Bir otobüse atlayıp “Çiçekler Evi” denen Titonun anıt mezarına gidebiliriz. Belgradda komünizmin izini sürerken buraya gelmemek olmaz. Bir sergi salonu var, orada Titoya verilen hediyeleri sıralamışlar. Tesadüf bu ya, benim Sajmiste adlı toplama kampına gelişim Auschwitz’in kurtarıldığı güne denk gelince, bir de sabah saatleri tabii, askeri bir tören izleme fırsatı buldum. Şimdi bu toplama kampının olduğu alana gelebilmek için bir köprüden geçmek gerekiyor ve bu doğal sınır aynı zamanda kültürel bir sınır anlamı da taşıyor. Mesela, bir Belgradlının konuşmasından onun nehrin hangi tarafından geldiğini anlamak mümkünmüş. Güneydekiler, yani dağlık bölgede yaşayanlar çok daha hızlı ve yüksek sesle konuşurken bulunduğumuz yerdekiler ağır ve alçak sesle konuşurlarmış. İnsan yaşadığı coğrafyayı şekillendiriyor ama coğrafya da mutlaka insanı, etkileşime giren hiçbir şey aynı kalmıyor. Sava nehrinin bu tarafına “yeni şehri” inşa etmeye koyulmuşlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra da şehirleşme hızlanarak devam etmiş. Tabii burada kâşâneler değil, eski Yugoslavya’nın önde bürokratları, askerler, işçiler ve öğrenciler için betondan ucuz konutlar dikilmiş. Fakat Naziler, Yugoslavya’yı işgal eder etmez nehrin hemen yanında bir toplama kampı kurmuşlar. Rehber Stefan, şimdi tören yapılan alanı göstererek ölümle yaşam arasındaki medceziri şöyle anlattı: “Bakın burası öncelikle işçiler ve öğrenciler için kuruldu; sonra aynı yerde ölüm kampları yükseldi ama bugün yeniden sanatçıların ve yaşamın yeri haline dönüştü.” Karşımdaki siyah demirden anıta bakarak yaşamın ölüme meydan okuduğunu söylemek istiyorum ama kolay değil, en az on beş bin ölü pahasına, eskiden fuar alanı olarak düzenlenen devasa düzlükte, bugün tören var. Müttefikler 1944’te Belgrad’ı bombaladığında yanlışlıkla kampı da hedef almışlar. Bombanın düştüğü yerde tedavi gören mahkûmlar da varmış, karadan gelen ölüme direnebilmişler ama gökyüzünden gelen karşısında çaresiz kalmışlar. Belgrad’la Sajmiste’yi Sava nehri ayırıyor, savaşta bu bölge Nazilerin kuklası olan faşist Hırvatistan’a verilmiş. Balkanlar zaten yeterince zorlu bir coğrafya ama işin İkinci Dünya Savaşı’nda ne kadar çetrefil olduğunu Stefan anlattı. “Bir an için gözlerimizi kapatıp 1942’de olduğumuzu varsayalım. Teorik olarak Hırvatistan toprağındayız. Ama bu kampı Hırvatlar değil Almanlar çalıştırıyor. Ya mahkûmlar? Onları da şehirden, yani nehrin karşısından Sırplar taşıyor! Böyle bir dönem…” Müttefikler, Sajmiste’ye ulaştıklarında yaşayan kimseyi bulamamışlar. Nazilerin burada yetkilendirdiği herif-i naşeriflerden Harald Turner, Belgrad’ı “Yahudilerden arındırılmış” -“Judenfrei”- ilk şehir yapmakla övünmüş. Ama kamp bir süre daha işlemeye devam etmiş çünkü Nazilerin hedefinde sadece Yahudiler değil, çingeneler, solcular, faşizm aleyhinde konuşanlar, velhasıl faşist olmayan herkes vardı. Savaşın izlerini çeşitli binalarda görebilirsiniz ama faşizm 1945 Mayıs’ında bitmediği gibi sadece binalarla sınırlı bir şey değil, zihinlere giren ve oradan kolay kolay da atılmayan bir ur. Belgrad’daki savaşların izini sürdükçe insan yeni savaşların da ansızın yanı başında bitebileceğinden ürküyor. Sajmiste’de görülecek bir şey yok, her şey yıkılmış ama orada olmak insanı neler yaşandığına dair düşünmeye sevk ediyor.
Ulus-devlet denen meret, öyle alt kimlikmiş, azınlıkmış, şuymuş buymuş tanımaz; sürekli bir düşman yaratarak kendini saflaştırmaya çalışır. Ama bunu yapabilmek için milliliğe” ihtiyaç duyarsınız.
Evet, faşistler gitti ve evet, ben şimdi buradaysam bu yaşamın ölüme galip geldiğini gösterebilir. Öte yandan, başta bu coğrafya, her yerde onlarca savaş varken bu sözü söylemenin de pek kolay ve doğru olduğunu düşünmüyorum. Şimdi artık Sajmiste’den çıkıp gerisin geri Belgrad’a gidelim ve Cumhuriyet meydanında biraz soluklanalım diyorum. Knez Mihailova’nın at üstündeki anıtından başka Milli Müze’yi ve Tiyatro Binası’nı görüyoruz. Knez Mihailova, Osmanlıların geri çekildiği yönü işaret ediyor. Dikkat çekmek istediğim heykel değil, Tiyatro Binası’nın üstündeki tarih: 1869. 1789 sonrasında tarih sahnesine çıkan “ulusal devlet”, aşağı yukarı yüz sene içinde yerini “ulus-devlet”e bıraktı. Bu iki kavramın arasındaki temel fark, ulus-devletin sürekli katışıksız bir millet istemesiydi. Ulus-devlet denen meret, öyle alt kimlikmiş, azınlıkmış, şuymuş buymuş tanımaz; sürekli bir düşman yaratarak kendini saflaştırmaya çalışır. Ama bunu yapabilmek için “milliliğe” ihtiyaç duyarsınız. İşte o noktada, tarihte daha önce görülmemiş bir çaba başlar ve sözlükçülük, tiyatroculuk, edebiyat, masalların derlenmesi, folklor… hep aynı çabanın ürünü olarak entelektüellerden topluma aktarılır. 1869 tarihi boşuna değil orada, on dokuzuncu yüzyılı ayaklanmalarla geçiren Sırplar 1878’de Osmanlı’dan ayrıldılar. Milli Müze ile tiyatronun aynı yerde olması ve bunların da bağımsızlığın hemen öncesi bir tarihe denk düşmesi sebepsiz değil. Müzeyi arkamıza alıp sağdaki ilk sokağa girdiğimizde duvarın üstünde plakayla korunan bir tabela görüyoruz: “Filip Filipoviç’e oy verin”. Filipoviç, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı döneminde, sene 1920, Belgrad Belediye Başkanlığı seçimini kazanıyor.
Ruslar, Moskova Otelini, bir sigorta kurumu olarak inşa etmişler ama 1906da bina tamamlandığında ekonomileri iflas ettiği için işletmemişler hiç. Böylece, iki sene sonra, bu bina Sırplara kalmış ve o günden bugüne de otel olarak hizmet vermiş.
Ama komünist olduğu için beş günde görevden alınıp hapse atılıyor. Yani, Tito’ya gelmeden önce de Belgradlılar farklı adlar altında seçime giren komünistleri seçmişler. Bu cadde üstünde biraz daha yürüdüğümüzde şehrin en fiyakalı otelini görüyoruz. Ruslar, Moskova Otelini, bir sigorta kurumu olarak inşa etmişler ama 1906’da bina tamamlandığında ekonomileri iflas ettiği için işletmemişler hiç. Böylece, iki sene sonra, bu bina Sırplara kalmış ve o günden bugüne de otel olarak hizmet vermiş. Alfred Hitchcock’tan Pavarotti’ye, Gorki’den Einstein’a… kimler kimler kalmamış ki burada… Otelin adı sadece Nazi işgali döneminde değişmiş ve Sırbistan Oteli yapılmış. Matrak bir şehir efsanesi varmış, Stefan anlattı: “Nazilerin Moskova diye ele geçirebileceği tek yer işte bu oteldir, diyormuş Belgradlılar. Öyle mi değil mi bilmiyoruz ama otelin adı sadece bu dönemde değiştirildi. Tito’nun Stalin’le arası açıldığında bile otelin adı Moskova olarak kaldı.” Şimdi yolun karşısına geçip heybetli Parlamento’nun önüne gelelim. Öfkeli Sırpların milliyetçi histeri krizleri ya da salgın karantinaları fark etmeksizin protesto mekânıymış burası. Korona salgınındaki karantina uygulamasına karşı ilk büyük gösteri burada düzenlenmiş. Bu parlamentonun Yugoslavya tarihinde ne kadar işe yaradığı tartışılır ama ülkenin adını değiştirmekte hayli mahir oldukları bir hakikat. Bir yüzyılda altı-yedi kere ülke adı değiştirmek azımsanacak bir iş değil! Parlamento’yu geçince, biraz aşağıda, NATO ordularının bombardımanı sonucu yarı yıkılan, göçen binaları görüyoruz. Bu yıkık binaların çürük dişler gibi şehrin ortasında dikilmesi asap bozucu ama sanırım savaş karşıtlığına değil, öfkenin bilenmesine yarıyor.
Titonun doğum gününü kutlamak amacıyla Partizan stadında devasa gösteriler düzenlenirmiş. Öldüğünde de o stada yakın olmak istemiş.
Bir otobüse atlayıp “Çiçekler Evi” denen Tito’nun anıt mezarına gidebiliriz şimdi. Belgrad’da komünizmin izini sürerken buraya gelmemek olmaz. Bir sergi salonu var, orada Tito’ya verilen hediyeleri sıralamışlar. Afrika, Bolivya, Demir Perde ülkeleri, Amerika… Gelen hediyeler, Soğuk Savaş döneminde Tito’nun ne kadar farklı bir siyaseti görece başarıyla uyguladığını gösteriyor. Ay’a giden pilotlar buraya gelip Ay’dan getirdikleri bir taşı Tito’ya hediye etmişler. Mareşal olduğu için ilkel ve modern silahlar, av merakı için bıçaklar, değerli tarihi eşyalar, yurtiçinden de doğumgününü kutlayan meşaleler ve daha binlerce şey hediye edilmiş. Bu anıt mezar, Partizan stadının yukarısında. Meğer, Tito’nun doğum gününü kutlamak amacıyla Partizan stadında devasa gösteriler düzenlenirmiş. Öldüğünde de o stada yakın olmak istemiş. Dahası, ölümünden sonraki yedi sene boyunca kutlamalar devam etmiş. Çiçeklerle kaplı, su sesinin hiç kesilmediği, alabildiğine sade bir mezar yaptırmış. Yalnızca adı yazıyor, bir de doğum ve ölüm yılları. O mareşal üniformaları içindeki debdebeden geriye işte bir küçük mezar kalmış.