Chopin’in yapıtlarında akıp giden melodinin içerisine çeşitli tereddütler, anlık kararlar, parmaklar ile zihnin, ruh ile bilincin hangisinin hangisine üstün geleceğine onay verilene değin geçen minicik zamanlarla yakalanan seçme aralıkları girer. Kusursuz bir yapıtın kendisinden pek emin ve baskın notaları yerine daha kararsız, uçucu, yerine bir taş gibi yerleşmeden, anlık bir misafir görünümlü gezgin notalar dolaşımda gibidir. Chopin müziğinin peşinde, kulak besteye hakim olsa bile, bir türlü yerleşik dinletiye geçmez, sürekli tetiktedir; bu notalar ilk fırsatta kendilerine çizilmiş yoldan çıkacağa benzer. Rasyonalitenin matematiksel hesaplarından çok, duyguların anlık uçuşmasına uygundur Chopin evreni. Biraz sonra gelecek notalar sanki bilinmez, Chopin’de müziğin yolculuğu merkezi kararlarla inşa edilen ana arterlere değil, kırların arasında yerellerin kullanana kullana oluşturdukları patikalara benzer. Her bir adımda bu yol yeniden tasarlanır. Chopin nota defterinden çok, tuşlarda dilediğince hareket etmek isteyen parmaklarına sadıktır. Çok kolay besteleyebilmesine karşın, son noktayı koymakta zorlanır. Notalarla ilişkisi akışkan olduğu kadar pürüzlüdür. Yazıp yazıp siler, kendi yaratımlarıyla mücadele eder. Bunda kusursuzu ararken ölçütsüz kalmasının payı büyüktür; hızla değişen ruh hali yargılarını, yargıları da bestelerini değerlendirmesini görecelileştirir. Chopin bu nedenle bin bir sınama sonunda bittiğini ilan ettiği bestelerinin tümünde bu hızla değişen ruh halinin kararsızlıklarını korur. O bulduğunu değil, aradığını icra eder gibidir. Piyano başında esinini değil fakat duygularını ifade biçimini arar görünür. Duraksar, yeniden başlar, hızlanır ama hep bir rezervi vardır. Ton, sıradışı ve beklenmeyen anlarda değişir, bu alışılmadık makaslar bilindik, olgun bir gücü sarsan, bilinmeyen tazenin kırılgan elastikiyetidir. Kesinliğin köşeleri çoktan törpülenmiştir, ses alçaktır, Chopin kestirip atmaz, olanakların ezberlenmemişlerine açılır. Dünyaya kendi iradesini geçirmeye çalışan, egemenliğini ilan eden, baskın bir sanat Chopin’e yabancıdır. Chopin dünyayı yenmeye girişmeye yabancı olduğu kadar, onun huzuruna ermeye de uzaktır. Zarar görmüş bir ruhun kırılıp dökülmesini betimler. Güç gösterisi marşlara değil, ruhun kendisine yaktığı ağıtlara yakındır. Bu yüzden zamanında onun müziğine “hastalıklı müzik” denildiği olmuştur. Cılız, ikincil, geri planda olanın güzelliğine yaslanır. Dünyayı bağırıp çağırmadan yorumlama girişimidir onunki. Bu yorumda uzlaşı da yoktur, Chopin dünyaya kırgındır. Gürül gürül bir yaşam sevincinin yerine, Fransız romancı Proust gibi, yaşama hastalıklı yatağından bakarak, onu hep dıştan gözlemler gibidir. Fakat Proust’un gözlemleri ne denli gerçeklere uygunsa, Chopin’inkiler de o denli gerçeklerden uzaktır. Chopin, içerisine dahil ol(a)madığı, yabancıladığı dünyayı, bu dünyanın Chopin tasarımı olsaydı nasıl duyulacağına odaklanır. Fransa’nın, Almanya’nın dünyayı pozitivizmden aldığı güvenle merkez ülkesi olduğunu anımsatan kendinden emin müziği, Chopin’de periferinin Polonya’sının romantizmden aldığı tedirginlikle “çevre”ye ait olduğunu bilen bir kanaatkarlık, bir çekingenlik, meydanı başkalarına bırakmayı tercih eden bir tavırla yer değiştirir. Chopin ile dünya arasında bir uyumsuzluk vardır ve Chopin’in yapıtları, bu uyumsuzluğu oluşturan mesafenin kapatılması girişimleridir. Chopin’in müziği, onun yaşamı kavramsallaştırmasıdır; romantik, alttan alan, rasyonaliteden çok duygulara dayanan, sağlıklı olmayanın resitalidir, evrimsel süreçte elenip gitmesi gerekenlerin duyarlılığı ve yaşamda tesadüflerle kalmanın tınıları. Chopin, hayatta kalmaya uygun olmayan cılızın, evrime direniş marşlarını besteler: Naif Direniş. Devasa, gösterişli, ışıltılı hiçbir şey ona göre değildir. Kıyıları, kenarları, periferiyi sever, yaşama cılızca karşı koymayı tercih eder. Varoluşunun sesi cılız ancak pek estetiktir. Gösterişe ayaklanan bu Naif Direniş, ifade araçlarını yalnızca vazgeçilmez olanla sınırlamaya, ardından da vazgeçilemezin sınırlarını daraltmaya koyulmuş gibidir. Tıpkı Avusturyalı yazar Stefan Zweig’ın “atma sanatı” gibi, Chopin de “yalınlaştırma sanatı”na vurgundur. Karmaşık ve süslü olanı, yalın olana dönüştürmeyi sever. O karmakarışık müzik dünyası içerisinde Chopin yüz yıl sonrasına koşan avangart bir tümce kurar gibidir: “Az, çoktur”. Bu beste uzunlukları için de geçerlidir. Chopin’in özellikle prelüdleri “kısalık içinde kusursuzluk”tur. Gösterişten kaçış, onu orkestra için bestelemekten alıkoyar. Birbirinden müthiş polonezler, balladlar, prelüdler, mazrukalar, valsler, impromütler, etüdler, noktrünler besteleyen Chopin, ne bir senfoni bırakır arkasında ne bir kantata ne de opera; hepi topu birkaç konçerto. Ne bestelerse, piyano içindir Chopin’de. Piyano için fakat orkestra zenginliğinde. Kariyeri uğruna, doğduğu Polonya’yı terk ederek Batı Avrupa’ya gelen Chopin ünlü fakat melankolik. Viyana’da, Paris’te, Mallorca’da, Nohant’ta ve Londra’da kalabalıklar arasında bir yalnız. Konserleri ilanlarla, gazete haberleriyle duyuruluyor, insanlar onu seviyor, kadınlar beğeniyor, yer gök övgüyle doluyor taşıyor. Ama hayır. İnsan bir makine değil. Chopin özlemle dolu. Batı Avrupa’yı yüce görüp de uğrunda geldiği o büyük umutlar bir bir gerçekleştikçe, Chopin en basit, sade, günlük şeyleri özlüyor: Varşova’nın paket taşlı sokaklarını, anne ve babasını, düşlerindeki aşkını ve Batı Avrupalılara göre bir zamanlar aşağı gördüğü Polonya insanlarını… Başarılarını kutlayacağına ölmek istiyor, Viyana’nın, Paris’in tüm güzelliklerine bir nefret uyanıyor içinde, aklı karışık, hüzünlü, ne istediğini artık bilmiyor, Chopin yabancı bir ülkede artık kayıp. Herkes ona nezaket ve hayranlıkla davranıyor ama bu bilmediği bir evren, burada jest mimikler bile farklı. Yabancı olmanın ağırlığı Chopin’i eziyor, belki de Chopin ruhunu ezmek için bahane arıyor. Chopin dev bir özlem… Yalnız ve hastalıklı bir romantik, gerçekliği hep en melankolik yerden büküyor. Olmak, Chopin için yitmek. “Olmak ya da olmamak” dizesinde, Chopin yalnızca bir “ya da”. Varlığı sürsün mü, bitsin mi kararsız. Chopin bir “ya da”. Ve müziği de işte bu arafın sesi. Gerçeğin en melankolik çarpıtmasında Chopin kendisini yok etmeyecek kadar bozuyor olup biteni. Öyle bir yerde duruyor ki, biraz daha bozsa, yaşaması mümkün olmayacak. İşte bu sürdürülebilir acı onun “ya da”sı. Danimarkalı filozof Kierkegaard’ın ünlü “ya da”sı değil bu, Chopin’in bile isteye yuvarlandığı bir duygusal set. Dünya onun platosu ve Chopin burada yalnızca melankoli üretiyor. Günlüğüne şöyle yazıyor: “Bir ceset benim kadar soluktur, çevresindeki her şeye benim kadar ilgisizdir. Bir ceset yaşama veda etmiştir, ben de bu yaşamdan bıktım, gerçekten bıktım mı? Neden böyle acı dolu bir yaşam yaşıyoruz? Bizi paçavraya çevirip bir ceset haline sokması için mi? (…) Ölüm insanın isteyebileceği en iyi şey. En kötüsü ise dünyaya gelmiş olmak. Bunun için sıkıntı çekiyorum. Elimden hiçbir şey gelmeden böyle kalacaksam neden dünyaya geldim? Yaşıyor olmamın ne faydası var? Elimden hiçbir şey gelmiyor, ne gücüm ne sözcüklerim işe yarıyor. Üzüntümü tarif edecek sözcükleri bulamıyorum. Duygularım katlanılır gibi değil.” Bir kısım Chopin besteleri, Varşova özleminin Fransa’da yazılmış, dışa vurulmuş esrimeleridir. Bu müzikte şimdiye ya da geleceğe ilişkin bir ümit ya da atılım yoktur. Chopin mutlu geçmişe uzaklaşan öznenin melankolisi kokar; bu bir “altın çağ” özlemidir. Kısacık yapıtlarında dahi bu yoğun melankoli parçanın özüne egemendir. Chopin Paris’te tahayyül edilen bir Varşova’yı besteler. Rus işgali öncesini tasavvur eden bu Varşova yaşantısı idealleştirilmiş, gerçek etkisini çoktan aşmış, transandantal bir vecdin öznesi olmuştur. Varşova’nın geçmişi kadar, Rus işgalindeki Polonya’nın çektiği acılar da pek çok kez bestelerinin içerisindedir. Fakat Chopin üzülmek için Polonya’daki Rus işgaline muhtaç kalmaz. Onu üzecek şeylerin gerçek olma şartı yoktur. Chopin, çevresindeki her bir varlığı, bir drama yaratacak şekilde birleştirerek bir trajedi çerçevesinde rollerle besleyebilme ve bu rolleri olabilecek en trajik olaylar dizgesi içerisine yerleştirebilme kapasitesindedir. Zihninin ürettiği bu felaket senaryolarına bakarak içi parçalanan Chopin, işte bu türev gerçekliklerden doğan hislerini konuşmak ya da yazmak yerine piyano tuşlarıyla ifade eder. Bu duyguları açığa çıkaran öyküyü bir anda yazdığı gibi, o öyküye atadığı parçaları da bir anda canlandırır. Sevgilisi ünlü Fransız yazar George Sand’ın eve biraz geç kalmasından ürettiği felaketler senaryosundan prelüdler, Mallorca’da veremli olduğu için adada istenmemesinden polonezler besteler. Düşledikleri, içine attıkları, melankolileri dışa hep müzik olarak vurur. Chopin’in dışa vurumculuğu birbirini izleyen ardışık notaların bir yükselip bir alçalan heyecanındadır, zarafet ve inceliği bir anda patlayan bir öfke krizi, coşkulu bir sevinci melankolik ve derin bir karamsarlık takip edebilir. Olup bitenler ya da doğanın kendisi değil, bunların Chopin ruhunu kararsızca savuran etkileri besteleşir; doğaüstü güçler, düşler, fanteziler yani tümden bir tahayyül dünyasının müzik dilidir bu. Chopin’de göz ardı edilmiş bir gerçekçilik, arttırılmış bir duygusallıkla sakatlanır.  Temsil gerçeği aşar. Bu sakatlanma, onun müziğini kolayca ayırt edilir kılar, “hastalıklı”, “Romantik” bir melankoli. Otuz dokuz yıllık yaşamının dokuz yılını sevgili olarak geçirdiği George Sand, bir “ya da” olan Chopin’i özetler: “Bu dünyadaki uzun ve zahmetli varoluşumuzu kaldırabilmek için fazla saf, fazla değerli ve fazla kusursuz. (…) Onun için yaşamın ve ölümün fazla bir fark taşımadığını düşünüyorum. Nasıl bir dünyada yaşadığımızın ayırdında bile değil. Bizim algıladığımız yaşam bambaşka, Chopin’in anladığı yaşam bambaşka.”