Eğitim düzeyi yükseldikçe insanlar önce git gide sola, sosyalistlere, komünistlere, çevreci partilere falan kayıyor, sonrasında adına demokrasi denen bu düzenden kökten umudunu kesip, bizzat sistemin kendisinden uzaklaşıyor ve kabuğuna çekilip, zarar görmeden sistemin kıyısında bir yerlerde yaşamayı tercih ediyordu.

İyi niyetli bir insandı Kasım Baba. Altmışını aşmış yetmişe merdiven dayamıştı. Sağlığı yerinde sayılırdı. İki stent vardı kalp damarlarında, düzenli olarak kullanmak zorunda olduğu bir kaç da hap. Bunu pek dert etmez “yaşımın gereği” der geçerdi.

Hayat arkadaşı Sabriye Hanım'ın ani vefatının üzerinden "makul bir süre" geçtikten sonra önce kızı, ardından oğulları evlenmesi için teşvik etmişlerdi onu. Tabii diye düşünmüştü “yarın bir gün hasta, yatalak bir adamla kimse uğraşmak istemiyor evladı da olsa”.

Zaman o zamandı artık. Köprülerin altından çok sular akmış, eski çamlar bardak olmuştu. Eskiden baş tacı edilen yaşlı ana babaların bakım evlerine terk edilmesi toplumca kabul görmeye başlamıştı.

Şimdilik eli ayağı tutuyordu. Kendine ait iki göz evinde, eski eşyaları ve hatıralarıyla birlikte yaşamaya da alışmıştı.

Bir defasında çevresinin baskılarıyla kendisi gibi yaşlı ve yalnız yaşayan bir hanımefendiyle tanıştırılmış, kısa bir tanışıp görüşme faslının ardından evli evine, köylü köyüne geri dönmüştü.

Uğrunda bir ömür harcadığı sosyalist geleneği “umut” olamıyordu artık. Seksen darbesinin ardından neredeyse bütün sosyalist yapılar birer birer yasal parti(ler) kurmuş, siyasal alanın meşruiyet kaynağı kitleler olmaktan çıkmış, yasalar olmuştu.

Sosyalistlerin kurduğu partiler yan yana gelmek şöyle dursun, birbiriyle didişmekten uğraşmaktan başka bir işe de yaramıyordu. Her biri kendi küçük dükkanında gayet mutluydu.

Her zaman herkes için iyi şeyler olsun isterdi. Ekmek ve toplumsal servet eşit bölüşülsün, adalet herkese eşit uygulansın.

Ne çocuklar yatağa aç girsin, ne de koskoca bir ülkenin tüm servetine el koyan iktidar yanlısı kesimler bankalarda milyon dolarlar istiflesin!

Adına demokrasi denilen bu düzende birkaç istisnai dönemi, ya da durumu saymazsak eğer "zenginler her daim, hem seçen, hem de seçilen" oluyordu, '"fakirler ise daima ve sadece seç(m)en".

Seçim zamanları iş insanları, eski bürokratlar, madrabaz gazeteciler, düzene çomak sokmayan, temsil ettiği sınıfa ihanet eden sahte sendikacılar, emekli askerler, avukatlar, doktorlar, eczacılar… “parası pulu olan egosu tavan yapmış hırslı insanlar” öne çıkıyor, düzen partilerinin adayları olarak sahnedeki yerlerini alıyorlardı.

Ülkede milyonlarca işçi, memur, emekli, esnaf yaşıyordu ama bunların içinden çıkan hiç kimse ne milletvekilli, ne de bakan olamıyordu.

Olamıyordu ama “olanları savunmak için göğsünü siper etmekten” de geri duramıyordu. Zenginlerin iktidarını, en çok da fakirler savunuyordu!

Her şey “halk için di güya” ama halk her daim fakirleşmeye devam ediyor, gün be gün bir önceki gününü arar oluyordu.

Sistemin efendileri için seçimlere katılım oranı çok önemliydi, çünkü "toplumsal meşruiyet" olmazsa olmazdı! Onun için her seferinde binbir türlü tezgah kuru(lu)yor ve sonuç alınıyordu bir biçimde.

Her seçimden bir kaç gün sonra televizyonlar aracılığıyla bir sonraki seçim tartışmaya açılıyordu. Yıllardır delik deşik edilmiş olmasına rağmen, “sanki çok da uyuluyormuş gibi, değişmesi gerektiği iddia edilen Anayasa'ya dair başlatılan tartışmalar”, ekranları başına kilitlenen saf, eğitimsiz insanları sürekli olarak ağır ve yoz bir bilgi bombardımanına tabi tutuyordu. Kısaca yeniden ve yeniden manipüle edilmeye devam ediliyordu kitleler.

Kime sorsanız ahu zar içinde feryat eden bunca fakir fukara garip gureba, eninde sonunda "geçen sefer olmadı ama bu sefer olacak" duygusuyla "ağıldan mezbahaya götürülen sürüdeki zavallı hayvanlar gibi kendi ayaklarıyla koşa koşa sandık başına gidiyor ama her ne hikmetse sandıktan her daim elinde kocaman bıçağıyla kasaplar çıkıyordu".

Parlamentoya bakıldığında iktidar muhalefet ayrımı olmaksızın, açıktan veya gizlice zenginlerin kötülerin iktidarının kurulduğunu hissedebiliyordu da, bunun her defasında nasıl olduğunu bir türlü çözemiyordu.

İktidar; açıktan kötülüğü temsil ediyordu yoksullar, ezilenler ve dışlananlar için.

Muhalefetse, sadece eleştirip duruyor ama bu gidişatı durdurabilmek, en azından geri adım attırabilmek, hiç değilse tökezlet(ebil)mek için bile olsa sağlam adım(lar) at(a)mıyor, böylece, bir nevi iktidarın devamını sağlayan bir manivelaya dönüşüyordu.

Demokrasi adı altında, tüm dünya halklarının gözü önünde "sonu, başından belli bir tiyatro oyunu oynanıp duruyordu" on yıllardır!

Halk gitgide fakirleşmeye devam ediyor, "siyaset sınıfı" ise onların arasında bölüşülmesi gereken "toplumsal servete" kapitalistlerle birlikte utanmadan el koymaya ve zenginliklerine zenginlik katmaya devam ediyordu.

Tabii bu işin medya ayağını oluşturanlar da onlara dahildi. Yalılarda oturan gazeteciler vardı mesela! Zamanla milletvekili falan da olabiliyorlardı.

Kişisel servetlerini yazı yazarak oluşturmuş olmaları mümkün değildi bu insanların, ol(a)mazdı da zaten! İşin muhalefet tarafında kalanlarını ise fazlaca sorun çıkartmaya başladıklarında öyle ya da böyle bir cezaevine atıyorlardı zaten.

Belki muhalefet tarafındaki gazetecilerin desteklediği partiler iktidar olsa, bu kez de bu durumun tam tersi olacaktı ama sonuçta "daima iktidar ve onun taraftarları zenginleşmeye devam edecekti”.

En küçük iktidar nüvesi bile insanı bozmaya, kirletmeye, yozlaştırmaya, kötüleştirmeye müsaitti.

Seçim zamanı geldiğinde en soldaki adaya oy vermek isterdi “hep yüreği”! Ama, ya kazanamazsa duygusuyla seçim kabinine girip, oy pusulasını her önüne koyduğunda, eli çoğunlukla CHP'nin altı oklu logosunun üzerine giderdi “mantığı gereği”.

Son zamanlarda bazı çekinceleri olsa da HDP'ye de oy verir olmuştu. Selahattin Demirtaş'ı çok sever, onu cezaevinde yalnız bıraktığı için HDP'ye de kızardı.

Anayasa referandumlarında taa 1980'lerden bu yana, hep "doğruluğu akıp giden zaman içinde test edilip onaylanan yönde” hayır oyu kullanmıştı.

Çok kritik bir Anayasa Referandumunda "evet" oyu kullanan, "yetmez ama evet" diye propaganda yapan "referandumu boykot eden" eski dost ve yoldaşlarıyla yolunu ayırmıştı.

Tırnak içinde "demokratik ülkelerde" oy kullanma oranı %60'ı bilemedin 65'i geçmiyordu.

George Orwell'in Hayvan Çiftliği ve 1984'ünü, Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünyası'nı, Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451'ini, Jose Saramago’nun Körlük ve Görmek’ini, Ayşe Kulin’in Tutsak Güneş’ini okumuştu.

Acaba o kadar kötüye gidebilir miydi dünya?

Eğitim düzeyi yükseldikçe insanlar önce git gide sola, sosyalistlere, komünistlere, çevreci partilere falan kayıyor, sonrasında adına demokrasi denen bu düzenden kökten umudunu kesip, bizzat sistemin kendisinden uzaklaşıyor ve kabuğuna çekilip, zarar görmeden sistemin kıyısında bir yerlerde yaşamayı tercih ediyordu.

Vakit daha da geç olmadan o meşhur şarkısında dediği gibi Moğolların ünlü solisti Cahit Berkay'ın “bişey yapmalı”ydı ama o şeyin ne olduğunu kendisi de bir türlü bulamamıştı!

Evet “bişey yapılmalıydı” ama ne yapılmalı, nasıl yapılmalıydı?

Editör: Osman Biçer