Cumartesi, Nisan 20, 2024

Bağımlılık teorileri perspektifinden fed

Fed’in faiz artırımları, ABD’nin enflasyonunun dünyaya ve özellikle gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere ihracı anlamına geliyor.

Fed, 15 Haziran 2022 günü 0.75 puanlık faiz artırımı gerçekleştirdi. Böylesi bir artış, 1994’ten bu yana bir ilk. Fed, faiz artırımı sürecine Mart’ta 0.25 puan ile başladı. Mayıs’ta 0.50 puan daha artırdı. Haziran’ın faiz artırımı ile Fed’in faizi 1.50-1.75 aralığına ulaşmış oldu.

Fed, Mayıs itibarıyla %8.6’ya ulaşan enflasyonu %2’ye çekmek yönündeki iradesini kararlılıkla vurguladı. Ancak, Rusya-Ukrayna savaşı ve Çin’in Kovid-19’a karşı önlem amaçlı kapanma uygulamaları tedarik zincirlerini olumsuz etkiliyor. Fed’in arz yanlı aksamalardan kaynaklanan enflasyonist baskılara doğrudan etkisi olamaz. Ancak, dolaylı etkiler yaratabilir. Fed’in faizi artırmasına rağmen enflasyonun düşmeye direnmesinin temel nedeni arz kaynaklı aksamalar.

Dünyanın en etkili merkez bankası olarak Fed’in kararları tüm dünyayı etkiliyor. Dünya ekonomisi tarihi dönemeçlerden geçiyor. Geçmişteki tarihi dönemeçlere yer veren analizler bugün yaşanan gelişmelerin farklı içeriklerle geçmişle benzeşen özellikler taşıyabildiğini görmemizi sağlıyor. Bu amaçla, Fed’in faiz kararını bağımlılık teorilerinin bir yönünden ele alarak değerlendirmeye çalışalım.

1950’li yıllarda bir görüş ortaya atılır. Görüşün sahibi, Arjantinli Raul Prebisch’tir. 1950’den 1963’e kadar Birleşmiş Milletler Latin Amerika ve Karayipler Ekonomik Komisyonu’nun icra sekreterliği görevini yürütmüştür.

Prebisch, sanayileşmiş ülkelerdeki büyüme oranlarının gelir düzeyi düşük ülkelere mutlak olarak yansımadığını tespit eder. Hatta, sıklıkla sorun yaratabildiğini gözlemler. Prebisch’in tezi Klasik İktisat’ın büyümeden herkesin yararlanacağı görüşüne ters düşmektedir.

Zengin ülkeler, düşük gelirli ülkelerden emtia satın alıyor ve emtiayı işliyordu. Zengin ülkelerin üretim ile ek katma değer yarattığı nihai ürünler daha sonra düşük gelirli ülkelere satılıyordu. Zira, düşük gelirli ülkeler yüksek gelirli ülkelerin sahip olduğu üretim olanaklarına sahip değildi. Bu dış ticaret döngüsünün düşük gelirli ülkeler açısından olumsuz sonuçları bulunuyordu. Düşük gelirli ülkelerin sattığı emtianın satış değeri yüksek gelirli ülkelerin üretim süreçleri sonunda ürettikleri nihai ürünün değerinin doğal olarak altındaydı. Bu nedenle, düşük gelirli ülkelerin ihracatının (satılan emtia) ithalatını (yüksek gelirli ülkelerin ihracatı) karşılayabilmesi hiçbir zaman mümkün olamazdı.

Prebisch’in düşük gelirli ülkeler için çözümü ithal ikamesiydi. Yani, yerli sanayiyi geliştirerek yüksek gelir grubundaki ülkelere karşı ithalat bağımlılığını azaltma yöntemi kullanılmalıydı. Ancak, bunu başarmanın önünde engeller bulunuyordu.

Düşük gelirli ülkelerin pazar büyüklükleri ölçek ekonomisi yaratacak büyüklükte değildi. Bu nedenle, yerli üretime geçmenin ekonomik gerekçesi oluşamıyordu. Siyaset, bu yönde adım atmak konusunda bir irade ortaya koyamıyordu. Düşük gelirli ülkelerin ihraç ettiği emtianın nasıl paylaşılacağı da bir sorundu. Zira, emtiaya zengin ülkeler de ihtiyaç duyuyordu. Düşük gelirli ülkelerin de kalkınmak için yüksek gelirli ülkelerle ticarete ihtiyacı vardı.

Bağımlılık teorilerine serbest piyasa ekonomisini benimseyen görüşler içinde farklı okulların bakış açılarıyla bakmak mümkün. Diğer yandan, Marksist görüşe sahip iktisatçılar konuyu emperyalizm ekseninde irdelemekteler.

Prebisch’in fikirlerinin oluşmasına vesile olan 50’lerin dünyası bugüne göre çok farklıydı. Ancak, ülkelerin gelişmişlik düzeyinden kaynaklanan bağımlılık kavramı nitelik ve nicelik değiştirse de bir gerçek olma özelliğini kaybetmedi.

Prebisch’in fikirlerinin oluşmasına vesile olan 1950’lerin dünyası bugüne göre çok farklıydı. Ancak, ülkelerin gelişmişlik düzeyinden kaynaklanan bağımlılık kavramı nitelik ve nicelik değiştirse de bir gerçek olma özelliğini kaybetmedi. Nitekim, 1980’lerin Latin Amerika krizi de bağımlılığın bir göstergesi oldu. Prebisch’in dış ticaret üzerinden anlattığı bağımlılık 1980’lerde para politikaları üzerinden yaşanıyordu.

1979’da, Fed’in başına başkan Jimmy Carter tarafından Paul Volcker getirildi. 1979’un petrol krizi sonrasında yükselen enflasyon nedeniyle Volcker faizi neredeyse %20 seviyesine çıkardı. Enflasyon, Mart 1980’de hemen hemen yıllık %15’e kadar çıkmıştı. Volcker, faiz artırımı ile 1982’nin sonlarına yaklaşılırken enflasyonu düşüyordu ama işsizlik %10.8’e ulaşmıştı. Yok olan işlerin %90’ı madencilik, inşaat ve üretim sektörlerindeydi.

Ekonominin yavaşlaması nedeniyle ABD’de bazı ekonomik sıkıntılar baş göstermeye başlamıştı. Otomobil bayileri satılamayan araçların anahtarlarını protesto amacıyla Fed’e postalıyor, çiftçiler traktörleriyle Fed binası çevresinde tur atıyorlardı.

Yüksek enflasyondan kurtulmak için uygulanan para politikası ABD içinde hoşnutsuzluklar yaratırken dünya genelinde de önemli etkiler yaratıyordu. Ancak, Latin Amerika’yı her yerden fazla etkiliyordu.

Volcker’ın faiz hamlesinin gelişmekte olan ülkelere maliyeti ağırdı. ABD’de faizin artması Latin Amerika’ya bir kayıp 10 yıl yaşatmıştı. Milli gelir çökmüş, işsizlik patlamış ve fakirlik yayılmıştı. Volcker’ın kararı ABD için doğru da olsa, Latin Amerika krizinin o güne kadar dünyanın gördüğü en sert finansal kriz olduğu dahi düşünülüyordu.

Latin Amerika başta olmak üzere gelişmekte olan pek çok ülke için temel sorun Amerikan Doları cinsinden borçluluk idi. Fed’in faizi artırmasıyla Dolar cinsinden faizin artması borcun maliyetini artırıyor ve bir borç krizine sebep oluyordu.

Bağımlılık teorilerinin perspektifindeki dünya şekil değiştiriyor ama bağı tutanlarla bağımlı olanlar arasındaki bağımlılık ilişkisi onlarca yılda değişmiyor. Fed’in 15 Haziran 2022 tarihli ve son 28 yılın en yüksek faiz artırımını tarihe odaklanarak değerlendirmek ilerleyen aylar için ışık tutuyor.

Fed, önümüzdeki toplantılarda da 0.50 ya da 0.75 puanlık faiz artırımlarına gideceğini belirtiyor. Öngörülerini sunuyor. Fed’in faiz artırımları, ABD’nin enflasyonunun dünyaya ve özellikle gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere ihracı anlamına geliyor.

2019’dan 2021 sonuna kadar gelişmekte olan ülkelerin brüt kamu borçları %10 artarak toplam gelirin %64’üne ulaştı. Gelişmekte olan ülkelerin açık döviz pozisyonları ve cari açık rakamları yükselmiş borçluluk düzeyleriyle beraber para ve maliye politikalarını yeniden gözden geçirmelerine neden oluyor.

Aşağıdaki Dolar endeksi grafiği, Amerikan Doları’nın değerindeki artışı gösteriyor. Fed’in atmakta olduğu ve atacağı adımlarla ilgili beklentiler bu yükselişin en önemli nedeni.

Kaynak: https://www.marketwatch.com/investing/index/dxy

İlerleyen dönemde, Dolar’a ulaşmak zorlaşacak. Dolar, dış ticaret, borç ödemek ve rezerv tutmak için gerekli. Dolar cinsinden borçlanmanın maliyeti artacak. Gelişmekte olan ülkeler, ekonomik canlılıkla değer kaybeden para birimlerinin yol açtığı enflasyon yükselişini durdurmak arasında hassas tercihler yapmak zorunda kalacaklar. Güçlü döviz rezervlerinin, dengeli para ve maliye politikaları kullanımının önemi büyük olacak. Kurumsal yönetim ilkeleri doğru belirlenmiş gelişmekte olan ülkeler avantajlı olacak.

Süreç, ABD’nin resesyon yaşaması halinde daha zorlayıcı olacak. Fed’in adımlarına rağmen, arz yanlı aksamalar devam ederse, resesyonun stagflasyona dönüşme olasılığı da mevcut. Bu tecrübeleri “bağımlılıktan kurtulmak” amacıyla bir gün kullanmak isteyen ülkeler kalkınmak zorunda. Fakat, dünyada konum değiştirmek onlarca yıl alıyor. O da, niyet olursa. Yani, Prebisch’in bağımlılıktan kurtulmanın yolunu ararken engel olarak gördüğü siyasi iradenin eksikliği ortadan kalkarsa.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI