Çarşamba, Nisan 24, 2024

Başkalarının acılarından öğrenmek

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.

Ülkeler ve tüm bileşenleri başkalarının insani acılarına bakarak kendi katkıları ile yüzleşmek zorunda. Bu süreçte demokratik Sol etkin sorumluluk alarak dönüşmek ve çarpık düzeni değiştirmek durumunda.

Geçen haftaki yazımda dünyada hızla yayılmakta ve  özellikle on yıldır görünürlüğü artmış olan popülist-otokratik liderler, yükselen Sağ muhafazakarlık ve seçim ittifakları dalgasından söz etmiştim. Zayıflayan demokratik Sol muhalefetlerin başka ülkelerin son zamanlardaki seçim deneyimlerinden öğrenebileceklerine dikkat çekmiştim. Siyaset biçim ve biçemlerini yenilemeleri gereğine, çünkü bazı seçmen davranışlarının değişmeyeceğine değinmiştim.

Beklendiği gibi bugünlerde de Fransa seçimleri ön plana çıktı. Macron’un takviyelerle tekrar kazanıp kazanamayacağı, ilk turda %22 ye yakın almış Sol uçtaki Jean-Luc Melenchon’un ve %7’nin altında kalan diğerlerinin ne yapacağı merak konusu.

Öyle görünüyor ki, aşırı Sağ’ın (Le Pen) güçlenişi ve oyların farklı, hatta zıt ideolojilerdeki siyasi partilerin ittifakları ile yine “bıçak sırtında” bölünmesi söz konusu.

Her halükarda, sonuç ne olursa olsun Fransızlar da bir yandan aristokrasi ve demokrasi tarihçeleriyle övünürlerken, diğer yandan da dünyanın içine battığı yapışkan hipokrasi sarmalından kolay kolay kurtulamayacaklar.

Yine tüm dünya ülkelerindeki muadillerinden beklediğim üzere, yani kendi değerlerinin yönetsel temsiliyetini sağ, muhafazakâr veya yetersiz siyasetçilerin söylem ve eylemlerinde göremeyen diğer özgürlükçü, çoğulcu ve katılımcı demokratlar gibi, vasat siyasetten, katılımcılıktan, hatta sandıktan iyice soğuyacaklar.

Kısacası, bayrak renklerinde simgelenen “özgürlük”, “eşitlik” ve “kardeşlik” ideallerini kendi bireysel ve öznel imgelemlerine gömerek yaşamayı sürdürecekler.

PARADİGMATİK ZİHNİYET DÖNÜŞÜMÜ

Zaten, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi idealler de, ister siyasi rejim, ister birlikte gündelik yaşam pratikleri anlamındaki demokrasi için olsun, artık kesinlikle yetmiyor.

20. yüzyılın diğer büyük anlatıları, modernist ütopik kuramları ve evrenselci metodu gibi, bu ideolojik söylemlerin de mutlaka evrensel değerleri koruyarak güncellenmesi gerekiyor.

Ayrıca, 21. yüzyıl onların yanısıra, artık küresel barış, adalet, temsiliyet, çoğulculuk, gezegendaşlık, sürdürülebilir yaşamdaşlık, ekolojik enerji, dezenformasyon gibi androposen ahlak krizlerinin de ivedilikle ve salt retorik sözlerle değil, radikal eylemlerle çözümlenmesini zorunlu kılıyor.

İşte bu da nitekim, dünya yönetsel siyasetine hakim aynı iktidar odaklı, fetihçi yayılmacı, ikicil kutuplaştırıcı, kuşkucu saldırgan, haris rekabetçi, araçsal akılıcı, tepkisel kolaycı, sorun çözemeyen palyatif, saldırgan ve savaşçı eril zihniyetin kesinlikle aşılmasının elzem olduğu anlamına geliyor.

Dünyanın her köşesinde muhafazakar ve otoriter popülizm için ideal at binilecek veya cirit atılacak boş siyaset arenaları döngüsel olarak tam da böyle besleniyor: Eleştirel dönüşümcüleri statükocu düzenin, sistemin ve siyasetin dışına iterek!

Özetle, dünyadaki bataklık sarmallarından salt zorunlu paradigmatik zihniyet dönüşümüne güçlü direnç ve tutuculuk yüzünden çıkılamaması, sadece daha çok savaş, kan, ter ve gözyaşı demek.

UKRAYNA’YA BAKMAK

Bugün bunun en canlı örneği ve büyük göstergesi Ukrayna savaşı. Daha başlarken yazdığım “Sıcak savaş ve soğuk barış”tan bu yana bir buçuk ay geçti. ‘İki üç bombalama ile biter’ denen vahşet hala devam ediyor.

Rusya’nın işgali ve karşılaştığı askeri direnişin, bir iki hamle öteye geçemeyen satranç hesaplarını alt üst ettiği söyleniyor. Fakat piyonlar değil, insanlar öldürülüyor.

Hala uluslararası hukuk, yeni enerji ve  ticaret anlaşmaları, NATO’nun genişlemesi, yeni yaptırımlar ve soğuk savaş siyaseti konuşuluyor.

Kutuplaştıran tartışmalar, çeşitli spekülasyonlar, stratejik planlar, kısa, orta ve uzun vadeli senaryolara göre olası güç muhasebeleri dinmek bilmiyor. Bu muhtelif rasyonalizasyonların ardı arkası kolay kesileceğe de pek benzemiyor.

Ancak ortada ivedilikle durdurulması gereken bir sıcak savaş gerçeği var.

Her gün özgürlük, eşitlik ve adalet uğruna ölen, sevdiklerini kaybeden ve türlü acılar çeken insanlar karşısında dünya ülkelerinin ahlaki sorumlulukları var.

Her türlü şiddet, savaş hallerinin mutlaka önlenmesi ve durdurulması elzem. Hiç bir zorbalık davranışının ve insani hak ihlallerinin hiç bir ödün verilmeksizin ödüllendirilmemesi gereği de var.

Oysa, barışın ivedilikle tesis edilmesi yerine, bu savaşta kendi ulusal çıkarlarını gözetmek ve güçlerini veya güçlü imajlarını sürdürmek çabasında olup taraf tutmaya bakan ülkeler var.

Apaçık biçimde dünyada yeniden ikicil kutuplaşmaya ve sert, yumuşak veya melez yeni savaşlara doğru adeta sürükleyen “eril akıllı liderler” var.

“Yeni dünya düzeni”nde safını tutmaya zorlanan, hem “arafta” kalan, hem de bu savaştan doğrudan veya dolaylı olarak çok zarar görecek Türkiye gibi ülkeler de var.

SAVAŞI ANLAMA VE ÇÖZÜMLEME

Bu giderek keçeleşecek olan kördüğüm halkların “Savaşa hayır!” gösterileri veya “insani yardım” kampanyaları ile çözülebilecek bir mesele değil. Sadece ülkelerinden zorunlu göç eden Ukraynalılar ile veya onlarla dayanışma uğruna şiddet gören Rus protestocularla empati kurmakla da olmaz.

Her şeyden önce, bugüne nasıl gelindiği ile, en başta da süper güçlü konumundaki ABD olmak üzere, AB, NATO, Japonya, Rusya, Ukrayna, Çin, Hindistan ve Türkiye gibi tüm dünya ülkeleri dürüstlükle bu tabloya kendilerinin ve birbirlerinin katkı ve sorumlulukları ile bir an evvel yüzleşmek durumunda.

Bu da elbette salt ülkelerin savaş, işgal, himaye, garantörlük, arabuluculuk veya aracılık gibi rollerde dahil oldukları olayları tarihsel kronolojisi içinde ele almakla; sebep-sonuç, haklı-haksız, suçlu-sorumlu aramakla ve ‘ilk o başlattı’ filan demekle olmaz.

Hangi tarihsel dönem veya kırılma çizgisi hangi olaydan (ör. Napolyon, Balkan, I. ve II. Dünya savaşları, Vietnam, Sudan, Bosna, 9/11, Irak, Suriye, Çeçenistan, Kırım, vb) çizilirse çizilsin, hiç fark etmez.

İktisadi, toplumsal, kültürel, siyasi ve askeri  güvenlik olarak iç içe geçmiş tüm insani tarihsel meseleleri kendi ontolojik, epistemolojik, estetik, ahlaki ve tarihi pratiklerinin (dikeyden çok diagonal ve yatay) hiyerarşik ilişkiselliği içinde çözümleyebilmek ve ortak geleceğin diyalojik inşası üzerinden olabilir ancak.

Yazımın tam da bu noktasında ‘bu karmaşık meselelerin taze göstergelerini Ukrayna örneğinde ve basite indirgemeden bir iki satırda nasıl özetlemeli’ diye düşünürken Ali Yaycıoğlu’nun “Neden faili değil Batı’yı suçluyorlar?” başlıklı yazısı imdadıma yetişti. Lütfen bu çok yönlü, dolu ve derli toplu düşündürücü değerlendirme yazısını siz de okuyunuz.

Ben de böylece yazımı kendi başlığıma ve Türkiye’ye dönerek bitireyim. 

SAVAŞ ACILARINA BAKMAK

Yazının başlığını koyarken aklımdan geçen Susan Sontag’ı da anmamak olmaz. Sontag elbette sadece fotoğraf ve kültür endüstrisi üzerine değil, hastalıktan insan haklarına ve Sol düşünceye kadar pek çok zor konuda son derece gerçekçi, keskin içgörülü ve sert eleştiriler yazdı.

Dahası, Vietnam Savaşı’ndan Sarayevo kuşatmasına kadar ciddi ve sıcak çatışma sahalarında bizzat gözlemlediği acılara dayanan sağlam analizler yaptı. Tarihte neden “barışın istisna, savaşınsa kural” olduğunu ve çok büyük kayıplar verilmiş olmasına rağmen bazı savaşların çabuk unutulmuş veya anlamını yitirmiş olduğunu örneklerle anlattı.

Etkileyici Başkalarının acısına bakmak (Regarding the pain of others) kitabında da mealen şöyle dedi:

“Bir savaşın onu bilfiil yaşayanlar ve yakından izleyenler dışında uluslararası ilgi toplaması için, onun henüz daha savaş sürerken emsallerine hiç benzemeyen bir özelliğinin olması, yani savaşan ülkelerin çıkarlarının çok ötesinde, sıra dışı ve önemli başka bir şeyleri simgelemesi gerekir.”

İşte Ukrayna savaşı daha başlamadan veya ilk gününden itibaren tam da böyle bir savaştır. Hatta daha bitmeden ve ne zaman, nasıl sonuçlanacak olursa olsun, tarihe şimdiden damgasını vurdu.

Tüm dünya ülkeleri bu savaşla uzaktan veya yakından ilgililer. İsteseler de istemeseler de doğrudan veya dolaylı olarak etkilenecekler.

İşte o bakımdan da ülkeler ve tüm bileşenleri başkalarının insani acılarına bakarak kendi katkıları ile yüzleşmek zorunda. Bu süreçte demokratik Sol etkin sorumluluk alarak dönüşmek ve çarpık dünya düzenini değiştirmek durumunda.

DEMOKRATİK SOL NEREDE?

Türkiye’nin durumu ise bence her yönden “tuzu kuru” ülkelerden çok daha berbat. Hem dışardan sıkışmışlığı, hem de iç çeşitliliği ve basıncı aşırı yüksek. Bu tablo Cumhurbaşkanlığı seçimini ve adayların netleşmesini beklemeksizin hızla da kötüye gidecek.

Fakat, sosyal demokrasi ve adil refah gelişmiş toplum düzeni isteyen siyasi liderler dışındaki muhalif aktörleri neredeler?

Temsili demokrasi temsillerinin son perdelerini oynayan demokratik görünümlü hipokratik ülkelerdeki başkanlık seçimlerinden hangi siyasi dersleri aldılar?

Bu yüzyılın başından beri demokrasi toplumlarında hızla belirginleşmiş ortanın veya merkezin Solunu ve Sağını eriten popülist yarılmalardan, milliyetçi muhafazakarları güçlendiren, Solu ufalayıp uca savuran sosyopsikolojik değişimlerden, hangi özgürleştirici ve çoğulcu çıkarımları yaptılar?

İktidarı devirmeye takıntılı ve güce odaklı sözde seçim ittifakı ve partizanca veya ideolojik muhalefet yapan partiler ülkedeki saymakla bitmeyen sorunları yaşayan sokaktaki insanlardan ne öğrendiler?

Sonuçta, ister “dışardaki” Ukraynalılar, ister “içerdeki” insanlar olsun, “başkalarının acıları” karşısında empatik irade sergilemek şöyle dursun, oldukça apatik görünüyorlar.

Altılı masa ittifakı içindeki ve dışındaki diğerleriyle ilişkiler ne kadar sağlam veya ortak aday her kim olursa olsun, bu basiretsizlik tablosu kesinlikle hiç kimse için hayra alamet değil.

Tüm işaret ettiklerinin de henüz ne olacağı belirsiz seçime kadar ötelenebilecek durumlar olmadığı ise gayet açık. 

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.
spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI