Perşembe, Nisan 25, 2024

Aslında emeğin ve emekçinin kimsesi yok

Öncelikle kalkınmaya ve sermaye birikimine öncelik veren, bunun sonunda emek-ve-sermaye arasında zorunlu olarak siyasi bir pozisyon almamızı bize direten anlayışın terk edilmesi gerekmektedir.

Bugün ülkemizde gelirler politikasının tekrar gözden geçirilmesi gerektiğine vurgu yapan bir yazı yazmak istiyordum. Amacım son yıllardaki emek verimliliği ve ücretleri arasındaki emek aleyhine gelişen durumu gözler önüne sermekti.

Ancak bu pazar Birgün Gazetesi ve müptelası olduğum pazar ekini okumaya koyulmuşken, gazetenin bu Pazar ekini “Türkiye’deki emek rejimi” tartışmasına ayırdığını gördüm. Sanırım en son yaşanan maden kazası bu konuya tekrar dikkat kesilmemize yol açtı bir ölçüde. O yüzden de son derecede yerinde ve zamanında bir tartışmayı ele almışlar arkadaşlar.

Ama daha da önemlisi içerik. Açıkçası benim şaşırtmayan bir kalite bu haftanın ekine de hâkim. Emeği geçen herkesi kutluyorum.

Ancak bu pazar ekinde yer alan bir makale özellikle dikkatimi çekti. Sayın İlkan Öz’un yazdığı “İki teker üzerinde neoliberalizm” başlıklı yazı. Çok güzel bir yazı yazmış İlkan Bey. Günümüzdeki işgücü piyasalarındaki değişimi konu edinmiş yazısında. Bu yazının da diğerleri gibi kıymetli olduğunu düşünüyorum.

Ama derdim bu yazının içeriğinden ziyade, başlığında geçen “neoliberalizm” kelimesiyle. Son 30-40 yıldır yerli yersiz, o kadar çok kullanıldı ki bu kavram.  Sihirli bir kelime gibi görüldü yaşadığımızı sorunları açıklayabilecek için. Bazen de bu açıklamalarda kolaycılığa kaçabilmenin bahanesi oldu.

Bugün işgücü piyasalarında yaşadıklarımızı “neoliberalizm” ile açıklanıp, açıklanamayacağı konusu bir süredir beni de meşgul ediyordu zaten.

Emeğin bugünkü yalnızlığının nedeni ekonomide hâkim olan neoliberal düşünce olduğunu düşünmüyorum. Zira neoliberalizmin yükselişi 1970’lerin sonu, 1980’lerin başlarına rastlar. Oysa emek bu tarihlerden çok daha öncede de sahipsizdi. Sahipsiz bırakılmıştı. Belki sendikal haklar bakımından daha iyi haklara sahipti ama yine de iktidar nezdinde sahibi hiçbir zaman olmadı. Olamazdı da zaten.

Kanımca bu sorunun ana kaynağı ülkemizde ve dünyada hâkim olan “kalkınma anlayışı”.

Ülkelerin ekonomilerine “kalkınma” penceresinden getirilen özgün bakış II. Dünya Savaşı sonrasında iktisat biliminde ortaya çıkan bir ayrışmanın neticesindedir. Aynı Keynes’in Genel Teoriyi yayımlamasından sonra “makroiktisatın” çıkışı gibi.

Bu dönemin kalkınma anlayışı büyümenin ve refahın kaynağını sabit sermaye birikiminde arar. Daha fazla sermaye birikimi daha fazla büyüme ve beraberinde daha fazla refah anlamına gelir. Dahası bu birikim sürecinin hızlanması da gelişmekte olan ülkelerin kendilerinden önce gelişmiş olanları daha çabuk yakalamasına olanak sağlar.

Bu görüş yirminci yüzyılın çok büyük kısmında, tüm dünyaya hâkim olmuştur. Buna göre ülkelerin yapması gereken sabit sermaye birikimini sağlayacak ve/veya hızlandıracak politikaları oluşturup, uygulamaktır. Ancak son yıllarda kalkınmanın ve refahın kaynağının sadece sermaye birikimi olmadığı yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Ama bu başka bir yazı konusudur şu an için.

Sermaye birikimini büyümenin kaynağı olarak görünce, bu birikimi hızlı sağlamak için “sanayileşme” önerilmiş ve gelişmekte olan ülkelerin geleneksel yapılarının sanayileşme yönünde dönüştürülmesi siyasi düzlemde önem kazanmıştır.

Aslında bu anlayışın ülkemizde çıkışı II. Dünya Savaşının çok öncelerine dayanmakta; Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarına kadar gitmektedir. Bu manada cumhuriyetin kurucu iradesi dünyadaki benzer ülkelerin giriştikleri benzer çabalardan çok daha önceleri bu konuda fikir oluşturmuş, birçok gelişmekte olan ülke için öncü bir rol üstlenmiştir. Kalkınma tarihimin bakımından bunun da çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Emeğin bugünkü yalnızlığının nedeni ekonomide hâkim olan neoliberal düşünce olduğunu düşünmüyorum. Zira neoliberalizmin yükselişi 1970’lerin sonu, 1980’lerin başlarına rastlar. Oysa emek bu tarihlerden çok daha öncede de sahipsizdi.

Sanayileşme ile ortaya çıkan toplumsal dönüşüm süreci, toplumsal düzlemde ister istemez emek ve sermaye arasında bir kutuplaşmayı da beraberinde getirmiştir. Ülke sanayileşmede ne kadar derinleşirse, bu kutuplaşmanın boyutu da o denli artmaktadır. Dahası bu kalkınma anlayışı ve beraberindeki uygulamalar, toplumsal olarak emek ve sermaye eksenin bir de “bölüşüm mücadelesinin” kaynağını oluşturmuştur.

Bir yandan sermaye birikiminin motoru olarak düşünülen sermaye grupları, diğer yandan bu mücadelede refahını arttırmanın ve daha iyi bir yaşam inşa etmenin mücadelesini veren bir emek sınıfı ortaya çıkmıştır. Bu mücadeledeki kesimlerin amaçlarının taban tabana farklılığı da mücadelenin ne yönde evrileceğinin ipuçlarını vermiştir.

İktidarı ve muhalefeti ile siyasi müesses nizamın amacı ülkenin kalkınması, hem de hızlı kalkınması ise o günkü kalkınma anlayışına göre, ülkenin sanayileşmesi ve bunun içinde hızlı bir şekilde sabit sermaye birikimi üzerinden üretim kapasitesi oluşturması gerekmektedir.

Kanımca ülkemizde geçerliliği olan tüm siyasi anlayışların ana hedefi kalkınma eksenli bu görüştü. Aralarındaki tek fark ise, bu birikim süresi zarfında mülkiyet meselesine bakışlarında ve sermaye üzerinde kamunun kontrol gücü bakından sahip olunan farklılıklardı. Ama kalkınma meselesine ortaklaşa bakış açılarında çok fazla farklılık yoktu.

Örneğin ülkemizdeki solu (veya ortanın solunu) temsil ettiğini düşünen CHP’nin bile kalkınma konusunda farklı bir bakışı yoktu. Sağ partilerle birlikte kalkınmayı amaç olarak ortaya koyarken, kamunun sabit sermaye birikimi sürecinde daha aktif rol alması gerektiği düşüncesi önemli bir farkı oluşturuyordu. Sermaye birikiminde devlet kendine ait birikim sürecinin sahibi olarak daha aktif rol alçak ve özel sektör sermaye birikimi üzerinde devletin etkinliği daha fazla hissedilecektir.

Neticede CHP’de kalkınmayı sanayileşme ve sermaye birikimi meselesine indirgemiş ve emek-ve-sermaye arasında ortaya çıkan mücadelede ülke menfaatleri bakımından sermayenin önemini kabul etmiş ve sahiplenmiştir. Kalkınma anlayışı ve bu anlayış içinde emek ve sermayeye biçilen roller bakımından sağ siyasetle ciddi bir fark söz konusu değildir.

Buna göre ülkemizdeki sağ ve CHP’nin temsil ettiği sol her zaman sermaye birikimini sağlayacak sermaye kesimlerinin yanından rol almışlardır. Bu mücadelenin şiddetini yumuşatmak için zaman zaman CHP emek lehine birtakım kazanımlar sağlayacak, ama sermaye birikim sürecinin de aksamadan devam etmesini temin edecek düzenlemelerin yanında olmuştur.

Diğer bir deyişle ülkemizdeki siyaset dünyada hâkim olan kalkınma anlayışını veri alarak, kendilerine emek ve sermaye arasındaki mücadelede bir pozisyon belirlemişlerdir. Ama amaçları kalkınmak olduğu için de kaçınılmaz olarak sermayenin yanında rol almışlardır.

Emeğin bu kalkınma anlayışı içindeki rolü birikim sürecinin tamamlayıcısıdır; ama hiçbir zaman öznesi olmamıştır. Emeğin yanında görünenler bile böyle bir kalkınma anlayışını benimsedikten sonra, büyüme ve ekonomik istikrar sağlamak uğruna, de facto olarak sermaye birikimini ve sermaye sınıfını gözetmek zorunda kalmışlardır.

Ülkemizde ve dünyada kalkınmaya bakış açısında değişikliğe gitmeden, emek ve sermaye arasındaki konumumuzu tekrar belirlemeye olanak yoktur. Öncelikle kalkınmaya ve sermaye birikimine öncelik veren, bunun sonunda emek-ve-sermaye arasında zorunlu olarak siyasi bir pozisyon almamızı bize direten anlayışın terk edilmesi gerekmektedir.

Zira şu anda hâkim olan bu anlayış, istesek de istemesek de bizleri sermayenin yanında pozisyon almaya zorlamakta, emeği ise yeterince sahiplenemememize neden olmaktadır.

Bu sebeple bugün tüm dünyadaki sermayenin avantajlarının kaynağını neoliberalizmden önce bu kalkınmaya anlayışında aramak gerekmektedir. Bu anlayış devam ettikçe emeğin sahiplenebilmesi mümkün değildir.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI