Cumartesi, Nisan 20, 2024

Alternatif bir Türkiye’nin demokratikleşmesi anlatısı (X)

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.

Demokratikleşme, kaotik başlamış bir biraradalığın, yeterince ahenkli esnek bir içtutunumu olan ve eşgüdümlü davranabilen bilinçli, sorumlu ve vicdanlı bir bütüncül kolektife doğru gelişme çabasıdır.

Bu anlatı dizisinin önceki bölümlerinde, modern ulus-devlet toplumlarının demokratikleşmesinin, çeşitli iç-dış müzakerelerle seyreden bir gelişimsel süreç olduğunu yazdım ve farklı yönleriyle ele aldım.

Bir tarihsel gerçeklik olarak modernitenin ve çok boyutlu bir toplumsal değişim süreci olarak modernleşme meselesinin, bugün Türkiye’yi ve dünyayı kilitlemiş oldukları tüm ciddi sorunların en temelinde iki paralel süreç var.  Ve kökten dönüşümler gerektirdiklerinden, bunları iyi anlamak gerekli: “Özerkleşme” ve “özgürleşme”.

Özerkleşme; salt bağımlı ve önceden hegemonyasında olduğu bir krallık veya imparatorluktan ayrışmak demek değil. Ondan bağımsızlık savaşı ile kopmak ve ulusal siyasi sınırların yeniden çizilmesi ile de gerçekleşemez. Selefi olan “Baba” devletin eril egemenliğinden kurtulmak; onun feodal ve baskıcı zihniyetini kısmi özdeşimlerle dönüştürmek,  onun gibi olmamak suretiyle “gerçek bağımsızlığını” kazanmak demektir.

Özgürleşme de keza; “yeni” devletin, modern, akılcı, bilimci, teknokratik, toplum mühendislikçi ve “dişil ötekili aynı eril zihniyetince”, “eski halkının” yoğun duygularla ve hayati bağlarla, yani damardan bağımlı olduğu başat “Ana” dini ile, “göbek bağını kesmesi” sureti ile olamaz.

Başka bir deyişle, gerek kültürel geleneklerin, gerekse dini öğretilerin, insanlar üzerindeki yüzlerce yıllık geçmişi olan egemenliğini, onun dişil otoritesini kamusal alandan uzaklaştırıp, özel alana kapatmak ve Diyanet gibi “özgün” kurumlar aracılığı ile denetlemek suretiyle, özgürleştiğini ve çağdaşlaştığını sanmakla filan da olmaz.

Sekülerleşme; hangi dini veya bilimsel öğretiden kazanılırsa kazanılsın, tüm insanlığın ortak dini, felsefi ve ahlaki değerlerinin içselleştirilmesi  ve vicdani olgunluk demektir. Ve bunların, gündelik mikro davranışlardan ülkenin makro siyasalarına ve uluslararası diplomasi pratiklerine kadar icra edilmesi ile olur. Yani kamusal veya özel yaşam alanları, bu açıdan hiç mi hiç fark etmez. Hatta özellikle de görünmeyendeki performanslarda; hukuk veya polis devletinin denetleyemediği, gözden ve gözetleme kameralarından uzaktaki ve karanlık yerlerdeki davranışlarla sınanırlar.

Bu paralel süreçlerin biri görünürde, diğeri görünmeyende seyreder. Her ikisi de kendi kültürel, siyasi ve tarihi söylemlerine özgü paralel yapılanmalarını ve sistemik yayılmalarını, rakip söylemler olarak sürdürürler.

Nitekim, 8. bölümde de, AKP iktidarı ile, Türkiye’nin “yüzleşme” masasına sunulan üç büyük ve “ikicil çatışmalı” ve uzun geçmişli meseleye değinmiştim. Bunların ezilmiş, bastırılmış, yadsınmış, yok sayılmış, fakat asla yok olmamış taraflarını vurgulamıştım: (1) Görünen-görünmeyen, (2) Rasyonel- irrasyonel, ve (3) Güven-kuşku. Zira, karşılıklı ve şeffaf toplumsal müzakerelerle bu çatışmaları gidermeden ve aynı sıralamada (1) ahlaki ve hukuki, (2) iktisadi ve insani gelişme, ve (3) siyasi ve toplumsal alanlarda, demokratik iyileşmelerin söz konusu olamayacağını da eklemiştim.

9.bölümde ise, kabuklaşmış mevcut siyasi ve hiç bir toplumsal veya kavramsal geçerliği olmayan basmakalıp bilimci söylemleri tekrarlamanın; bozuk statükonun sürdürülmesinden başka bir işe yaramayacağını yazmıştım.

