Kamuculuktan kastedilen eğer “devlet” ise ben şahsen kalsın diyorum. Ama kamuculuktan kastedilen bir tür karar almada katılımcılık ve yerellik gibi içeriklerse kabul diyorum. Mevlâna ne güzel söylemiş: “Dünle beraber gitti, cancağızım, Ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” Mevlana’nın çağdaşları bu sözlerin anlamını ne kadar anladılar bilmiyorum. Ama bizim çağdaşlarımızın pek anlamadığına neredeyse her gün tanıklık ediyoruz. Bu tanıklığın kolaylaştırıcı alanı ise sosyal medya. Bir bakıyorsunuz atılan bir tweetin ardında bin bir türlü laf dökülüveriyor. Laflar, düşünülmüşlüğe işaret eden laflar olsa neyse. Çoğu düşünülmeden söylenen klişeler. Yıllar önce bitmiş olması gereken tartışmalara referanslar mı ararsın, sen bizden değilsinler mi ararsın, küfürler ve düşmanlaştırmalar mı ararsın… sürüyle. Bir zamanlar (1991) “Bana kalsa KİT’leri, istihdam garantisi koşuluyla bedava veririm” dediğim için o günün “sol”cuları tarafından linç edilmişliğim vardı. “Bu ne biçim solculuk!”, “Bu olsa olsa liberalliktir!” cinsinden. Ama bana ağzına geleni söyleyen ve solcu geçinenlerin önemli bir çoğunluğu KİT sisteminin ürettiği çoğu bizim burjuvazinin fabrikalarında kullandığı “girdilerin” nasıl fiyatlandığına dikkat etmediler. Devlet, KİT’lerin ürün fiyatlarını bu firmalara maliyetlerinin altında satarak, onların kâr marjlarını arttırdığına aldırmadılar. Açıkçası KİT’lerin, Türkiye burjuvazisine, karşılığı bütçe açıkları ve enflasyon olarak halkın sırtına yüklenen bir çeşit servet transferi aracı olarak kullanıldığını görmediler. Varsa yoksa devlet devlet dediler ama devletin kendi iddialarının aksine burjuvazinin bir aracı olarak  kullanılmasından rahatsız olmadılar.
Gelir dağılımdaki eşitsizlik meselesine gelince de bugüne dek gelir eşitsizliği, genellikle “dikey gelir eşitsizliği” şeklinde anlaşılıyor. Yani zenginler ve fakirler arasındaki uçurumun düzeyi anlamında. Oysa bir de “yatay gelir eşitsizliği” diye bir kavram var.
Geçmiş günler… Ama şimdilerde de sol siyasetler arasında benzer çarpık fikirler ve klişeler aldı yürüdü. Bunlardan biri de “Kamuculuk”! Bu kavrama herkesin yüklediği anlam farklı olabilir. Ama özellikle sol siyasetlerin dikkat etmesi gereken bir noktanın zaman zaman gözden kaçırıldığına tanıklık ediyorum. Kamuculuk da gelir eşitsizliği de aynı zamanda pandemi sonrası neoliberal dünyada altı çizilerek kullanılan kavramlar oldular. Bu nedenle de solun kavramlarıyla neoliberal ideolojinin kavramları yan yana düşüyorlar. Örnek mi? Davos’un kurucusu Klaus Schwab kapitalizmin bireye verdiği önemin altını çizdikten sonra şöyle diyor: "Ancak bu bireysel gücün, şu ya da bu yönde aşırıya kaçmasını önleyen bir kurallar sistemi içine yerleştirilmesi gerekir. Güçlü bir devlet bu işlevi yerine getirmelidir. Piyasa tek başına sorunları çözmez". Bir başka yerde de “Zenginler ve yoksullar arasında giderek büyüyen uçurumu ele almazsak, bu eşitsizlikler daha da artacak. Ve eğer iş dünyasının önde gelenleri ve hükümet liderleri bu değişimi başlatmak için bir şey yapmazlarsa, devrimler olacaktır. Tarih bize bunu çoktan öğretti” diyor. Yani sol siyasetlerin altını çizdikleri 1) “serbest piyasa” sorunlarımızı çözemez; 2) Gelir dağılımındaki eşitsizlik giderilmelidir tezleri bugün aynı zamanda kapitalizmin savunucuları tarafından da savunulan görüşlere de ilham olmuşa benziyor. Bu nedenle de bugün “sol” un bu kavramlara verdiği anlamların karışmaması için netleştirilmeleri gerekiyor. Kamuculuktan kastedilen eğer “devlet” ise ben şahsen kalsın diyorum. Ama kamuculuktan kastedilen bir tür karar almada katılımcılık ve yerellik gibi içeriklerse kabul diyorum. Gelir dağılımdaki eşitsizlik meselesine gelince de bugüne dek gelir eşitsizliği, genellikle “dikey gelir eşitsizliği” şeklinde anlaşılıyor. Yani zenginler ve fakirler arasındaki uçurumun düzeyi anlamında. Oysa bir de “yatay gelir eşitsizliği” diye bir kavram var. Bu kavram, belirli bölgeler ve kimlikler arasındaki gelir eşitsizliğinin düzeyini yansıtan bir kavramdır. Gelir eşitsizliğinin “dikey” anlamı da önemlidir ama bence günümüzde “yatay” olanı daha da önemlidir. Çünkü bu, örneğin neden ülkede örneğin Kürtlerin kimlik mücadelesiyle onların yoksullukları arasında bir ilişkinin olduğunu da anlatır. Kısacası Mevlâna’nın dediği gibi. Düne ait ne kadar anlayış varsa dünle gittiler. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. Ama kapitalizmin dünkü anlayışlarıyla gidilirse devrimler kaçınılmaz diyen neoliberal akılla hesaplaşacaksak bizim de “yeni şeyler” söylememiz lazım.