Perşembe, Nisan 25, 2024

Can Kaderoğlu yazdı | Suriye üzerine

Görünen Milat Arap Baharı

Tarihler 17 Aralık 2010’u gösterdiğinde Arap coğrafyasında domino etkisi yaratacak olan olaylar baş göstermiş ve Arap Baharı adındaki süreç başlamıştı. Tunus’ta Muhammed Buazizi isimli gencin yoksulluktan dolayı kendini yakmasıyla başlayan isyan tüm bölgeye yayılmış ve neredeyse tüm Arap ülkelerinde etkisini göstermişti. Bölgede Yeni Dünya Düzeni’yle uyumsuz liderlere bir ayar vermeye niyetlenen bu kalkışmaların çoğunda iktidarlar değişmiş, adeta yangın yerine dönen Tunus, Mısır, Bahreyn ve Yemen’de binlerce insan hayatını kaybetmişti.

2011 yılına gelindiğinde ise Türkiye en uzun sınırını paylaştığı ve o güne kadar sıkı bir dostluk görüntüsü çizdiği komşusu Suriye ve lideri Esad’la arayı açmıştı. Dönemin Amerikan Başkanı Obama’nın ‘Arap Baharı’nda demokrasi götürme sırasının Suriye’de olduğu’ telkini, Yeni-Osmanlıcı dış politika hevesiyle örtüşmüş ve Suriye’nin bir ‘bakiye’ olduğu hatırlanmıştı. Ayrıca Amerika ve AKP’nin bölgede kadim dostları da mevcuttu. İhvan ismi verilen Müslüman Kardeşler örgütü tüm Arap Coğrafyası’nda örgütlü bir yapı olarak anti-demokratik uygulamalara olan tepkileri arkasına alıp Arap Baharı’nı kendi iktidar arayışlarının bir aracı haline getirmek niyetindeydi. İhvan’ın Suriye’ye bakış açısı netti: “Nusayri bir azınlık tarafından yönetilen dinsiz bir devlet!” Mezhepsel ve dünya görüşü açısından sorunlu olan, bir de ‘Sovyet artığı’ BAAS’la idare edilen bu yönetsel mekanizmanın değişmesi gerekiyordu. Bu kadim dostlukla güncel çıkarlar birleştiğinde ise Suriye yayılmacı bir politik anlayışın ve mezhepsel ideolojik takıntının emperyalist hegemonyayla harmanlandığı bir vekalet savaşı sahasına hızlıca evrilmişti.

Üst başlıkta, görünen milat olduğunu söylediğim Arap Baharı’nın evveliyatı elbette ki Sovyetler’e karşı bir konumlanış olan ‘Yeşil Kuşak’ ve akabinde oluşan eş başkanlarını yakından tanıdığımız Büyük Ortadoğu Projesi’ydi. Özellikle yeraltı kaynakları açısından tartışılmaz bir öneme sahip olan bölge de günümüzde hala dünyanın egemenleriyle bir müstemleke ilişkisi içinde olmayan liderlerinin varlığı emperyalizm açısından istenmeyen bir durumdu. İstenmeyen bu durumun bertarafı için düğmeye basılmıştı.

Ulusal Sınırlar ve Emperyalizm

Osmanlı Devleti’nin parçalanmasının ve dünyada imparatorlukların sona erdiği dönemin en önemli ideolojik gerekçesi ‘milliyetçilik’ti. Uluslar milli bilinçlerini yüzeye çıkararak kendi devletlerini kurmuşlar, bunun sonucunda 1900’lü yılların başında dünya haritası yeniden şekillenmişti. Dünyadaki bütün milletler gibi Türk Milleti de kendi ulusal sınırlarını korumak ve ulusal onurunu savunmak için sahneye çıkmıştı. Yeniden şekillenen dünya sahnesinde egemenliğin toprak çokluğundan ziyade, bilim ve ekonomide önde olmak olduğunu gören ülkenin kurucu iradesi ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ ifadesiyle şekillenecek bir dış politika stratejisini ortaya koydu ve bu politika uzun yıllar ülkemizin dış politikasının rotasını oluşturdu.

Ulusal sınır aynı zamanda ‘Ulusal Pazar’ anlamına geliyordu ki; bu, emperyalist ülkelerce bağışlanamaz bir durumdu. Hele onlar açısından 100 yıllık kayıp coğrafyada yeraltının bereketlerinden istifade edemeyen küresel canavarları düşündüğümüzde konu daha da yakıcı hale geliyordu. Hem Müslüman dünyasına hem de Türk dünyasına ve aynı zamanda mazlum milletlerin birçoğuna (bütün arızi yanlarına rağmen) örnek olabilmiş Türkiye Cumhuriyeti, bölgedeki en önemli set görevini ifa ediyordu.

Belki Körfez Savaşı’na kadar dayandırılabilecek bir arka planı olan ama asıl olarak Irak’ın bölünmesiyle sonuçlanan süreçte cisimleşen emperyalist müdahale; ulusal sınırları mevcut iktidarların hatalarından beslenerek kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirdi. Kürtlere özgürlük getireceğini söylediğinde petrol kuyularının dibinde dalgalanırken bulduk Amerikan bayrağını. “Irak’ın 3 parça halinde yönetilmesi mi, yoksa bir aksi diktatör tarafından yönetilmesi mi?” çıkmazına terkedilmişti bir kere bölge insanı. Sonuç olarak içinde çeşitli terör unsurlarının da barındığı vekalet savaşının piyonları, Irak’ın ardından ‘Bahar’ rüzgarlarından esinlenerek Suriye’yi bu ulusal sınırlardan alıkoymak için harekete geçmişti.

Komşudaki Yangının Çıngısı: Mülteciler

Komşudaki yangının bizim evimize nasıl yansıdığını 9 yıldır acı şekilde deneyimliyoruz. Hem sayısı 5 milyonu bulan Suriyeli mültecilerle kurduğumuz ya da kuramadığımız ilişkiden, hem o insanları zaman zaman ‘Ensar’ olarak görmekten, zaman zaman da bir tehdit unsuru olarak kullanmaktan kaynaklı muazzam bir kafa karışıklığı olduğunu da görüyoruz. Ülke ekonomisinin içinde bulunduğu durumun Suriyeli mültecilerden kaynaklandığı sanrısı, içeride ve dışarıda yönetmekten ziyade bir yumağa benzemeye başlayan sorunu iyice içinden çıkılmaz bir hale dönüştürüyor. Bu durumun çeşitli boyutlarda sürdürülebilir olmaktan çıktığını gören iktidar hem içerideki politik sıkışmışlığı aşmak hem de bu mevcut soruna Esad’la görüşmeyi zorunlu kılmayan kısmi çözümlerle yaklaşma yolunu seçti. Üstelik bir de sınırdaki YPG tehdidini öteleme seçeneğiyle oluşacak bu yöntem, içeride büyük bir konsolidasyon sağlayacaktı.

Harekatta Bereket Var

Bir egemen devlet olarak Türkiye’nin, geçmişi 50 yıla yaklaşan ve artık bezdirici bir noktaya gelen ve silahı bir politik enstrüman olarak kullanan ayrılıkçı terör unsurlarıyla mücadelesi meşru ve gereklidir. Öte yandan bölgemizdeki 4 ülkede var olan Kürt halkını birleştirmeyi uman ve bir “megali-idea” olarak birleşik bir ülke hedefinde olanların da sonuç itibariyle ulusal sınırları değiştirme hevesinde olan emperyalistlerle aynı cephede olduklarının altını çizelim.

Fırat Kalkanı ve Zeytindalı Harekatı’nın ardından Suriye’nin kuzeyinde bir güvenli bölge oluşturmak ve YPG Koridoru’na mâni olmak maksadıyla başlatılan Barış Pınarı Harekatı’nın, Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticileri tarafından niyeti açıkça ortaya konulmalıdır. Cumhurbaşkanı’na göre ‘terörle mücadele’, bakana göre ‘savaş’, diyanete ve kalemşörlere göre ‘fetih’, halka göre ne olduğu tam anlaşılamayan bir hamle olan bu askeri-politik hamlenin içeriğini, geleceğini ve muradını bilmek her Türk yurttaşının hakkıdır. Suriye’nin toprak bütünlüğü mavrasını dilinden düşürmeyip, Suriye’yi parçalayan emperyalist bir terör artığı yapı olan ÖSO’ya kötü bir makyaj yapıp Suriye Milli Ordusu (SMO) diyerek bölgeye huzur getiremeyeceğimizi bilmemiz gerekiyor. Birbiriyle bağımsız ve ilintili çeşitli dengelerin olduğu bölgede, Türkiye’nin kendine bir vekil arayışında olması anlaşılır bir durumken asıl muhatap olan Suriye yönetimiyle ideolojik kaprislerle temasa geçmemek ise basiretsizlik ve iş bilmezliktir. Türk Milleti ordusunu ve askerini kollayan, her daim yanında olagelmiş bir millettir. Bunun çeşitli politik manevralarda siyasi bir ihtiyaçla kullanılması asla doğru değildir. Bu itibarla Mehmetçiğin olabildiğince en az zararla harekatı başarıyla bitirmesini ve ülkemize geri dönmesini temenni ediyorum.

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER