Perşembe, Mart 28, 2024

Borçlandırarak büyümenin bedellerini ödüyoruz.

Prof.Dr. Mustafa Özer’le Türkiye Ekonomisi üzerine konuştuk. Türkiye ekonomisini bugüne getiren 1980’lerden bu yana alınmış yanlış kararların ve iktidarın hâlen almakta olduğu yanlış kararların Türkiye ekonomisini nasıl etkilediğini sorduk. Özer, “Öncelikle “çaresizlik” bütün bu kararların temelinde yatıyor” diyor.

İlk olarak, ekonomik açıdan nasıl bir ülke var karşımızda? Veya şöyle sorayım buraya nasıl geldik?

Türkiye ekonomisi, 24 Ocak 1980 kararları ile başlayan neoliberal politikaları uygulamanın, sanayileşmeden vazgeçmenin, daha doğrusu kötü bir Amerika taklidi olmaya çalışmanın bedelini ödüyor. Bugün yaşadığımız yapısal ve bir türlü çözülemeyen sorunların temelinde erken sanayisizleşme yatmaktadır.

Bu süreçte en önemli dönüm noktaları ise 24 Ocak 1980 kararları ve arkasından bu kararları uygulamak amacıyla yaptırılan 12 Eylül darbesi, 1989 yılında 32 sayılı kararla sermaye hareketlerinin serbestleştirmesi ve 2001 krizi sonrası uygulamaya konulan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”dır.

Bu sayede sermayenin mutlak tahakkümü olarak kodlandırdığımız neoliberal politikalar hayatın her alanına egemen olmuştur. Sıcak para hareketleri ile “kriz ve canlanma” döngüsüne giren Türkiye ekonomisi, büyümenin temel belirleyicisinin cari açık; en önemli girdinin ithalat olduğu ve bu süreçte reel kurun son derece kritik rol oynadığı bir yapıya dönüşmüştür. Gelinen noktada kredi risk primi hızla yükselen, dış ödeme yükümlülüklerini yerine getirip getirmeyeceği konusunda kaygıların arttığı bir ülke var karşımızda.

Peki, size göre halihazırda bir ekonomi yönetimi var mı? Veya izlenen bir ekonomi politikası var mı son 3-4 yılda?

Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız Türkiye ekonomisi bizlere, Türkiye’de ciddi bir ekonomi yönetimi sorunu olduğunu göstermektedir. Ekonomi yönetimi, sadece gelişen olaylara anlık tepki vermeye çalışmakta; alınan karalar ise ne yazık ki Türkiye ekonomisinin gerçeklerinden kopuk, bilimsel ve rasyonel hiçbir tarafı olmayan olmaktadır.

Örneğin, enflasyonun yükselme trendine girdiği bir dönemde politika faizlerinin düşürülmesi ve enflasyonla mücadelede TCMB’nin saf dışı bırakılması; yoğun yabancı sermaye çıkışlarının olduğu günlerde, sermaye kontrollerini ima edecek kararlar alınması; dış ticaret ve cari açığın arttığı bugünlerde kur korumalı mevduat ve benzeri uygulamalarla artan cari açığa bir de artan bütçe açığının eklenmesi. Ne bir para politikası ne bir döviz kuru politikası ne de bir maliye politikası olmayan bir ülkede ne ekonomi yönetiminden ne de ekonomi politikalarından bahsetmek pek olası değildir. Yani, “Saldım çayıra, Mevlâm kayıra” misali işler yürütülmeye çalışılmakta! Tabii bu duruma gelinmesinde en önemli etken Türkiye’nin yönetim yapısı olan Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminin rolü de büyüktür. Bu sistemde her şey, her karar sadece Cumhurbaşkanın inisiyatifine bırakılmış; be nedenle de ekonomi yönetimi diye bir şey kalmamıştır.

Vardığımız nokta sahiden bir inadın (faiz inadı veya faiz sebep enflasyon netice teorisi) yüzünden mi?

Buna evet demek istemiyorum. Bir kere her olayda olduğu gibi, bunda da aynı hatayı yapıyoruz gibi geliyor bana: gerçek neden ile tetikleyiciyi karıştırmak. Örneğin, 2001 krizi uygulanan yanlış ekonomi politikasının kaçınılma sonucu iken, krizi “ünlü Türk büyüklerinin” Milli Güvenlik Kurulu’nda anayasa kitapçığını birbirlerine fırlatmalarına bağlamamız gibi.

Kapitalizmin neoliberal aşamasının en ayırt edici yanı, “balonlara (köpüklere) dayalı büyümedir.” Zaten bu balonlar patladığında sistemin merkez ekonomileri, 2008-2009 küresel krizinde olduğu gibi, krize girmektedir.

Bütün dünyada enflasyonun arttığı bir ortamda, faiz oranlarını düşürerek bütün makroekonomik dengeleri alt üst derken bunu FETÖ darbesine bağlama ve/veya dış güçlere havale etme yanlışlığına düşmemiz gibi. Girişte de vurgulamaya çalıştığım gibi, Türkiye’nin neoliberal politikalarla sanayileşmeden vazgeçmesi, işçi sayısı ve verimlilik artışı yaratacak sabit sermaye yatırımları yaparak verimlilik oranında reel ücretleri ve tüketim-iç talebi artırarak büyümek yerine, PR yapma yani kötü bir ABD taklitçisi olmanın bedelleridir bugün yaşadığımız sorunlar.

Durmadan açıklanan yeni ekonomik paketler neyin göstergesi size göre?

Öncelikle bu paketler çaresizliğin, iş bilmezliğin ve bir sonraki erken ve zamanında yapılacak genel seçimlerin telaşıdır. Bu paketlere günü kurtarmaya çalışmaktadırlar. Kapitalizmin neoliberal aşamasının en ayırt edici yanı, “balonlara (köpüklere) dayalı büyümedir.” Zaten bu balonlar patladığında sistemin merkez ekonomileri, 2008-2009 küresel krizinde olduğu gibi, krize girmektedir.

Biz de ise kriz dinamiği hep kur üzerinden işlemektedir. Bu nedenle alınan kararların nedeyse tamamı kuru tutma üzerine kurgulanmaktadır. Oysa bilmedikleri ya da unuttukları önemli bir gerçek var: Türkiye’de kuru kısa vadede sermaye hareketleri; uzun vadede ise cari açık belirler. “Ne yazık ki ya da Allahtan” alınan kararların neredeyse hepsi de ya sermayeyi kaçırmakta ya da cari açığı artırmaktadır. Yani, bilmeden yangına körükle gitmektedirler.

Serbest piyasa savunusu yapan bir partinin regülasyon üzerine regülasyon (KKM, BDDK kararları) getirmesini nasıl açıklıyorsunuz?

Öncelikle “çaresizlik” bütün bu kararların temelinde yatıyor. Her şey kuru belirli bir düzeyde tutmaya endekslenmiş. Onun için kararı alıp, piyasanı tepkisine göre ya geri adım atıyorlar ya da kararı revize etmeye çalışıyorlar. Alınan kararlarda bir eşgüdüm ne yazık ki yok. Olası sonuçları genellikle hesaplanmadan alınıyor.

Bu nedenle de hep beklenin aksine sonuçlar ortaya çıkıyor. Ayrıca ve belki de daha önemlisi benim 20 yıllık AKP iktidarında gördüğüm, rahatlıkla her kılığa kolaylıkla girilmesi, sürekli pozisyon değiştirilmesi ve buna da “pragmatizm” adı altında rasyonalite kazandırılmaya çalışılmasıdır. Ne demek istiyorum biraz açayım: AKP iktidarının “Lale Devirlerinde (2003-2007 ve 2010-2015) çok sağlam piyasacı ve liberaldiler.

Daha sonra işler kötü gitmeye başlayınca heterodoks olduklarını söylediler; o da tutmayınca köklerine geri döndüler ve “nas”a sarıldılar! Bu nedenle günlük öncelikleri neyi gerektiriyorsa ona göre pozisyon alan bir tarafları var. Gerekiyorsa antiemperyalist gerekiyorsa en fanatik NATO’cu ve AB’ci olabiliyorlar. Ama bütün bunların yanında değişmeyen sabit bir özleri var o da: En büyük sermaye dostu parti olmaları. Her şeyi sermayenin çıkarları doğrultusunda bir şekilde evirip, çevirmeleri. Bu nedenle de aldıkları ani tepki niteliğinde kararlar, sermayenin hoşuna gitmemekte ve hemen gereği yapılmaya çalışılmaktadır.

Sokakta en çok duyduğumuz sorulardan birisi de ne zaman duvara toslayacağımız ? Ayak üstünde kalp kriziyse bu, ne zaman yere devrileceğiz?

Şimdi baştan bir şeyi doğru saptamak gerek. Türkiye ekonomisinin çok ciddi yapısal sorunları ve darboğazları var. Dış borçlarımız 2022’nin ilk çeyreği sonunda tamı tamına 451, 2 milyar dolara yükselmiş; bir yıl içerisinde geri ödememiz gereken 182,4 milyar dolar borç var ve bu gidişle yıl sonunda 100 milyar dolara yakın bir dış ticaret açığımız olacak gibi.

20 yıllık AKP iktidarında gördüğüm, rahatlıkla her kılığa kolaylıkla girilmesi, sürekli pozisyon değiştirilmesi ve buna da “pragmatizm” adı altında rasyonalite kazandırılmaya çalışılmasıdır.

Turizm gelirleri beklentilerin altında ve en önemlisi de yabancı sermaye gelmiyor ve olanda kaçıyor. Ülkenin risk primi sürekli artıyor ve ülkenin borçlarını ödeyememe olasılığı sürekli artıyor diyor bize. Bu koşullarda kaygılanmamak, ne zaman duvara toslayacağız sorunu sormaktan daha doğal bir şey olamaz.

Ancak, bu durumu tersine çeviren dış borçlarla ilgili önemli bir konu var. O da: Bize borç veren ülke sırlamasında ilk dördün AB üyesi ülkeler olması (İspanya, İtalya, Fransa ve Almanya) ve ilk ülkenin de AB’nin sorunlu ülkeleri olmasıdır. O nedenle Türkiye’nin olası bir toslaması, AB’nin toslaması anlamına gelir ki bunu da kimse istememekte.

Ayrıca bu durum ülkeyi yönetenlere önemli bir pazarlık gücü vermekte: Borçları yeniden, daha uygun koşullarda yapılandırma. Ama ne yazık ki ülkede ne bir doğru dürüst ekonomi yönetimi ne de bunları dikkate alan siyaset kurumu olmadığı için riskler her geçen gün artmaktadır.

Kuru dizginlemek için bir sonraki adım kambiyo denetimi olabilir mi ne dersiniz?

Valla eğer birileri “ekonomi yöneticisini” kambiyo denetimi en iyi sonucu verir şeklinde ikna ederse, hiç tereddüt etmeyip onu da denerler. Çünkü şimdi baktıkları tek şey var, o da: Kuru nasıl yutacakları! Üstelik, Türkiye ekonomisinin dinamikleri de buna zorlayabilir. Çünkü çok ciddi bir döviz gereksinimiz var.

Mal ve döviz kazandırıcı hizmet ihracatında bulunan firmalara Merkez Bankası’nca (TCMB) getirilen reeskont kredisi kullanmak için getirilen yeni şartlarda, kambiyo denetimi olacak algısını artıran kararlardır. Zaten Dünya Gazetesi, yönetim kurulu başkanı Hakan Gürdal’ın katıldığı bir TV programında döviz satın alan firmaların Merkez bankasından arandığını söylemesi de bu tür kaygıları artırmaktadır.

Diyelim ki bir erken seçim oldu ve AKP iktidarı gitti. Ekonomi hemen toparlanır mı?

Hayır. Çünkü Türkiye’nin günü kurtarmak amacıyla üstü örtülmüş, ertelenmiş ve/veya çözüm üretilememiş çok ciddi sorunları var: Elimizde “kur-faiz-enflasyon” sarmalına girmiş bir ekonomi var. Enflasyon, cari açık, döviz kuru, işsizlik, ülke risk priminde aynı anda yükselişe geçmiş durumda. Buna bir de bütçe açıkları eklendi. Uluslararası mali sermayenin güvenini kaybetmiş bir Türk Lirası var ortada ve yabancı sermaye de sürekli çıkıyor. Sıcak para miktarı bile 40 milyar ABD Dolarının altına inmiş durumda. Ülkenin uluslararası rezervleri “arka kapı politikaları” ile sırf kuru kontrol etmek amacıyla tüketilmiş durumda. Net rezervler 8 milyar ABD Dolarının altına düşmüş. Swap hariç net rezerv de geçen hafta eksi 53,8 milyar dolar olmuş. Derinleşen bir yoksulluk var ve bunun yıktığı kolay kolay onarılamayacak bir toplumsal taleple karşı karşıyayız.

Bölgeler arası gelir eşitsizliği ve gelişmişlik farklarını azaltmadan, kamu hizmetlerini mümkün olduğu kadar tabana yaymadan, açık, güvenilir ve katılımcı bir demokrasi yaratmadan derin yoksulluğu çözmek mümkün değildir.

Artık yönetilmesi neredeyse olanaksız hale gelmiş tüketici kredileri ve özel sektör borçları var. AKP iktidarının “lokomotif sektör” olarak gördüğü inşaat sektörü derin krizde. Keza tarımsal sektörü can çekiyor. Sanayi ve ticaret kârlarını kemiren sürdürülemez bir rant ekonomisi egemen. Ülke her an bir ödemeler dengesi krizinin eşiğinde.

Tüm bu sorunların yanında bir de oluşan derin yoksulluk olgusu var. Bunun çözümü için yeni iktidar nasıl bir ekonomi politikası izlemeli?

Her şeyden önce kamucu, bütün toplum kesimlerini hedefleyen yeni iktisat politikalarına gereksinim var. Bunun için kamunun öncülüğünde ve yol göstericiliğinde yeni bir sanayileşme hamlesi gerekli. Türkiye’nin dışa bağımlıklarını azaltmaya dönük bu yeni sanayileşme politikası herkese aş ve iş yaratacak, sürdürülebilir ve kapsayıcı bir büyüme yaratacaktır.

Bu yeni sanayileşme politikası Türkiye’nin idari yapısından başlayarak, eğitim, sağlık, para, maliye ve döviz kuru politikaları kadar önemli konularda çok ciddi değişiklikleri gerektirmektedir. Geliri artıracak ve adil üleştirecek bir iktisadi yapı için verimlilik artışına dayalı bir büyüme gerekmektedir. Bölgeler arası gelir eşitsizliği ve gelişmişlik farklarını azaltmadan, kamu hizmetlerini mümkün olduğu kadar tabana yaymadan, açık, güvenilir ve katılımcı bir demokrasi yaratmadan derin yoksulluğu çözmek mümkün değildir.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI