Peki, problematik felsefede tam olarak nerededir? Şunu düşünün:

  1. Su beş dakika önce soğuktu.
  2. Su sıcak, kaynıyor.
  3. Su buharlaştı.

Bu üç örnekte de suyun bulunduğu durumların “özellikleri” birbirine uyumlu olmadığını akılda tutun. Şimdi de bu durumlardan hangisinin doğru olup olmadığını kendinize sorun. Üçü de bir “ifade” (statement) olarak doğru mudur? Eğer üçü de doğruysa üçü de birbirine zıt özellikleri taşıdığı için doğru olamazlar. Bunlardan en fazla birisi doğru olmalıdır.

Ama buna karşı elbette şöyle bir itiraz dile getirilebilir; “ben suyun beş dakika önce soğuk olduğunu hatırlıyorum.” Doğru. Ancak beş dakika önce soğuk olduğunu “hatırladığın” nesneye dair ifadenin doğru olup olmadığını soruyoruz; hatırlayıp hatırlamadığını değil. Sen sadece suyun beş dakika önce soğuk olduğunu hatırlıyorsun. Bu ifadenin doğruluğuna ilişkin bir gerekçe değildir, hele insan hafızasının ne kadar zayıf bir şahit olduğu düşünülünce.

Bunlara sembolik mantıkta doğruluk değeri (truth-value) deniyor. Doğruluk-değeri, bir önermeyi veya bir durumu dile getiren ifadelerin mantıksal bir zorunluluk taşıması için gereken değerdir. Ve bir zorunluluktur; doğruluk değeri olmaksızın o ifadenin doğru olduğunu söyleyemem.

Dolayısıyla bu vardığım sonuç “kabaca” zaman felsefesinde zamanın geçişi veya akışı (the flow of time/the passage of time) problemlerinin veçhelerinden sadece birisidir.

Zamanın gerçekte geçmediğini düşünen benim gibiler için zamanın belirli bir noktası yoktur. Belki de o yüzden ilk Arap filozofları benim gibi düşünen bazı materyalistleri “dehriyyun” yani “ateist” olarak suçlamışlardı. Bu beni materyalist yapmakla birlikte ateist yapmıyor ancak sebeb-i hikmetini başka zaman size anlatayım.

Bence zamanın ve uzayın ontolojisinin gerçek olmadığı için doğaya aykırı olduğuna inanıyor Nolan. Bir filmi yüz bin farklı katmandan ve onların sıradan devamlılık (succession) ilişkisini bozarak bize anlatmasının sebebi de bu.

Tabii ki karşımızdaki zorluklar bununla sınırlı değil, ancak benim yerim sınırlı. Okurun daha iyi anlaması için zaman felsefesinin zorluğu ile ilgili sorunlara ilişkin yerim bu kadar. Daha ayrıntılı bir okumaya başvurmak isteyenlerin İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Adrian Bardon’ın Zaman Felsefesi’nin Kısa Tarihi isimli eserini okumalarını öneririm[5]. Gelelim daha eğlenceli kısma.

SAPKIN BOYUTLAR

Christopher Nolan’ın takıntısının uzay-zaman olduğunu söylemiştim. Neden? Filmlerinde sadece zamanın değil mekânın da Nolan’ın Escherian bir takım manipülasyonlarına maruz kaldığını görüyoruz. Onun ardı ardına olmak ile ilgili problemini 1998 tarihli başlangıç filmi The Following ile görüyoruz. Filmde, yazma sıkıntısı çeken bir yazarın insanları takip ederek onların hayatlarından malzeme çıkarmaya çabasının yazarı giderek daha karanlık bir noktaya çektiğini görüyoruz.

Şimdi ben okurun tüm dikkatini buraya vermesini istiyorum. Nolan’ı anlatan her şey bu ilk filmde. Bir göz var.

Bir süre sonra Nolan bu “noir-gerilim” seviyesini kendisini daha fazla anlatmak istediği bir seviyede, 2000 yılında yayınlanan Memento filminde gösteriyor. Film anterograd amneziden mustarip Leonard isimli bir protagonistin, bu amnezi sonucunda etrafa aldıkları notlarla başlıyor. Leonard’ın amnezisi ise yakın tarihli anıları belleğinde depolamasını önleyen türden bir amnezi. Bu sebeple her yere notlar alıyor. En son hatırladığı karısına tecavüz eden ve boğarak öldüren iki adamdan birini öldürdüğü. Bu adamların saldırısı yüzünden bu amneziye maruz kalıyor.

Film boyunca Leonard’ın hasarlı hafızasının takip ettiği ekmek kırıntılarıyla ulaşmaya çalıştığı gizemi anlamaya çalışıyorsunuz. Çünkü zaman artık Leonard’ın tekelinde değil; bölünmüş. Onu anlamlandıramıyorsunuz. Bazı şeyler “önce” mi yoksa “sonra” mı geliyor? Film bunun nasıl bir dilemmaya dönüştüğünün psikolojik göstergesini anlatıyor.

Nolan’ın bu psikoloji takıntısı yine onun büyük starlarla çektiği, düşük bütçeli ama diğer filmlerine kıyasla çok da ses getirmeyen 2002 tarihli The Insomnia’sı ile devam ediyor. Filmde bu sefer Alaska’da seri cinayetler işleyen bir katilin peşindeki detektifin sadece seri cinayetleri çözerken yaşadığı zorluklara karşı mücadelesini değil, Alaska’nın gece dahi olsa batmak bilmeyen yaz güneşinin detektifin dimağında yarattığı güçlüklere karşı mücadelesini de izliyoruz.

Christopher Nolan, psikoloji ile ilgili derdini bir kenara bırakmıyor. Ancak bu tarihten sonra 2006 tarihli The Prestige ile anlatmak istediklerini daha epik bir şekilde ortaya koyabileceği bir habitat yakalıyor. The Prestige, trajik bir sihir gösterisi kazasından sonra birbirinden ayrılıp ezeli rakip olan iki ayrı sihirbazın arasındaki gerilim üzerine kurulu.

Nolan’ın yavaş yavaş farklı bir şeyler yapmaya başladığını hissediyoruz. Sihirbazlardan birisinin elinde sahnedeki son prestij için bir koz olduğunu ancak illüzyonun kendisinin aslında gizemin ta kendisi olduğu gerçeğini öğreniyoruz. Film bu anlamda Nolan’ın beni asıl etkileyen diğer filmlerine bir takdim niteliğinde.

2023 yılında yayınlanması beklenen ve atom bombasının uğursuz mucidi Franz Oppenheimer üzerine yaptığı filmi de merakla bekliyorum. Çünkü atom bombası bir mekân ve zaman katili değil de nedir?

İşte burada 2010 tarihli filmi Inception yavaşça perdeyi açıyor. Çok katmanlı anlatımı ve rüya sahnelerinin çekildiği aşırı detaycılığı ile bilinen film, insanlara rüya implant edebilen (içinde Ariadne olarak bilinen ve Yunan mitolojisine doğrudan referansı da içeren) bir takımın bir adam tarafından sanayi casusluğu amacıyla başka bir iş adamının beynine rüya yerleştirmesiyle başlayan olayları ele alıyor.

Filmdeki rüya sahnelerini izleyenler bilir; izlemeyenlere anlatmak çok zordur ancak Escherian ve Droste efektlerinin iç içe geçtiği ve bir de bunun üzerine rüya sahnelerinin çok katmanlı anlatımının izleyicinin daha da odaklanmasını talep ettiğini söylemek lazım.

Nolan bunu hep yapıyor; Dark Knight serisinde, serinin kahramanı Batman olmasına karşılık Nolan’ın brutalist siyah dört köşeli arkını, Wayne’in teknolojik aletlerle dolu binasının altındaki yerin uğursuz bir sonsuzluk hissi taşıdığını herkes hissetmiştir. Bane tarafından sakatlandıktan sonra, son bir sınav verip içinden çıktığı çukurun bile bir mobius şeridine benzediği hissine kapıldım.

Interstellar ise bu işin artık alametifarikası oluyor; fizikçi Kip Thorne tarafından titizlikle yapılan danışmanlık sonucunda tasarlanan kara delik Gargantua’yı, Zimmer’in astronotlarımız gezegendeyken bulunduğu saniyelerin dünyadaki karşılığını alttan alta müziğin işaret ettiği bir kronometre ile göstermesini boş verin. Tüm film Nolan için bir sahne oluyor. Kütüphane sahnesinin Borges’i anımsatması sadece bir gösterge.

Pandemi arasında gösteriye girmesi sebebiyle hakkı yenen Tenet ve aslında bir II. Dünya Savaşı hikâyesi olan Dunkirk bile bunu gösteriyor.

Nolan zamanın ve mekânın insanı ezen o merhametsiz ve eşitlikçi duvarının bükülmesinden aşırı derecede keyif alıyor. Bu iddiam bu yüzden oldukça sübjektif olabilir. Christopher Nolan, filmlerinde akozmik, Lovecraftian bir kozmos tahayyülü çiziyor. Ki bundan oldukça hoşlanıyorum. Nolan, bu tekinsizliği yani zaman ve uzayla ilgili bir şeylerin bizde normal olmadığı hissini yaşıyor! Ve bunu titizlikle, ellerini ovuşturarak, zulüm yaptığını bilerek bize yaşatıyor.

Bence zamanın ve uzayın ontolojisinin gerçek olmadığı için doğaya aykırı olduğuna inanıyor Nolan. Bir filmi yüz bin farklı katmandan ve onların sıradan devamlılık (succession) ilişkisini bozarak bize anlatmasının sebebi de bu.

Aynı sebeplerle 2023 yılında yayınlanması beklenen ve atom bombasının uğursuz mucidi J. Robert Oppenheimer üzerine yaptığı filmi de merakla bekliyorum. Çünkü atom bombası bir mekân ve zaman katili değil de nedir?

Gelecek hafta görüşmek dileğiyle, esen kalın…

[1] https://www.youtube.com/watch?v=H3v79egl2TQ

[2] Bkz. Sean Caroll, Zamanın Kozmolojik Tarihi, çev. Mehmet Moralı, Alfa Yayınları, 2016

[3] St. Augustine, Confessions, A New Translation by Henry Chadwick, çev. Henry Chadwick, Londra, Oxford University Press, 1998, bölüm xiv.  s.278

[4] Sean Caroll, Zamanın Kozmolojik Tarihi, s.38.

[5] Adrian Bardon, Zaman Felsefesinin Kısa Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, çev. Özgür Yalçın.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI