Wendy Brown Neoliberal politikaların süregiden pratiklerine dair iki önemli saptamada bulunur. Bunlardan birincisi küresel dünyada açığa çıkan eşitsizlikler ve adalet arayışıdır. Eşitsizliğin büyümesi; yoksullarla zenginlerin arasında ki uçurumun günden güne daha da artması. Belirli bir üst tabakanın dünyanın tüm gelirine ortak olup servetine servet katarken, alt tabakanın daha da fazla yoksullaşarak,kendilerini dünyanın merkezinden dışlanmış olarak görmesi. Açlık ve sefalet neredeyse tüm dünya genelinde yoksulların ortak kimliği konumundadır. Adalet arayışı ise yerlerinden edilmiş, hayatta kalmanın yarın daha da zor olduğunu bilen milyonların ortak mücadele kimliğini oluşturmaktadır.
İçinden geçtiğimiz yüz yıl keskin bir sınıf mücadelesine sahne olmaktadır. Düşük ücretler ve uzun çalışma saatlerine maruz kalmış işçiler, günden güne yoksullaşan ve güvencesizleşen geniş halk kesimleri, savaş mağduru göçmenler ve ötekileştirilen yoksullar. Her biri yirmi birinci yüz yılda küresel adaletsizliğin ve eşitsizliğin girdabında yer alan, dünyanın en geniş nüfusunu oluşturmaktadır. Mücadele ,yoksulluğun pençesinde kıvranan dünyanın tüm ötekileştirilmişleriyle, gücü ve iktidarı elinde tutan bir avuç oligarkın elinde sürüp gitmektedir.
Türkiye’nin hali hazırda ki mevcut toplumsal yapısının içerisinde bulunduğu durum, dünya genelinde ki toplumsa yapıdan elbette azade değil. Zamanın ruhu dünya genelinde yoksullar ve işçiler aleyhine nasıl işliyorsa, Türkiye’de de aynı şekilde işlemektedir.Günden güne açlığa mahkum olan işçiler, yoksulluğa bir adım daha yaklaşan orta sınıflar,toprağından sürülmüş köylüler ve işsizlik tehdidi ile her gün yüzleşme korkusuyla yaşayan güvencesizler. Bunlara ek olarak tüm bu çaresizliğin dışavurumu olarak kendisini yakan veyahut yaşayabilmek adına her gün iş yerlerinde göz göre göre katledilen işçiler Türkiye toplumunun acı bir gerçeğidir.
Türkiye iş yeri cinayetleri bakımından ve uzun çalışma saatleri bakımından Avrupa ülkeleri standartlarına göre ilk basamaklarda yer almaktadır. Ayrıca emeğin baskılanması ve yasalarla kısıtlanması noktasında da bir hayli cüretkar konumdadır. Kaldı ki mevcut siyasal anlayışın yönetim krizini çözebilmek için ilan ettiği OHAL rejimin’de bu saldırılar daha da pervasızlaşmış durumdadır.
Sendikal hakkı budanmıs, grev hakkı elinden alınmış,açlık ve yoksullukla kuşatılmış bir işçi sınıfı Türkiye siyasetinin bariz bir gerçeğidir. Zor yolu ile mülksüzleştirilmiş,işçileştirilmiş köylüler ve buna ek olarak güvencesiz bir geleceğe mahkum edilmiş, günü birlik şekilde yaşamını idame ettirme telaşında olan eğitimli genç işsizler Türkiye toplumunun görünen bir diğer yüzüdür. Bu gerçeklikler ki aynı zamada siyasetin asli unsurudur. Nitekim çaresizliğe terk edilmiş güvencesiz emekçi halk kesimlerinin siyaset alanından dışlanması da siyasetin nasıl yapılmaması gerektiğinin de cevabı niteliğindedir.
Siyasal alanın tek tipleştirildiği, kendinden olmayanın ötekileştirildiği bir süreçten geçmekteyiz. Yaşam alanlarının teker teker kısıtlandığı,yaşamak adına daha çok bedel ödemenin gerçekliği hemen herkesin malumu. Gerçeklik tam bu noktada acı bir şekilde dururken siyasal alan mücadelesi kimler arasında yürütülmektedir veya yürütlmeye çalışılmaktadır temel bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. En nihayetinde bu temel meselenin birinci dereceden muhatabı da Sol siyasetin kendisidir.
Baskının ve zülmün günden güne arttığı, tüm kurumların teker teker kuşatıldığı şu günler elbette ki demokratik siyaset zemininin önüne her gün yeni engeller,zorluklar çıkarmaktadır. Ülkeye hakim olan (artık yasal kılıfa da sahip olan) mevcut siyasal ittifakın her alanda kurduğu otorite yönetme yetisini çoktan kaybetmiş, kendisini kendisinin dışında olanları yok etme üzerine kurgulamış bir vaziyettedir. Yok edilmeye maruz kalanlar ise bu ülkenin yarısından fazlasıdır. İşçiler,emekçiler,yarına hayatta kalacağından şüphe duyan yoksullar, kadınlar, savaş karşıtları ve daha niceleri…
Sonuç olarak mevcut iktidar bloğuna karşı yürütülen mücadele salt bir rejim meselesi veyahut da Cumhuriyet’in temel değerlerini koruma mücadelesinden ziyade, Cumhuriyet’in yıllardır dışladığı veya görmezden geldiği kendi yurttaşlarını koruma meselesidir. Türkiye’de günümüz siyasal konjonktüründe ezen ezilen mücadelesi; açlığa, sefalete, güvencesizliğe mahkum edilmiş milyonlar ile iktidarı ve gücü kendi tekelinde tutan günümüz iktidar eliti arasında geçmektedir. Ve ne yazık ki bu mücadele bizler açısından görünen bir gerçek olmasına rağmen,gelişip büyümemesinden ve bir iktidar alternatifi haline gelememesinde Sol siyasetin çıkarması gereken önemli dersler mevcuttur. Karşımızda iflas bayrağını çoktan çekmiş siyasal İslamcı akıl ile kin ve nefretten beslenen milliyetçi bir anlayış yer alırken, siyasetin gündemini sol’un kendi lehine çevirebilmesi için kendi yurttaşının sorununu gündeme alan bir politika açığa çıkarması elzemdir. Sınıf temelli siyasetin kendisi ne yazık ki var olan tabloya bakılıp,iç karartıcı analizler yapılamayacak kadar değerli ve önemli bir meseledir. Yoksulluğun pençesinde ki milyonlar ile bu milyonların çıkarları için siyaset yapmaya ve hatta yönetmeye aday olan Sol hareketin önceliği, siyaseti emekçi halk kesimlerin gündemine taşımasından geçmektedir. 2019 seçimleri tüm ülke için geri dönülemez bir kritik bir eşik ise,bu eşiği atlatabilmenin yegane yolu yoksulluğa ve açlığa mahkum edilmiş milyonların hakkını savunan, emekçi halk kesimlerine omuz veren yeni bir yurttaşlık hakkı mücadelesinin ortaya çıkartılabilmesi ile sağlanabilir.