Yanısıra, Türkiye’de toplumsal tarihsel hakikatler ile halkın kolektif imgelemleri ve arzuları arasına giren, bugün de tedavülde olan ve hala araçsallaştırılan, dört temel siyasi ve ideolojik söylemden de söz etmiştim. Yazıyı toplumun kolektif özneleşmesi açısından artık bir zorunluluk arz eden “yüzleşme”, “hesaplaşma” ve “helalleşme” meselesine geri dönmek üzere noktalamış idim.

O halde bu onuncu ve sonuncu bölümde, geçtiğimiz asırlık uluslaşma sürecinde, günümüz tedavüldeki  ötekileştirme, kamplaştırma, kutuplaştırma etiketlerinin ardındaki ve hem aşılmak istenen hem de ısrarla sürdürülen paradokslu siyasi tabloya nasıl geldiğimize hızlıca bakalım.

Çünkü, yukarıdaki her üç problem; birlikte  ele alınıp ve  özellikle de “temel güven” meselesi halledilmeden, kuşkuculuğun “tahripkar paranoya” seviyesine gelmiş olduğu Türkiye, hiç bir sorunu çözemez.

DİNAMİK İMGELEMLER VE BİR İMGE

Her alanda ve top yekün demokratikleşme, aynı zamanda bir kolektif özneleşme ve toplumlaşma serüvenidir. Yani, kaotik başlamış bir biraradalığın, yeterince ahenkli esnek bir içtutunumu olan ve eşgüdümlü davranabilen bilinçli, sorumlu ve vicdanlı bir bütüncül kolektife doğru gelişmesi çabasıdır.

Özet olarak, tarihi yaşantılar ve toplumsal söylemler ile, insanların başka hiç bir canlıda olmayan öznel imgelemleri olumlanır veya sönümlenir.  İlerideki başka yazılarda nasılına ve evrensel mekanizmalarına daha yakından bakabileceğimiz bu süreç, önce kaotik ortamda, kendini (self), kendi olmayandan (other) ayrıştırması ile başlar. Kendi “iç dünyası” ile ondan başka “dış dünyadaki” her şey ve “herkes” ayrışır!

Daha sonra, kendi gibi olmayanları tanıyıp genellemesi, kümelendirmesi ve ”onlar” sınıflandırması ile devam eder. Tıpkı, Oryantalizm-Oksidentalizm (veya Doğuculuk-Batıcılık) söylemindeki hayali Batı’nın, kendinin bir özne (subject) olabilmek için bir nesne (object) olarak hayali Doğu’ya gereksinim duyması ve imgelemesi gibi. (Aynı süreç hem Doğu için ve tersine, hem de tüm” özcü ve ikicil betimsel kategoriler” için  çalışır tabii. Olumlanıp olumlanmamaları farklı bir konu.

Burada esas dikkat çekmek istediğim husus şu:  Tüm cemaatlerdeki, toplumlardaki, gruplardaki veya sınıflardaki  “biz” algısı ve  bilinci, hem totaliter ve dışsallaştırdığı bir “onlar”  genellemesine gereksinim duyar, hem de ondan sonra oluşur. Salt ötekine ve hayranlık veya düşmanlıkla bakmak, kendi “biz” ve “ben” ile tanışmasını geciktirir. Bu da nitekim, “yüzleşmek” (confrontation)  demektir. Kendisi ile yüz yüze gelmeden, kendi ötekisinin insani öznelliğini kavramadan, empatik yakınlaşmadan, “yarılmış” hiç bir toplumsal oluşumda “uzlaşmak” (reconCiliation) mümkün olamaz.

Açıkçası, bu insani ve kolektif siyasi süreçlerin olağan ve evrensel olduğunu vurgulamam sebepsiz değil. Çünkü olağan ve evrensel olanın ayrışma ve bölünmeden sonra, yeniden-yakınlaşma (raproachement) ile kendi yoluna, yani “özneleşme -demokratikleşme-bütüncülleşme-özerkleşme-özgürleşme” serüvenine devam edebilecek iken, “sınır karakterli bir tampon ülke olarak” neden ve nasıl takılı kalındığını, hatta artık kendine zarar vermeye başladığını anlamak önemli.

Dahası, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesine, her türlü siyasi, ideolojik ve akademik disipliner söylemin olabildiğince ötesinde; “akvaryumdaki balıklara bakarcasına” mesafeli ve nesnel, fakat kendi öznel gerçekleriyle tanışmış olarak empatik ve reflektif bakabilmek, artık hayati derecede gerekli.

Bu da, ne bugünkü iktidarı, ne de muhalefeti aklamak için böyle.  Veya şu veya bu ittifakın seçimi kazanmasına hizmet etsin diye  de değil.

Hatta, tam tersi geçerli:  Toplumsal yenilenmenin ve güçlü kurumsal yapılanmaların ülkenin gündeminde ise eğer, mevcut statükocu söylemlerin özenli “yapı-sökümleri” için gerekli.  İyilik, güzellik, saflık, eşitlik, özgürlük gibi insani ve evrensel imgelemlerin; önce onları kısıtlayıcı, manipüle ve istismar edici araçsal popülist siyasi söylemlerin yerel cenderesinden kurtarılması için gerekli.  Kolektif ve özgürleştirici imgelemlerin, her türlü fetişleştirilmiş yerli, milli, resmi, dini, kutsal simgelerinden soyulması, ayıklanması ve yeniden “sözde değil, özde demokrasi” ile giydirebilmesi için özellikle gerekli.

Kaldı ki, çoğulcu ve hem makro tarihsel-küresel, hem de mikro tarihsel-yerel lensler ile geniş açılı bir perspektiften, çoğulcu ve kapsayıcı bu çözümlemelerin de ardalanında, belirli ölçütlere göre seçici ve damıtılmış olmaları söz konusu. Fakat elbette, kırk yıllık akademik çalışmalarımı, mesleki toplumsal pratiklerdeki deneyimlerimi ve bu toplumun gelişimini içerden-dışardan muhtelif görgül incelemelerime dayanan çözümlemelerimi burada aktarabilmek ne olanaklı, ne de gerekli.

Ucu açık olan bu alternatif anlatının, projektif imgelemlerin yapıcı ve özgürleştirici önemini vurgulayan yanını öne çıkardığım bu on bölümlü yazı dizisini tamamlarken, çok hızlı bir sonuç özet yapayım.

Her demokratikleşme ve özneleşme süreci; hem resmi “Baba” devlet ve hem gayri-resmi “Ana” dini söylemleri arasındaki  “yatay” diyalojik müzakereleri ve sonraki nesillerin de onların her ikisiyle birlikte ve “dikey” “yansıtımsal özdeşimleri” (projective identification)  ile aktarılan imgelemlerle biçimlenen, tarihsel ve uzun soluklu bir mücadele. 

Tarih boyunca nesiller arası soyut ilke ve değerlerini içselleştirmeleri, kendi ve kendi ötekisi arasındaki etkileşimler, pazarlıklar, yüzleşmeler, hesaplaşmalar olmaksızın bütüncülleşme de ve özgürleşme de olanaklı değil. Ezik kendilik duyguları ile başa çıkabilmek adına,  geçmişin  öcünü almak için, rövanşcı “kindar ve dindar” nesiller ile “kan davasını” sürdürmek de Türkiye’nin önündeki bir seçenek tabii. 

Öte yandan, her ne kadar imgelem sözcüğü, imgeyi (imaj) çağrıştırıyor olsa da, tıpkı “Türkiye’nin dışardaki kötü imajı” hayıflanmalarında olduğu gibi, bazı Oryantalist klişe imgelerden veya simgelerden oluşmaz. Hatta görsel veya başka bir imge ile eşleştiği an, anlam indirgenir, eksilir, bozulur, hatta yok olur.

Buna rağmen böyle bir riski göze alarak, Türkiye’nin asırlık geçmişi ve bugünkü parçalı siyasi söylemlerinin çatışmalı dinamikleri hakkında geçmiş bölümlerde yazdıklarımı, şöyle bir imge ile toparlayıp, özetleyerek bitireyim. Yani aslında sizi kendi bireysel veya kolektif çözümlemelerinizde, özel veya kamusal yaşamınızda kullanabileceğiniz, bu şema ve kendi özgür çağrışımlı imgelemleriniz ile baş başa bırakayım.

Aşağıdaki şekildeki karşılıklı okların rengi ve yönü, başat siyasi söylemlerce kendinden dışsallaştırılıp ötekine yansıtılan ve içselleştirilen imgelemleri simgeliyor. Hiyerarşik “üçgenlemenin” (triangulation) altındaki melez ve yüzyıllık genç modern Türkiye ulus-devletini simgeleyen çokgen içindeki dört kümedeki ve bugün çekişmekte olan siyasi söylemlerini, siyasi parti tabanlarına dağılımını ve akışkanlıklarını ve kim kimle nasıl yüzleşecek meselelerini ise başka  yazılarda ele alacağım.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.
spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI