Şimdi biraz konakları gezelim, biraz da Ergiri’den laflayalım istiyorum. En başta anlatmam gerekeni, hiç şüphesiz, Ergiri’nin medarıiftiharı olan İsmail Kadare’nin doğduğu ev.

Geçen sefer Ergiri’nin tadı damağımda kalmıştı.

Geceyi burada geçirememekten mustariptim ama zamanı ayarlayamadığım, daha doğrusu buranın beni böylesine çekeceğini düşünemediğim için “gümüş kaleye” son gün gelmiştim.

Böyle olunca, gitmek istemesem de gitmek zorunda kalmıştım.

Kendimi yeniden Arnavutluk programı yaparken bulunca, yapılacaklar listesinin başında bir geceyi Ergiri’de geçirmek geliyordu.

İşte bu yazıyı Ergiri’de kaldığım otelin verandasında yazıyorum.

Hotel Gjirokastra’nın verandasından baktığımda sağımda Babameto’nun evi, onun altında da Ergiri Camii görülüyor.

Zekate ile Skenduli’yi ilk yazıda anlatmıştım, ama Ergiri’nin konakları bunlarla sınırlı değilmiş.

Şimdi biraz konakları gezelim, biraz da Ergiri’den laflayalım istiyorum.

En başta anlatmam gerekeni, hiç şüphesiz, Ergiri’nin medarıiftiharı olan İsmail Kadare’nin doğduğu ev.

Kadare, Taş Kentin Kroniği’nde bu evin her köşesinden bahseder ama okumakla görmek farklı, ama sanırım benimki en iyisi: okuyarak görmek.

1799’da yapılmış bu ev, dış duvarları orijinal ama 1999’da yanınca içini epey elden geçirmişler.

Romanda anlatılan sarnıçla girer girmez karşılaşıyorsunuz.

Kadare’nin küresel çapta şöhrete ulaşması Enver Hoca dönemine rastlıyor, ama baskıya dayanamadığı için Fransa’daki yayıncısının yardımıyla ülkeden çıkıyor.

Çıkış o çıkış, Kadare’nin geri dönüşü muhteşem olmuş.

Tabii nasıl çıkabildiği de önemli; Sovyetlerde eğitime gidiyor, gazetecilik yaptığını biliyoruz, Vietnam savaşını izliyor, bu esnada edebiyata da el atıyor.

Moskova’daki Gorki Enstitüsü’nde aldığı eğitimi çarpıcı bir sözle anlatıyor: “Bu, yazar topluluklarını, komünizme hizmet için fabrikalaştırması gereken bir enstitüydü.”

2009 senesinde verdiği bir mülakatta ise gezdiğimiz evini şöyle tasvir ediyor: “Ergiri Kasrındaki evimiz babama miras kalan 3 katlı, 10 veya 12 odalı çok büyük bir evdi. Bu evde altı kişi yaşıyorduk. Evimizdeki odalardan bazıları boştu ve beni o zamanlar boş odalardan daha fazla korkutan bir şey yoktu. Çünkü sürekli ruhları, cadıları hayal ediyordum.”

Arnavutça edebiyatın önde gelen çevirmenlerinde Ece Dillioğlu’nun yayımlanmamış yüksek lisans tezinden öğrendiğime göre, Kadare’nin anne tarafından dedesi eğitimini İstanbul’da almış bir yargıç, babasıysa mübaşirmiş.

Yargıç dedenin Ergiri’de toprağı ve dükkânları da varmış.

Gelgelelim, dedesinin hali vakti yerinde olsa da çocukluğunda ailesinin maddi imkânları sürekli gerilemiş.

Arnavutluk’taki çalkantılar, pek tabii ki Kadare’nin ailesinde de yankı bulmuş.

İki Dünya Savaşı, Yunanistan, İtalya ve Almanya işgalleri, ardından da Enver Hoca…

Tuhaf bir şey, ailenin daha zengin olan anne tarafı komünistleri desteklerken daha yoksul olan babasının Enver Hocaya hiç destek vermemesi.

Bu evin özelliklerinden biri de “hapisaneye” sahip olması, Arnavutçası da “hapsana”.

Sadece en eski evlerde bulunan “hapsana”, kapısı olmayan, yüksek tonozlu bir yer, sadece dışardan açılabilen metal bir kepenkle kapatılıyor.

Mahpusu buraya tıktıktan sonra merdiveni de alıp kepengi üstüne kapatıyorsunuz.

“Hapsana”, daha sonraki dönemlerde, işgalde ve savaşta sığınak olarak da kullanılmış.

Gene de, “hapsana” ile yaşamak pek iyi bir fikir olmayabilir…

Kadare’nin evinin olduğu sokakta çok gösterişli kirli sarı bir konak daha var.

Ficoların konağı, Arnavutluk tarihinin en meşhur Dışişleri Bakanı’nı çıkarmış.

Rauf Fico, 1929 ile 31 arasında Dışişleri Bakanlığı yapmış.

Kadare Evi’nin aksine Ficolarınkinin içine girmek mümkün değil.

Ama dışının şatafatı içine dair de fikir veriyor; burada kimbilir neler yaşanmış, ne toplantılar yapılmıştır…

Yine aynı köşe başında, jinekolog Vasil Laboviti’nin konağı yer alıyor.

Doktor Laboviti’nin Ergiri’nin en önemli şahsiyetlerinden biri olduğu belli çünkü tarihi çarşının sonunda büstü yapılan “şehrin önde gelenleri” arasındaki beş-altı kişiden biri.

Bu konağın tarihinde, 1943’te, Nazilerin yediği akşam yemeği gibi nahoş olaylar da mevcut olduğunu öğrendim.

Neyse, eski dönem paparazzisi kimliğime dönerek Babametolarla ilgili de bir dedikodu vereyim, artık Ergiri aristokrasisini bildiğinize göre tanıyacaksınız, Zekatelerle Babametolar kanlı bıçaklıymış hem de tam üçyüz sene boyunca!

Yaklaşın da şu dedikoduyu anlatayım, gene dalaşmasınlar.

Vaktin biri, Babametolardan zampara bir oğlan, küçük bir aynayla Zekatelerin kızına işaret yollamış.

Eh, fark edilmiş, edilince de bu iki aile girmiş birbirine.

Zekate’nin kızı kaçsa Babametoların oğlana, varıp uzaklaşsalar ailelerinden, Romeo ile Juliet’in destanı yazılacak burada ama yok, Balkan’da illa hır çıkacak, kavga çıkacak, kılıçlar palalar karşılıklı çekilecek.

Kako Pino, Pavli Ura ile Dobateslerin konakları da görülmeye değer yerler.

Tabii bu kadar konağın varlığı, Ergiri’nin bir dönem ne kadar zengin bir şehir olduğunu da göstermeye yetiyor.

Kale ile Saat Kulesi, Ali Paşa Köprüsü, yine Ergiri’nin gidince mutlaka görülmesi gereken yerleri arasında.

Bir de Selim Baba Tekkesi varmış, konakları anlatan bir kitapçığın ekinde okuyorum, ama görmediğim için sadece hayıflanıyorum.

Gitme zamanım geldi çünkü.