Cuma, Nisan 19, 2024

Aysun Aydın yazdı | Dilde kadın olmak ya da olamamak

Bundan 2200 yıl önce, M.Ö.387’de, her ne kadar toplumsal yapıda kadının erkekle eşitliği söz konusu olmasa da, Akademia’sını kurarken kadın ve erkeğin eşit eğitim hakkını savunan Platon’un yaşadığı bu dünyada; ve aynı zamanda henüz 2 yıl önce, 2016 yılında “kadın insan mıdır?” konulu bir seminerin düzenlendiği bu dünyada, Dünya Emekçi Kadınlar Gününü kutluyoruz.

Dünyanın farklı yerlerinde, farklı kadınlar, farklı şekillerde ama aynı ironinin çatısı altında bugünü kutluyorlar. Sözüne ettiğim tarihsel süreçte bu kavramlarla ve sorularla ifade edildiğinde içimizi acıtan bugün, tam da ifadenin kurulduğu dile ve bu sorulara rağmen yaratılan kadın hakları illüzyonuna meydan okumak adına, kutlanması gereken bir gündür.

Dilde Kadın Olmak! Felsefenin önemli alanlarından biri olan dil felsefesi alanı, dilin kaynağı, ortaya çıkışı, dil ve dünya ilişkisi ve dil ve insan ilişkisi üzerine felsefi açıklamalar ortaya koyar. Özellikle çağdaş döneme kadar, dil ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi açıklayan hakim görüş; dilin gerçekliği ya da dünyada olanı olduğu gibi yansıtan bir araç olduğu şeklindedir. Antik Yunan düşünürü Aristoteles dilin gerçekliği temsil ettiğini ve doğru bilginin dil ve dünya arasındaki uygunluk olduğunu söyler. Çağdaş düşünür Ludwig Wittgenstein erken döneminde “dil dünyanın resmidir” derken, Alman düşünür Martin Heidegger de “dil varlığın evidir” der.

Ancak, iletişim çağı olarak tanımlanan yaşadığımız dönemde, dil ve dünya ilişkisinin bu denli naif, doğru ve tek taraflı olduğunu düşünmek olanaklı değildir. Hakikatin bilgisine ulaşmak bu kadar zorken, dilde doğru ifadesini ya da uygun temsilini beklemek fazla masumca bir tavır olur. Dilin; var olanı, olacak olanı, var olmayanı sürekli ürettiği ve çoğu zamanda “var olanı olmadığı şekilde ifade ettiği” bir çağdayız.

Buna karşın, çağdaş düşünürler, dil ve gerçeklik arasındaki bu temsil ilişkisini, insanın kültürel ve sosyal bir varlık olduğu bilgisi ile birleştirerek, tersine çevirirler. Bu açıdan bakınca, Ferdinand de Saussure’ın deyimiyle “dil nesnelerle ya da varlıkla ilişkilerin değil, kendi ilişkilerinin ürünüdür” ya da Jacques Lacan’ın deyimiyle “şeylerin dünyasını yaratan, kelimelerin dünyasıdır.”

Bu görüşe göre, dil varolan gerçekliğe ve gerçekliğin doğu bilgisine dair temsili bir ifade değil, simgesel bir ifadedir. Varolan herşey simgesel bir evrende, simgelerin belirlenmiş kuralları çerçevesinde sunulur. Dil toplumsal bir uzlaşı ürünüdür ve toplum kendi oluşturduğu simgeler evreninde varlığı var kılar. İnsan da bu simgesel evrenin kuralları tarafından belirlenen bir varlıktır, bu simgelerle ve kurallarıyla düşünür ve eylemde bulunur.

Gerçek dediğimiz şey, bu simgesel evrende bulunmayan bir şeydir. İnsana simgesel evrende sunulan ve insanı belirleyen şey, ona “gerçek-miş gibi” görünür. İnsan kendi varlığını sosyolojik iktidar ve kurumlarının söylemlerine, yani simgeler evreninin kurallarına göre oluşturduğu için kendi doğasına ve kendi gerçekliğine yabancılaşır. Bu anlamda dil, insanın gerçekliği ile temsil ilişkisi içerisinde oluşturduğu bir şey değil, maruz kaldığı bir şeydir. Sosyolojik iktidar tarafından belirlenen bu evrende, insanın simgeler evreninde belirlenmekte olduğunu fark etmesi onun özgürleşmesini getirir ve insanın özgürleşmesi de ideolojinin sonunu getirir.

Kadının bizim dilimizdeki varlığı da, bu ikinci dil anlayışına bağlı olarak aslında var olmadığı şekliyle ifade edilmesi ya da olmadığı bir varlığa dönüştürülmesi, yani dile, dilin simgesel kurallarına maruz kalması şeklindedir. Kadının varlığı bu dilde, erkeğin olması gerektiğine inandığı şekliyle yani aslında kadının olmadığı şekliyle sunuluyor ve ifade buluyor. Kadının varlığı toplum, gelenek-görenek, kültür, aile, din, ideoloji ve medya gibi sosyolojik iktidar kurumları tarafından belirlenen simgeler evreninde sürekli “olmadığı şekli” ile yeniden üretiliyor. Kadınlar bu simgeler evreninde belirlenmeyi, bu simgeler evreninde sıkışmayı reddediyor ve özgürlüğü için mücadele ediyor.

Kadınların mücadelesi, az önce söylediğim “kadın insan mıdır?” gibi bir soruyla bu dilde var olmayı, bu dilin kavram ve sembolleri ile ifade edilmeyi, ya da varlığının bu dildeki sözde temsilini reddediş mücadelesidir. Çünkü kadınlar bu dilde, var olan bedenleriyle, fikirleriyle ve emekleriyle ifade edilmediklerini, temsil edilmediklerini, yok sayıldıklarını ya da dönüştürülmek istendiklerini biliyorlar.

Kadının bedeni bu dilde yok! Çünkü bu dilde vajina demek ayıp! Çünkü bu dil, kadının bedeninin varlığını sadece bir küfür, hakaret ve aşağılamanın sembolü olarak içeriyor. Bu dil, kadının bedenini her defasında bir hakaret, ya da sadece erkeğin arzu nesnesi olarak yeniden üreten bir dil. Kadının bedeninin onlarca farklı kelime ile ifade edildiği, ancak varlık olarak temsil edilmediği bir dil.

Kadının fikirleri bu dilde yok! Başta eğitim hakkının elinden alınmasıyla, kadının fikir üretimi bu dilde yok sayılıyor. Sembollerin ataerkil otorite tarafından belirlendiği bu dil, kadını bu dilin sembolleri ile düşünmeye ve üretmeye zorladıkça, kadının varlığı fikir alanında olması gerektiği gibi temsil edilmiyor. Örneğin, üniversiteye giren kadın öğrenci sayısı erkek öğrenci sayısından daha fazla iken, mezun olduktan sonra alanında çalışan kadın sayısı erkek sayısından daha az. Çünkü bu dilde “kız çocukları bir ülkenin anneleridir” gibi bir söylem bir kadın şarkıcının ağzından kabul görüyor. Kadının evinde anne olması yüceltilirken, “kız çocukları bu ülkenin bilim insanlarıdır” şeklindeki bir söylem dilde yer bulamıyor.

Kadının emeği bu dilde yok! Kadın olmanın bir zayıflık olarak tanımlandığı bu dilde, kadının emeği eksik görülüyor ve küçültülüyor. Kadın emeği ücretlendirilmeyerek ya da sigortalandırılmayarak yok sayılıyor. Emeğin üretim sürecinde kadın var, ama var olduğu gibi temsil edilmiyor. Örneğin, reklam filmlerinin söylemi çalışmayıp evde oturan kadın ve çalışıp para getiren erkek rolü üzerine kurulurken, özellikle diziler bu toplumsal cinsiyet rollerini sürekli yeniden üretiyor.

Çünkü bu dil kadının varlığına dair kendi simgelerini oluşturup kadını bu simgelere göre tanımlamaya çalışıyor. Bu tanımlama sürecinde kadın, olmadığı ve var olmayı tercih etmediği şekilde yüceltiliyor ya da aşağılanıyor. Bu simgeler, kadının toplumsal yaşamdaki varlığını dönüştürmeyi amaçlarken, bu simgelere uygun davranmadığı düşünülen kadına yönelik şiddet, taciz ve tecavüzün varlığına ve üretilmesine de yol veriyor.

Kadınlar kendi tercihlerine göre giyinip bu simgeler evreninin giyinme kurallarına uymadığı için sokakta şiddet görüyor. Kadınlar kendi tercihlerine göre gezmek, eğlenmek, aşık olmak istedikleri için tacize uğruyor. Kadınlar kendi yaşamları üzerine kendileri karar vermek istedikleri için, ekonomik özgürlük istedikleri için ve boşanmak istedikleri için öldürülüyor. Kadınlar bu simgeler evreninden çıkmak istedikleri her durumda, simgeler evreninin temsilcisi olan erkek eş, baba, sevgili ya da akrabanın şiddetine; daha da ötesi semboller evreninin kurallarını gördüğü her kadın üzerinde uygulamayı hak gören sokaktaki erkeğin şiddet ve tacizine maruz kalıyor. Kadınların etrafı bu simgeler evreninin temsilcisi olan bireyler tarafından sarılmış durumda ve kadının her özgür eylemi her alanda bir mücadele gerektiriyor.

Kadınların toplumsal yaşamın her alanında farklı şekillerde maruz kaldıkları şiddet, taciz, tecavüz ve ölümler, bu dilin sembollerinin ürettiği eylemlerdir. Bu eylemler, sadece eylemi gerçekleştiren bireyle ilgili değildir. Sapkınlık, canilik ya da pedofili gibi tanımlarla bireye indirgenen münferit olaylar şeklinde açıklanamaz. Bu olaylar toplumsaldır ve simgeler evreninin yarattığı zihniyetin ürünüdür.

Bu nedenle, bu dil evinden çıkan ve kadını yücelttiği, değerli kıldığı ya da değersiz kıldığı var sayılan tüm kavram, sembol ve ifadeler reddedilmelidir.

Kadınlar çiçek olmayı, bayan olmayı, bu semboller evreninin kurallarına göre anne, eş, sevgili olmayı reddediyor.

Kadınlar varlıklarının; mahkemede kravata, haber bülteninde ölü sayısına, gece sokakta bulunma saatine, başlarındaki örtüye, eteklerinin boyuna, taksinin pembe rengine indirgenmesini reddediyor.

Bunun için, kadın ya da erkek “eşit ve adil bir toplumda yaşamak isteyen bireyler olarak”, kadın ya da erkek herkesin iyi yaşam hakkını savunan özgür ve eşit bireyler olarak, bu semboller evrenini değiştirmemiz, ataerkil sistemin tüm kurumlarının dilini değiştirmemiz, bu değişim için evde, işte, okulda, sokakta, mahkemede, medyada ve siyasette mücadele etmememiz gerekiyor.

Bu metin Medipol Üniversitesi – 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Sempozumunda sunulmuş metnin Politikyol için kısaltılmış halidir.

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER