Bahsettiğim Almanya’ya misafir olarak gelen ailelerin çocukları. Alman vatandaşlığını alan ikinci nesil. Ne oralıyım ne buralıyım diyen 50’li yaşlardaki jenerasyon. Uğur Şahin ya da Cem Özdemir olma iradesini gösterememiş çocuklar… Baştan uyaralım. Bu yazıyı okuduktan sonra iyi ki orada değilim diye derin bir oh filan çekmeyeceksiniz. Zira nitelikli eğitimle Almanya’ya expat olarak yerleşmekten bahsetmeyeceğim. Daha ziyade, geçmişte buraya misafir işçi olarak gelip yerleşmiş göçmenlerin kendilerini nasıl gördükleriyle ilgili yürek burkan bir gerçeği ele alacağım. Özellikle de Türkiye’den misafir işçi olarak gelmiş ilk neslin beraberinde getirdiği veya burada doğurduğu çocuklar. O yüzden kalbiniz acısa bile nihayetinde gönül rahatlığıyla (!) okuyabilirsiniz. 2019-2021’de bir sosyal dernekte gönüllü çalışırken, çoğunluğu Yunanistan’dan gelen göçmenlerin resmi evraklarını düzenlemelerinde yardımcı oluyorduk. O dönemde bize gelen danışanlardan, kendi iş arkadaşlarımdan ve farklı eyaletlerdeki eşten dosttan duyduğum bir kavramı taşımak istedim bu yazıya: Kayıp nesil. Göçün yaşattığı sorunların sosyolojik, kültürel ya da bilumum bilimsel boyutları bir kenarda dursun, birebir bu ikinci nesilden duyduğum şey kayboldukları. Ne kendilerini bulmuş ne büsbütün kaybetmiş, Almanya’ya uyum sağlasa da tam benimseyememiş, Almanca öğrense bile ailelerin eğitime önem verememesinden mütevellit potansiyelleri ölçüsünde kalifiye olamamış, şimdilerde emeklilik arifesinde ama bir zamanlar çocuk olan nesil... Şimdi bu neslin nereden geldiğine bir bakalım kısaca. SİYASETİN BELİRLEDİĞİ GÖÇ POLİTİKALARI ARDINDA YAŞAYAN BİR HAYAT VAR Göç tüm dünyada en çok konuşulan konulardan biri. Hatta öyle görünüyor ki daha bu konuşmaların başlangıç bölümünden gelişmeye yeni geçiyoruz. İnsanları göçe zorlayan bir dizi sebep (sorun!) var. Bununla birlikte, göçmenlik sürecinin nasıl ilerleyeceği hükümetlerin eylem planına sıkı sıkıya bağlı. Hele hele Almanya gibi disiplinin hâkim olduğu sosyal bir devlette, nüfus gücü bakımından böylesine önemli bir konunun göz ardı edilmesi olacak şey değil. Nitekim, Alman siyasetçilerinin gündeminde göç her zaman önemli bir yer tutmuş ve tutmaya da devam ediyor. The Times’ın 1950’lerde ilk defa kullanmaya başladığı Alman ekonomik mucizesi (#Wirtschaftswunder) tanımını hatırlayanlarınız vardır mutlaka. İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı izlerinin ardından ekonomik ve siyasi gücünü kısa zamanda toparlayan Almanya’nın başarısını büyük oranda endüstriyel gücüne borçlu olması gerçeğinden bahsediyorum. Şimdi masal gibi, tarih gibi, geçip gitmiş ve her şeyiyle bitmiş gibi anlattığımız sözüm ona “ekonomik büyüme”, arkasında köklü bir sosyal dönüşümü de beraberinde getirdi. Çünkü tarih, bize sürekliliğin ve sürdürülebilirliğin en iyi dersini vermeye hep devam eder. EVİMİZE HOŞ GELDİNİZ! Her sosyal olay siyasileşir diye bildiğimiz klişenin tersine işlediği örneklerden biri var karşımızda. Siyasi kararların nasıl sosyalleştiğinden bahsediyorum! Biraz tepeden inme gibi olsa da oluyor. Bir şekilde! Maslow’un kulakları çınlasın, en temel ihtiyacını karşılamak uğruna insanın gitmeyeceği ülke, aşmayacağı deniz (hatta gezegen mi demeliyim yoksa!) yok şu evrende. Aynen böyle diyen ve çoğunluğu İspanya, İtalya, Türkiye ve başka birkaç ülkeden gelen misafir işçilerin (#Gastarbeiter) oluşturduğu göçmen kitlesi, yıllar içinde Almanya’ya yerleşerek ülke popülasyonun önemli bir kısmını oluşturdu. Nitekim Almanya’nın ekonomik siyasetine iştirak eden bu göçmenlerin ardında bir sosyal hayat da var. Aslında bu durum, yaşanan bir sosyallikten ziyade insanın ayak bastığı yerlerin tozlarını süpüre süpüre kefesinde getirdiği, havaya kalkan dumandan öksürüğe boğulduğu ve haddizatında dışlanmış bir sosyal hayat. Eteğine yapışmış bir dolu hatıra, ertelenmiş geri dönüş hikayelerinin ucu açık kalan belirsizlikleri ve ne gönül rahatlığıyla yerleşmiş ne de çekip gidebilmiş binlerce, milyonlarca insan! MİSAFİR İŞÇİLER HALA MİSAFİR Mİ? Kaynaklara göre, ekonomik patlama ve büyüme dönemindeki Almanya misafir işçilere kucak açarken “sadece misafir etmek” istemişti aslında. Yani belli bir dönem gelen için misafir işçilere kalifiye olmayan işleri (#un- oder angelernte Arbeiter) verirken aynı zamanda onların barınma, sağlık gibi temel insani ihtiyaçlarını karşılayacak, sonra da nazik tabirle “teşekkür ederek” hepsine veda edecekti. Fakat çantadaki hesabın çarşıya uymaması gibi -ki genellikle de uymaz- gelenlere ne git ne kal diyebildi bir süre. Önce kalanlara uzun süreli veya süresiz oturum izni çıkartarak burada ailecek yaşamayı önerdi. İşte kayıp neslin hikayesi de burada başladı. Avrupa’dan gelen misafir işçilerde geri dönüş oranı biraz daha yüksek olsa da özellikle Türkiye’den gelenlerin misafir statüleri “evin asli üyesine” dönüştü çoğunlukla. Buna Polonya’dan çalışmak için gelen aileler de eklenerek geleneksel Almanya topraklarında kültür içinde karma bir kültür oluşmaya başladı. Gelgelelim ortada büyük bir kültür farkı ve uyum sorun vardı. İlk misafir işçilerin kendileri dil öğrenip entegre olmaya pek vakit bulamadılar. Ancak 70’li yıllarda kendilerine tanınan hakla ailelerini getirdiler. Böylece evin küçük üyeleri, çocuklar, sosyal hayata karışmaya başladı. Okula giden çocuklar dil öğrenmeye başladıkça anne babalarının tercümanlığını yaptılar. Her sene bir yıl daha, üç yıl daha, beş yıl daha diyerek dönüşü geciktiren aileler geçim derdine düşsün, çocukları büyüdü ve Almanya’da kalıcı olmaya başladı. İşte benim de bahsettiğim Almanya’ya misafir olarak gelen işçi ailelerin çocukları. Misafir kalmayıp Alman vatandaşlığını alan ikinci nesil. Ne oralıyım ne buralıyım diyen ve geçim derdi arasında okulu, mesleği, eğitimi teğet geçilen kayıp nesil! Bir an önce eve para getirsin, okumasın ne önemi var diye bakılmış, şimdilerde 50’li yaş civarlarındaki jenerasyon. Özlem Türeci, Uğur Şahin ya da Cem Özdemir olma iradesini küçük yaşta gösterememiş bir zamanki çocuklar… BİR NESİL KAYBOLABİLİR Mİ? Maalesef evet. Siz karşınızda duran kişinin ayakta, dimdik, sapasağlam olduğunu ve pek tabi normal bir hayat sürdüğünü söyleyebilirsiniz. Ama önemli olan kişinin kendisini nasıl gördüğü. Bir nesilden yüzlercesi bunu söylüyorsa artık elimizde imkanlar ya da olasılıklar değil, sadece gerçekler vardır. Çağımızdaki imkanlarla globalleşmenin, göçün ve teknolojinin doruğuna ulaştık. İnsanlık son sürat gelişme peşinde. Büyük resmi boyuyoruz! Ama dikkatli bakınca yitip giden bir yığın hayat da görüyoruz o resim de. Umarım dünyamızı “geliştirirken” bir yandan büyüyen, yetişen ve hatta henüz doğmamış neslin, onların yaşanmamış hayatlarının farkında olmayı başarabiliriz.
Editör: TE Bilisim