Söyleşi: Aylin Kaplan / PolitikYol
Fotoğraflar: Hakan Bintepe
15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişinin 47. yılında, dönemin tanıklarından akademisyen, yazar Yrd. Doç. Dr. Atilla Özsever ile konuştuk.
Özsever, 74 yıl öncesi ile bugün işçi sınıfı açısından benzerlikler olduğunu söylerken emek hareketinin bugün özellikle beyaz yakalıları da kapsayacak yeni formlara ihtiyacı olduğuna dikkat çekiyor.
Siyasal İslam’ın toplumun tüm kesimlerinde egemen kılınmaya çalışıldığını ifade eden Özsever, bugün laiklik anlayışının emek kesiminde ne kadar önemli olduğunun ortaya konması gerektiğini söylüyor.
15-16 Haziran’ın yıldönümü vesilesiyle soracak olursak, o büyük işçi direnişini hazırlayan tarihsel koşullar ve emek hareketinin birikimi neydi kısaca bahseder misiniz?
15-16 Haziran 1970 direnişine yol açan faktörleri gözönüne aldığımızda özellikle o dönem, ekonomik açıdan ciddi bir darboğaz söz konusuydu. Nitekim bir süre sonra da Türk parası devalüe edildi. 1 dolar 9 lira idi, 1 dolar 15 lira oldu. Ekonomik açıdan ciddi anlamda zor bir süreç yaşanıyordu. Onun ötesinde tabii ki 1970’li yıllara egemen olan sanayileşme modeli, montaj sanayisiydi. Dolayısıyla montaj sanayinde bir süre sonra stoklar arttı. Stoklar artınca ister istemez işverenlerin maliyetleri yükselmeye başladı ve düşük ücret politikası uygulamaya yöneldiler. Düşük ücret olunca sendikalar grevlere başladı. Sonuç itibariyle ciddi bir işçi hareketinin yükselme süreci içerisinde olduğunu görüyoruz. Nitekim 1967 yılında da DİSK’in kurulması ve DİSK’in başta özel sektör olmak üzere örgütlenme atağına geçmesi ister istemez hem sermaye sınıfını hem de Türkiye İşçi Partisi (TİP) dışındaki diğer burjuva partilerini ürküttü. Hatta Türk İş’i de ürküttü. Ve bu sürecin sonunda o zaman iktidarda olan Adalet Partisi, bu sendikal hareketin daha fazla gelişmesini engellemek, DİSK’in daha geniş çapta bir etkinlik kazanmasını önlemek açısından 1317 sayılı bir yasa çıkardı. O yasa ile özellikle DİSK kontrol altına alınmak istendi.
Bu yasanın Meclis’ten çıkmaması için DİSK’li yöneticiler çok uğraştılar, Ankara’ya gittiler. Fakat belli bir gelişme olmadı. Sonuçta bu yasa Meclis’ten çıktı. Meclis’ten çıkarken büyük ölçüde Adalet Partisi milletvekillerinin oylarıyla çıktı. CHP de başlangıçta bu yasayı destekledi. Daha sonra olaylar olduktan sonra CHP tavrını değiştirdi.
Yasanın Meclis’ten geçmesi üzerine 15 Haziran günü Kocaeli’nde ve İstanbul’da işçiler hareketlendi. Aşağı yukarı 70 bin işçi yürüyüşe geçti. Arkasından 16 Haziran günü de 150 bin işçi yürüyüşe geçti. Kartal’daki işçiler Kadıköy’e oradan da karşıya geçmek istediler. Karşıda da Eminönü, Mecidiyeköy, Topkapı, Levent’te işçi yürüyüşleri oldu. Özellikle Kadıköy’deki çatışmalarda 3 işçi, bir polisin öldüğünü biliyoruz. 1 esnaf da kaza kurşunuyla öldü. 16 Haziran akşamı sıkıyönetim ilan edildi. 20 küsür DİSK yöneticisi tutuklandı.
İŞÇİ SINIFININ BU DİRENİŞİ TOPLUMDA ÇOK BÜYÜK YANKI BULDU
İşçi sınıfının bu direnişi toplumda çok büyük yankı buldu. Sadece DİSK’li işçiler değil DİSK’li işçilerden daha fazla Türk-İş üyesi işçiler de eylemlere katıldı. Aynı zamanda gençlik örgütü Dev-Genç de destek eylemlere destek verdi.
Sonuç itibariyle DİSK’in öncü kadrolarının organize ettiği, özellikle işyerlerindeki komitelerin örgütlenmesini sağlamaya çalıştığı bir hareket ortaya çıktı. Dolayısıyla tabandan gelen bir hareketti. Sonuçta Anayasa Mahkemesi, yasanın örgütlenme hakkını kısıtlayan maddelerini iptal etti. O zaman Anayasa Mahkemesi’ne hem TİP hem CHP yasanın iptal için başvurmuştu.
Çok özet olarak değinecek olursak; yasaya göre bir sendikanın toplu sözleşme yapabilmesi için kendi iş kolunda çalışan işçilerin en az üçte birini yani yüzde 33’ünü örgütlemesi gerekiyordu. Bir konfederasyonun kurulabilmesi için de tüm sigortalı işçilerin üçte birinin yani yüzde 33’ünün örgütlü olması gerekiyordu. Bu durum Türk-İş’e bile sorun yaratıyordu.
15-16 Haziran direnişinden 9 ay sonra bir askeri muhtıra ile karşı karşıya kaldı Türkiye toplumu. İşçi hareketinin bu girişimi karşısında sermaye sınıfı çok ürktü ve 12 Mart süreci geldi. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın “Sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aşmıştır” şeklinde önemli bir sözü vardır. Yani toplumda ciddi bir uyanmanın olduğunu ortaya koyuyor. Hemen arkasından da bu muhtırayı verdiler ve yarı bir askeri darbe durumu yaşandı. Daha sonra da özellikle 12 Eylül 1980’de bu kez işçi hareketi büyük ölçüde baskı altına alındı, çökertildi. Sermaye sınıfı 15-16 Haziran’ın bir anlamda intikamını almış oldu. Çünkü 12 Eylül 1980’den sonra getirilen sendikal yasalarda yüzde 10 örgütlenme barajı konuldu.
Bugün işçi sınıfı/ emek hareketinin önündeki en temel sorunları nasıl tariflersiniz?
Günümüze baktığımız zaman şimdi de ciddi bir ekonomik durgunluk var. Bir ekonomik kriz süreci içinde olduğumuzu da söyleyebiliriz. Özellikle daha ilerleyen dönemlerde daha ciddi sıkıntılar yaşanabilir, kitlesel işten çıkarmalar söz konusu olabilir. İşte zaten onun için kıdem tazminatı meselesi gündeme geldi. İşverenler kıdem tazminatının kendileri için büyük bir yük getirdiğini öne sürüyorlar. Kitlesel işten çıkarmalar olursa hiç olmazsa bunun bedelini ödemek istemiyor sermaye sınıfı.
Onun ötesinde içinde bulunduğumuz sürece baktığımız zaman bir tek parti iktidarı var ama tek parti iktidarı olmasına rağmen ülkede ekonomik ve siyasal anlamda bir istikrarın olduğunu söyleyemeyiz. Nitekim referandum sonucunda da toplum yüzde 50 yüzde 50 ikiye bölünmüş durumda. Dolayısıyla siyasal iktidar bunu aşmak için tek adam anlayışını egemen kılmak istiyor. Siyasal İslam’ın tüm toplum kesimlerinde egemen kılınmaya çalışıldığını görüyoruz.
Çalışma hayatı açısından baktığımız zaman kısa bir süre önce kiralık işçilik yasası geçti, arkasından zorunlu BES dediğimiz bireysel emekliliği zorunlu hale getiren bir yasa geçti. Grev yasakları arttı. Çalışma hayatında ciddi bir esnekleşme yaşanıyor. Şimdi bu esnekleşme ile birlikte en son olarak da kıdem tazminatını nasıl tasfiye ederiz, nasıl gaspederiz onun oyunları yapılmaya başlandı.
İki dönemi karşılaştırdığımızda hem ekonomik hem toplumsal hem sendikal alanda bu tarz gelişmeler ya da benzerlikler var, denebilir.
Günümüzde emek hareketine baktığımızda o dönemki kadar hareketlilik göremiyoruz. Sizce bu neden? OHAL’in bunun üzerinde bir etkisi var mıdır sizce?
Dediğiniz gibi işçi sınıfı hareketinin son derece sönümlenmiş olduğunu görüyoruz doğrusu. Yani toplumda ciddi bir yankı uyandıracak bir emek mücadelesi olmadığını görüyoruz. Somut olarak baktığımız zaman Tekel direnişi oldu onun öncesinde 2008 yılında sosyal güvenlik yasasına karşı da emek platformunun bir tavrı oldu. Kıdem tazminatı, BES’e karşı da belli tavırlar oldu. Ama bunlar çok etkili olmadı. Emek hareketi bu saldırıları fazla göğüsleyemedi. Daha önceden, 1999 yılında bir Emek Platformu kurulmuştu, o zaman emeklilik yaşının ilk kez 58-60’a yükseltilmesi gündemdeydi. Ona karşı Türk-İş, DİSK, Hak İş, memur konfederasyonları, mimar mühendis odaları, tabipler birliği, veteriner hekimleri, diş hekimleri, mali müşavirler ve daha başka birçok örgüt bir araya gelerek Emek Platformu’nu kurmuştu. O zaman ciddi bir mücadele vardı ve bir karşı koyuş söz konusuydu. Bu Emek Platformu daha sonraki süreç içerisinde ne yazık ki gereken etkiyi gösteremedi. Türk-İş ve Hak iş farklı tavırlar aldı, iktidarla ilişki içerisinde oldular. Daha sonraki dönemlerde özellikle AKP iktidarı döneminde Hak İş, Memur Sen gibi yandaş işçi ve memur konfederasyonlarını gördük.
Emek hareketi bütünlüklü mücadele verme sürecini yaşayamıyor. Bu bakımdan sorunlarla karşı karşıya.
15-16 Haziran 1970’e baktığımız zaman hem dünyada hem Türkiye’de sol hareketler güçlüydü. 68 başkaldırısını, Avrupa’da ciddi bir emek hareketinin yükselişini görüyorduk. Ama günümüzde böyle bir sol dalga yok ne yazık ki. Aslında sol dalga ile sendikal hareket arasında bir bağlantı vardır. Ne zaman ki toplumsal muhalefet hareketi gelişirse, sol hareket gelişirse bağlantılı olarak işçi hareketinin de paralel geliştiğini/birbirini etkilediğini görebiliyoruz. Şu anda tüm dünyada neoliberal anlayışın egemen olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz buna karşı mücadeleler sürüyor. En son İngiltere’de Corbyn’in İşçi Partisi seçimlerde belli bir başarı elde etti. Ama bunlar nispi konular; genel olarak baktığımız zaman emek hareketi şu anda istenilen düzeyde değil.
Aynı zamanda işçi kesimindeki sınıfsal ve siyasal gelişim de etkili oluyor. Ülkemizde işçiler büyük ölçüde sınıfsal kimliklerinden ziyade birtakım etnik kimlikleri veya dini referanslarla hareket ediyorlar.
DİSK’in en mücadeleci sendikalarından olan Birleşik Metal-İş Sendikası’nın üye tabanıyla ilgili yapılan araştırmada bile muhafazakar ve milliyetçi işçilerin daha ağırlıkta olduğunu görüyoruz. Sınıfta da böyle bir gelişim söz konusu ama bütün bunlara rağmen sosyal olaylar, ekonomik olaylar ister istemez başka değişikliklere de yol açabilir.
Yine basit bir örnek aklıma geldi. 2009’daki Tekel direnişi sırasında, Ankara’da, ben de orada birtakım gözlemlerde bulunmuştum. Oradaki işçilerle konuştuğumuz zaman, temas ettiğim bazı arkadaşlar, güneyde Alanya’da mı Antalya’da mı tam hatırlayamıyorum, AKP’nin ilçe yöneticisi olduklarını fakat Tekel olayı sonrası AKP’ye karşı bir tavır geliştirdiklerini söylediler. Hatta bir işçi “Beş vakit namaz kılıyordum, şimdi beş vakit komünist oldum” dedi, öyle bir espriyle cevap verdi. Orada sol gruplar da etkili olmuşlardı. Oradaki işçi de, “Hani namaz kılıyorum ama aynı zamanda komünizmin ne olduğunu gördüm, öğrendim” diyerek sempatisini ifade etmişti.
İŞÇİ HAKLARINI KAYBETTİĞİ ZAMAN SINIF KARAKTERİNİN, SINIF KİMLİĞİNİN ÖNE ÇIKTIĞINI GÖRÜYORUZ
Her ne kadar işçi sınıfında bu dinsel, muhafazakar, milliyetçi görüşler ağırlıkta olsa da, somut olaylar karşısında, işçi haklarını kaybettiği zaman sınıf karakterinin, sınıf kimliğinin öne çıktığını görüyoruz. Mesela bununla ilgili birtakım sendikacı arkadaşların verdiği örnekler var, o örneklerden kısaca söz etmek isterim. DİSK’e bağlı Nakliyat-İş Sendikası Konya Belediyesi’nde bir örgütlenmeye girmiş, ki Konya son derece muhafazakar bir yer, AKP’nin kalelerinden biri. Orada örgütlenmeye kalkıyor ve oradaki yerel odaklar “Nakliyat-İş komünisttir, PKK’lıdır” diye propaganda yapmışlar ancak işçiler haklarını koruduğunu için Nakliyat-İş’e üye olabiliyor.
Nitekim yine başka bir arkadaşımız da Sosyal-İş’ten örnek verdi. Çapa’daki hastanede hem OHAL’e hem siyasal iktidarın ve hastane yönetiminin baskısına rağmen milliyetçi ve muhafazakar olan 600 taşeron işçisi DİSK’e bağlı Sosyal-İş’e üye olmuş.
Bir yerden sonra işçi doğrudan doğruya hakkını, hukukunu, ücretini kaybetme, güvencesini kaybetme riskiyle karşı karşıya kaldığı zaman, bu sefer sınıf kimliği daha ön plana çıkıyor. Bu anlamda da bütün bu milliyetçi ve muhafazakar anlayışa ve o anlayışın toplumda etkisi olmasına rağmen, toplumsal olayların, sosyal olayların bu tarz gelişmelere yol açacağını söyleyebiliriz.
Bu bahsettiklerinizden de yola çıkacak olursak özellikle AKP döneminde hakim hale gelen “Siyasal İslam” ve emek hareketi arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirirsiniz? İş cinayetlerindeki “kader” söyleminden de oldukça aşinayız. Bu söylemler işçi sınıfı üzerinde etkili oluyor mu?
15-16 Haziran’dan söz ediyoruz. Nitekim 15-16 Haziran olaylarına katılan işçilerle daha sonra temasım oldu. Oradaki işçiler de zamanın iktidarı Adalet Partisi’ne oy veriyorlardı. Fakat hakları ortadan kaldırılınca, sendikal örgütlenmeleri ortadan kaldırılmaya başlayınca işçiler durumu kavramaya başladılar; siyasal iktidar nedir, ordu nedir, polis nedir, çünkü ilk defa karşı karşıya geliyorlar. Devleti tanıdılar bir anlamda, siyasal iktidarı tanıdılar ve tabii ki siyasal görüşü de değişti.
Günümüz için de aynı şey geçerli. 16 Nisan referandumu oldu. Referanduma baktığınız zaman “hayır” oylarının özellikle sanayi bölgelerinde daha fazla olduğunu görüyoruz. Sanayi bölgeleri işçi sınıfının daha fazla örgütlü olduğu, daha fazla istihdam edildiği yerler. Demek ki işçi sınıfı bir yerden sonra bu tek adam anlayışına karşı siyasal özgürlükler açısından farklı bir tercih göstermiş oluyor.
LAİKLİK ANLAYIŞININ EMEK KESİMİNDE NE KADAR ÖNEMLİ OLDUĞUNUN ORTAYA KONMASI GEREKİYOR
Burada yine sendikaların ve diğer örgütlerin çalışması lazım. Özellikle bu laiklik meselesini gündeme getirmesi lazım. Laiklik meselesinin işçi sınıfı için de geçerli olduğunu ortaya koymalılar. Çünkü AKP şöyle bir propaganda yapıyor; “Aynı camiye gidiyor işçi patronla. Aynı camiye giden işçi neden patrona karşı çıksın?” Ama sonra o patron gerekirse seni işten çıkarıyor, ücretini vermiyor. Orada bir sınıf ilişkisi içerisine giriyor. Laikliğin önemli olduğunu, laiklik anlayışının emek kesiminde ne kadar önemli olduğunu sendikaların, diğer politik örgütlerin ortaya koyması gerekir.
İŞÇİ SINIFINA ÖNDERLİK EDECEK BİR POLİTİK ODAK GEREKLİ
Son olarak şunu söyleyebiliriz bu çerçeve içerisinde; sendikal hareketteki bu dağınıklık ve güçsüzlük önemli ama siyasal açıdan da işçi sınıfının hareketine önderlik edecek bir politik odağın olmadığını görüyoruz. Geçenlerde DİSK’in 15-16 Haziran ile ilgili bir toplantısı vardı. Birleşik Metal-İş’in genel merkezinde “47. Yılında 15-16 Haziran ve Günümüzün Olanakları” konulu bir toplantı vardı. Bu konu, orada da gündeme getirildi. Hem bir sendikal odağın hem de bir siyasal odağın oluşturulması gerekiyor. Aslında 15-16 Haziran 1970 olaylarına baktığımızda bir TİP vardı, bir CHP vardı ama gerçek anlamda o dönemki emek hareketine önderlik edecek, öncülük edecek, yol gösterecek ciddi bir işçi sınıfı partisinin olmadığını görüyoruz. Çünkü o dönemde Türkiye İşçi Partisi, kendi iç sorunlarıyla uğraşıyordu, diğer sol çevrelerle ideolojik bir mücadele vardı.TİP’in sınıfa önderlik edecek bir pozisyonu olamadı. Günümüzde de işçi sınıfı hareketine önderlik edecek, emek hareketine önderlik edecek bir siyasal odağın olması gerekiyor. Bunu da önemli bir sorun olarak düşünüyorum.
16 Nisan referandumu sürecinde çok farklı kesimlerin “hayır” söylemi etrafında bir araya geldiğini gördük. Bu cephe işçi sınıfına yönelik, kıdem tazminatı gibi, saldırılara karşı harekete geçirilebilir mi?
Güzel bir konuya değindiniz. Biliyorsunuz bu “hayır”ın örgütlenmesinde Hayır Meclisleri’nin önemli bir rolü oldu. Büyük merkezlerde, İstanbul’da ağırlıkta olarak. Ben de Hayır Meclisleri’ni takip ettim. Kadıköy’de Hayır Meclisi toplantıları oldu. Üsküdar, Fatih, Sarıyer… Hem Hayır Meclisleri var, hem Haziran Meclisleri var, başka başka siyasal odakların da bu tarz kurumsal organizasyonları söz konusu. Hayır Meclisleri’ni yürüten arkadaşların içerisinde ağırlıklı olarak beyaz yakalı arkadaşlar var. Çalışan, emekçi ama beyaz yakalı arkadaşlar. Aslında kıdem tazminatı onların da sorunu. Burada belki mavi yakalı dediğimiz kol emekçileri ile beyaz yakalı dediğimiz kafa emekçilerinin, fikir emekçilerinin ortak hareketi için önemli bir zemin oluyor kıdem tazminatı meselesi.
GEZİ DİRENİŞİ’NİN EKSİKLİĞİ İŞÇİ SINIFININ BİR BÜTÜN OLARAK AĞIRLIĞINI KOYMAMASIDIR
Zaten Gezi hareketine baktığımız zaman, “Gezi Direnişi’nin eksikliği nedir?” diye sorarsanız, Gezi Direnişi’nde işçi sınıfının bir bütün olarak ağırlığını koymamasıdır. Sadece birtakım demokratik hak ve özgürlükler için bir mücadele süreciydi. Aslında onu yapanlar gençler, beyaz yakalılar, büyük ölçüde proletaryaydı fakat buna rağmen işçi sınıfının örgütlü gücünün ağırlığını koymaması Gezi’nin de tam anlamıyla başarıya ulaşmasını engellemiştir diyebiliriz.
Şimdi bu açık kapatılabilir mi? Birtakım somut olaylar var. Memurların iş güvencesinin kaldırılması söz konusu. İşin bir ayağı işçiler açısından kıdem tazminatını tasfiyesi, öbür ayağı memurlar ve kamu çalışanları açısından iş güvencesinin tasfiyesi. Burada da bir ortak mücadelenin zemini zaten var.
EMEK HAREKETİNİN BEYAZ YAKALILARI DA KAPSAYACAK YENİ FORMLARA İHTİYACI VAR
Ben tabii gözlem olarak ifade ediyorum. Beyaz yakalı arkadaşlar, özellikle mevcut sendikal ve siyasal örgütlenmelere pek sıcak bakmıyorlar. Haklı olabilirler. Yapıları onlara ters gelmiş olabilir. Çünkü bu arkadaşlar ağırlıklı olarak yatay ilişkileri benimseyen, çok fazla zapturapt altına gelmeyen, hiyerarşik bir baskı içinde olmayı benimsemeyen arkadaşlar haklı olarak da. O zaman yeni formlar olması lazım. Emek mücadelesini yadsımak yerine, emek hareketinin bu beyaz yakalı çalışanları da kapsayacak şekilde yeni formlara, yeni şekillere dönüşmesi lazım diye düşünüyorum. Kıdem tazminatı ile memurların iş güvencesi ile ortak bir zemin yaratılabilir.
Hayır Meclisleri birebir insanlarla da temas ediyor. O semtin, o mahallenin sorunları da var ama orada birlikte çalışanlar aynı zamanda emekçi. Kıdem tazminatı sorunu orada da var. Dolayısıyla insanlar oradan da hareket ettirilebilir. Bu anlamda emek hareketinin de somut olarak bu sanayi bölgelerinde bağlantı kurması, bildiriler, el ilanlarıyla, kampanyalarla, toplantılarla, “Bak hangi haklarınızı kaybedeceksiniz” diye oradaki insanları bilinçlendirmesi, aydınlatması gerekir; ki oradan da emek hareketi daha etkin bir biçimde topluma nüfuz etme imkanına kavuşmuş olabilir.