Onun için sıradan bir şey değildi yazı yazmak. Herkes yazamazdı ve yazmamalıydı da zaten. Bazen, yakın dönemde yazılmış eski bir devrimcinin anılarını okuduğunda çok kızgın olurdu. Yaşamak ayrı şeydi onun için, yazmak apayrı.

Kapıdan girdiğimde her zaman oturduğu yerde göremedim Hafise ablayı. Birkaç adım atıp içeri doğru girdiğimde, hafif loş ışık altında yüzüne vuran bilgisayarın ışığında oturan Osman abiyi gördüm onun eski püskü koltuğunda. Aslında o sahafta sürekli oturmaz, çoğunlukla Hafise ablanın yokluğunda gelirdi buraya. Sahafta olduğu zamanlar kapının önünde sohbet ederken görürdük kendisini çoğunlukla.

Biraz dalgın bakıyordu önündeki eski bilgisayarın ekranına. Aslında pek bilgisayar bile sayılmazdı önündeki şey, adeta ekranı olan bir daktilo gibi kullanılıyordu zaten. Sadece ihtiyaç duyduklarında açtıkları bu eski model bilgisayar, önündeki kitap yığınlarının ardında pek görülmezdi bile.

Merhaba deyip lafı açtım, sanki biraz canı sıkkın gibiydi. Merhaba Yener diye karşılık verdi.

Uzun yıllar çalıştıktan sonra Köyceğiz’e gelmiş ve buraya yerleşmişlerdi.

Dükkânı para kazanmak için açmadıklarını hemen herkes bilirdi. Orada, daha çok zaman geçirir gibiydiler. Bahar ve yaz aylarında belediyenin düzenlediği ikinci el pazarına çıkarlardı çoğunlukla. Yaptıkları ticaret sayılırsa eğer, elde ettikleri tek kazanç da o ikinci el pazarında ellerine geçenle sınırlıydı.

Her ikisi de emekliydi zaten. Parasal anlamda getirisi olmayan bir yeri niye işlettikleri sorulduğunda öyle cevap verirlerdi, her şey para değildi onlar için. Kaliteli zaman geçiriyorlar ve iyi insanlarla muhatap oluyorlardı dediklerine göre. Daha çok da lise, üniversite öğrencileriyle.

Ne kadar yapılıyorsa küçük bir ege kasabasında, o kadar yapılan protesto eylemlerinde hep görürdük onları. Daha çok da Osman abiyi. Dükkân sabah saat on gibi açılır, mevsimine göre akşam yedi, sekiz dokuz gibi de kapanırdı.

Kendi çaylarını kendileri demler, kahveler ise Hafise ablanın elinden çıkardı. Çok defa söylenildiği halde çay kahve ikram ettikleri müşterilerinden bunun karşılığında para da kabul etmezlerdi.

Solcu olduklarını bilirdik ama fazlaca konuşmazlardı bu konuda. Geçmişte yaptıkları işler, katıldıkları eylemler nedeniyle epeyce sıkıntı çekmiş insanlar olduğu hissedilirdi. Hemen hiçbir eylemde fazlaca öne çıkmazlardı. Sorulduğunda Osman abi; bizim sahneye çıkma vakitlerimiz geride kaldı artık sıra başkalarında, illa da gençlerde derdi.

Neden böyle düşünceli olduğunu sordum Osman abiye. Soruma cevap vermeden önce Aynullah Akça diye birinden bahsetti uzun uzun.

Dediğine göre çok kıymetli bir insandı. 3 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılmasına engel olmak amacıyla uçak kaçıran dört devrimciden biriydi.

Taa İsveç’lerden kalkıp gelmiş ve Köyceğiz’de bulmuştu onları. İmzalayıp onlara hediye ettiği dört kitabından üçünü okumuştu da, dördüncüsüne bir türlü başlayamamıştı.

Halbuki bu çok önemliydi onun için. Yaşı ve siyasal düşüncesi gereği onları ziyaret eden Aynullah Akça’yı bir kahraman olarak kabul ediyordu kendince, üstelik başladığı işi de mutlaka bitirmeliydi!

İlk olarak tek cilt olan kitabı okumuştu merakı gereği. Kitap 1970’lerin Türkiye’sini anlatıyor ve o dönemde yaşayan devrimcilerin yaşamlarından kesitler sunuyor, uçak kaçırma olayını öncesi ve sonrasıyla anlatıyordu. Bir nevi Aynullah Akça’nın hayatıydı o kitap.

Diğer üçüyse birbirini takip eden kitaplardı. Matos adındaki bir roman kahramanının hayatından seçilmiş üç mayıs gününü anlatıyordu ama bir türlü el atamamıştı son cilde.

Bir de Ankara’da yaşadıkları yıllardan tanıdığı gazeteci bir arkadaşının kendisine önerdiği yazı yazma işi kurcalıyordu kafasını. Bilirdik, saplantı derecesinde titiz bir adamdı. Bir şeyi kolay kolay kabul etmez ama kabul eder ve hele de sorumluluk alırsa sonuna kadar yerine getirirdi Osman abi.

Onun için sıradan bir şey değildi yazı yazmak. Herkes yazamazdı ve yazmamalıydı da zaten. Bazen, yakın dönemde yazılmış eski bir devrimcinin anılarını okuduğunda çok kızgın olurdu. Yaşamak ayrı şeydi onun için, yazmak apayrı. Hem herşey yazılmamalıydı zaten, mahremiyeti vardı bazı şeylerin.

Bazı şeyler onu yaşayanlarla birlikte mezara gitmeliydi mesela. Bazılarına ise yazmadıkları için çok kızardı Osman abi, biraz tuhaf bir adamdır vesselam.

Birkaç gündür cevap verememişti kendisini arayan gazeteci arkadaşına ama bir cevap vermeliydi artık. Böyle de olmazdı. Oyalayıp duruyordu Doruk hanımı.

Ya evet deyip kabul etmeli ve ilk yazısını derhal iletmeliydi kendisine, ya da nazik bir dille davetini reddetmeli ama onu kırmamaya da çok özen göstermeliydi.

Daha önceden de yazmasını isteyenler olmuştu Osman abinin ama her defasında net bir dille reddetmişti bu teklifleri kırıp dökmeden. Ama bu sefer başkaydı. Belki de yazmaya başlama vakti gelmişti.

Anlayabildiğim kadarıyla sorun, rutin hayatının içinden çıkmaya pek de hevesli olmamasıydı sanki. Üstelik haftada bir kez bile olsa, yayınlanmak üzere yazı yazmak onun için çok önemli bir görev ve sorumluluk gibiydi. Başlarsa eğer sonuna kadar da gitmeliydi.

Okumaya alışkındı ama yazmaya pek değil. Gerçi geçmişte yazdığı zamanlar da vardı. O pek anlatmasa da sevilen bir sendikacıymış zamanında.

Bir gün gelmiş ve tam da zirvedeyken bırakmıştı sendikacılığı. Kendisine yakın sınırlı sayıdaki sohbet arkadaşlarıyla zaman zaman sahafın önündeki küçük iskemleler üzerinde yaptıkları uzun sohbetlere tanık olduğum kısıtlı zamanlardan varmıştım bu sonuca.

Geçmişe dair bildiklerini niye fazlaca paylaşmadığı sorulduğunda, "devlet sırrı" deyip geçiştirmeye çalışırken muzip bir gülümseme kaplardı yüzünü.

Sendikacılık derken, sendikacılığın bir meslek olmadığını özenle belirtirdi muhataplarına.

Eski bir solcu olduğuna dair bir cümle etseniz, yok öyle derdi, solcunun yenisi eskisi olmaz. Solcu solcudur, yolcu da yolcu. Yoldan çıkmadığı sürece de öyle kalır.

Hele ki; o kendisini de, “Hafız” diye seslendiği eşini de, eski ya da solcu saymazdı aslında. Her ikisi de devrimciydi, ikisi de sosyalist.

Olmadıysa bu ülkede bir devrim, onların da sorumluluğu vardı elbet haddi nisabınca. Bu minvalde epeyce bir sohbet ettikten sonra Osman abiyi dükkânda kendisi ile başbaşa bırakıp gözüme aydınlık görünen kapıya doğru ilerledim ve gözlerimi kamaştıran güneş ışığına doğru seyirtip çıktım oradan.

Bilmiyorum şimdi ne düşünüyor? Bu sefer yazacak mı, yazmayacak mı bilmiyorum ama yazarsa eğer öncelikle kendisi için ve tabii kendisi gibi "eski usul solcu"lar için de iyi olacak.

Bunu hissediyorum. Yazarsa eğer, en azından benim için okunmaya değer yazılar yazacağına inanıyorum.

İki gündür eline kitap alamamasının bir nedeni ihtiyacı olan bir arkadaşına uygun fiyatlı bir ev bulma çabasıymış, en önemli nedeniyse kafasını kurcalayıp duran bu yazı yazma önerisi.

Umarım bu akşam bir karar verir ve arayıp söyleyiverir arkadaşına, ben de varım Doruk, çorbada tuzum olsun…

Editör: Osman Biçer