Cuma, Nisan 19, 2024

Bir sahtekarlığın ön-ifşası: Kare  

Baş küratör Christian’a göre “Kare” isimli yeni sanat eseri, içinde barındırdığı herkesin eşit statüde olmasını temsil eder. Ama işler hiç de bu temsiliyeti ifade edecek şekilde gelişmeyecektir.

Ruben Östlund oldukça iyi bir yönetmen. Turist filminde kahraman rolüne bürünmesi beklenen bir babayı ve sahiplenmeyi, korunup kollanmayı bekleyen bir kadının hikayesini izlemiştik. Ben bugün son filmi Hüzün Üçgeni’nden de Turist filminden de söz etmeyecek, 2017’de Cannes’da en iyi film alanında Altın Palmiye alan Kare (The Square) filmi özelinde modern sanat anlayışından söz etmeye çalışacağım.

Bir modern sanat müzesinde baş küratör olan Christian (Claes Bang) “Kare” isimli yeni sanat eserinin de küratörlüğünü yapmaktadır. Christian’a göre Kare, içinde barındırdığı herkesin eşit statüde olmasını temsil eder. Ama işler hiç de bu temsiliyeti ifade edecek şekilde gelişmeyecektir. Yardıma muhtaç insanlara karşı hiçbir empati geliştirmeden onlara tepeden bakarak onları anlatabilmenin mümkünatı da yoktur. Yani Christian tamamen günümüz elitist ve tepeden bakmacı sanat anlayışının somutlaştırılmış halini yansıtır.

Christian, müzede “İnsanlara güvenmelisiniz” temalı bir çalışma bulundururken kendi hayatına bunu kesinlikle yansıtamamaktadır. Ama film, başından sonuna kadar Christian için bir süreçtir. Kendini arayışı ve kendiyle hesaplaşmasından başkalarını anlayabilmeye doğru bir evrilme söz konusudur. Filmin başlarında kendisinden tavuklu ciabatta isteyen dilenci, bir de soğansız olsun dediğinde Christian’ın yüzünde beliren ‘tiksinti’ filmin sonunda mülteci olduğunu düşündüğümüz çocukla ilgili çektiği video ile bir ‘confession’a dönüşüyor.

Ancak konumuz Christian özelinde ‘Çağdaş Sanatlar’ denilen ‘ucube’. (ucube deme nedenim ikna olmayıp küfredeceklere bundan sonrasını okumama fırsatını sunmak, bayramlık J)

Avelina Lesper’e göre çağdaş sanat denen şey bir sahtekarlık. Lesper bu tezini birkaç ayak üzerine oturtuyor. Çağdaş sanat denen ‘şey’in eserler değil fikirler olduğunu, sanatçının ‘bu sanattır’ dediği her şeyin sanat kabul edildiği ve küratörün sanatçıdan üstün sayıldığını hepimiz biliyoruz. Duchamp pisuara sanat eseri dediğinde insanlar şaşırmıştı ancak Bay Marcel pisuara işlevsel bir anlam yükleyerek ‘çeşme’ olduğunu iddia ettikten sonra insanlar efsunlanmış biçimde düpedüz pisuar olan ‘şey’e sanat eseri muamelesi yapmaya başlamıştı. Ve o tarihten sonra sanatçının ve küratörün ‘bu sanat eseridir’ dediği her şey sanat eseri olarak kabul edilir oldu. Oysa estetik değeri olmayan şeyleri sanat eseri olarak kabul edebilmek için algılarımızı yabancılaştırmaları, zekamızı ve eleştirel ruhumuzu devre dışı bırakmaları gerekiyordu. Bunu da küratörler aracılığıyla gerçekleştirdiler. Tanımlamalar ve kavramsallaştırmalarla eserlerin bayağılığı ve yüzeyselliklerini örttüler. Yaratıcılık ve yetenek eksikliğini retorikle kapattılar.

Mesela kanser tedavisi gören bir kadının fotoğraflarının paylaşılmasına itiraz ettiğinizde bu sizin feminizm düşmanı olarak yaftalanmanıza neden olabilir. Ve bizim bunları tıpkı dinsel bir inanç biçimi olarak kabul etmemiz, kafir olmamak için iman etmemiz istenir, istenmekle kalmaz, dayatılır.

Oysa bizim ihtiyacımız olan şey sanattır, boş ve dogmatik inançlar değildir. Bugün sanat eseri denen nesneler aslında retorik eserlerdir. Neden mi inanç dedim, inanç çünkü eserin mucizeviliğini gözümüzle görmemize gerek yoktur, inanmamız yeterlidir. Dolayısıyla da bir esere atfedilen ontolojik değer Kant’tan ödünç alarak söylersek a priori, hatta keyfidir.

Bu eserlerle ilgili ifade edebileceğim başka bir yön de bunların insanlığı kurtarmaya yeminli eserler olduğu safsatasıdır. Daha ziyade tatlı su muhaliflerinin ağızlarına iğrenç bir sakız olarak alıp çiğnedikleri ekoloji, toplumsal cinsiyet, lgbt, neoliberalizm ve sokak hayvanları gibi konularla ilgilidir bu eserler. Bunu yansıtmak için de estetiğin önemi yoktur, hayvanlara kötü muamele videoları, dayak yiyen kadınların performans gösterileri ve tarihi gerçekleri çarpıtan eserler de kullanılabilir. Dünyayı kurtaracak köhne düşünceleri için ahlaki bir kaygı güdülmesine de gerek yoktur. Mesela kanser tedavisi gören bir kadının fotoğraflarının paylaşılmasına itiraz ettiğinizde bu sizin feminizm düşmanı olarak yaftalanmanıza neden olabilir. Ve bizim bunları tıpkı dinsel bir inanç biçimi olarak kabul etmemiz, kafir olmamak için iman etmemiz istenir, istenmekle kalmaz, dayatılır.

Plastik çöp poşetlerinin üstüste yığılmasına, Alzheimer hastasının kesilen vücut kılları ve tırnaklarının kavanoz içinde MoMa’da sergilenmesine (fotoğraflarını ben kendi ellerimle çektim geçen yaz), sperm bulaşmış peçeteye ve bu filmde olduğu gibi Kare’ye, yani aslında çöplere sanat dendiğinde Leonardo, Mikelanj, Bernini ne olacak diye soranlara da yanıt hazırdır; Adorno ve Maleviç’e göre Louvre başta olmak üzere tüm müzeler yıkılmalıdır J Şaka değil inanın bana.

Oysa sperm bulaşmış bir peçete sokakta çöp iken çağdaş sanatlar müzeleri isimli tapınaklarda ‘kutsal ineklerdir’, Mona Lisa ise çöpte bile ölümsüz bir sanat eseridir. Bulunduğu galeri veya müzeyle değer kazanmaz gerçek bir sanat eseri, oraya değer kazandırır.

Bu konu çok uzun, sonraki yazılarda devam edeceğim. Filmi Östlund’a göre bir miktar zayıf bulsam da oldukça beğendiğimi de söyleyeyim.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI