Perşembe, Mart 28, 2024

Almanya: Irkçılık bataklığı büyürken…

Almanlar, milyonlarca göçmenle bir arada yaşadıklarını bir türlü kabul edemiyorlar. Almanların, yabancıyı reddetmekteki ısrarını hiçbir batı ülkesinde göremezsiniz. Almanlar kadar yabancılarla iç içe yaşayıp, onları görmezden gelen, yok sayan başka bir millet olduğunu sanmıyorum.

Almanya’da, 2 yıl önce gerçekleşen genel seçimlerin ardından ortaya çıkan politik gelişmeler, Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), Yeşiller ve liberal Hür Demokrat Parti (FDP) arasındaki koalisyonu oldukça zorladı. Koalisyon hükümeti, koronavirüs salgını ve Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle çok sayıda radikal önleme başvurmak zorunda kaldı. Savaş, Almanya’nın enerji tedariki rotasını değiştirmesine neden oldu.

Rusya’dan gaz tedarikinin sona ermesinin ardından oluşan boşluğu diğer ülkelerden alınan sıvılaştırmış gaz (LNG) ile dolduran Almanya, bu kışı hiçbir sorun yaşamadan atlatmayı başardı. Salgında da başarılı bir sınav verildi ancak güncel anketler hükümet ortaklarının, muhâlefetin oldukça gerisinde olduğunu gösteriyor.

Muhafazakâr Hristiyan Birlik (CDU/CSU) ve neonazi partisi Alternativ für Deutschland (AfD) anketlerin tozunu atıyor. Ülke salgını atlatmış görünüyor, olası enerji krizi gölgesinde kış korkulanın aksine oldukça rahat geçti, ekonomik veriler düzelmeye işaret ediyor. Sorun ne o zaman? Sorun bir Alman klasiği. Yabancılar ya da göçmenler…  Sabah akşam islamofobi, Afrikalılar, Araplar ve Türkler ile yatıp kalkan, yabancıların bünyelerinde yarattığı korku ve kaygı nedeniyle antidepresanı leblebi gibi tüketen Almanlar, “gelsin kendilerini kurtarsın” diye faşolara oy yağdırıyor.

Sanırsın, toplama kamplarını kurup, Yahudisi, Romanı, eşcinseli milyonlarca masumu bu kamplarda fırınlarda göçmenler yaktı ya da gaz odalarında zehirledi.  Faşist sempatizanı Almanlar, “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” hesabı, bayıla bayıla icra ettikleri, kültürlerinin ayrılmaz parçası olan günlük ırkçılığın faturasını dahi hiç utanmadan “entegre olamadılar” bahanesiyle göçmenlere kesiyorlar.

Avrupalı tüm neofaşist partilerde olduğu gibi içe ve dışa yönelik hiçbir reel politika önerisi bulunmadığı hâlde salt sosyal medya üzerinden çığırtkanlık yaparak, kitleleri mobilize etmeye çalışan AfD’de, yukarıda da belirttiğim gibi şu aralar mutluluk rüzgârları esiyor.  Öylesine rahat bir politik alanda hareket ediyorlar ki kimse onların bulunduğu ahlâksızlık seviyesine inmek istemediği için rakipsiz oldukları dahi söylenebilir. Zaman zaman merkez sağın güçlü temsilcisi Hristiyan Birlik, kaçan oyları geri almak için AfD’nin seviyesine iniyor, ırkçılık yarışına katılıyor ama yine de “iğrenç faşist söylemler” kategorisinde AfD’nin gerçek bir fenomen olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Partinin, ülkenin yaşadığı sıkıntılara ilişkin söyleyecek herhangi bir sözü yok. Zaten onlara göre tüm sorunların kaynağı “göçmenler”. “Ekonomik programınız nedir” diye soruyorsun, yanıt “göçmenler”, “Dış politikaya bakış açınız nedir”, yanıt “göçmenler”, “İç politika ne olacak”, yanıt “göçmenler” “Parmağını sarmışsın, kestin mi”, yanıt “göçmenler”… Açın bakın web sitelerini, baştan aşağı mesele “göçmenler”. Haksız değiller tabii ki. Ülkede bu sapkınlığın oldukça fazla alıcısı var.

Almanların, 2. Dünya Savaşı sırasında yarattıkları faşist vahşetten ders almayacağını savunanlar iddiayı kazandı bence. Küresel katil Hitler ve çetesinin zulmünden kaçıp, savaşın ardından bir gazeteci olarak ülkeye dönen İnge Deutschkron hatıralarında, Almanya’da karşılaştığı manzaraların tüylerini diken diken ettiğini, Nazi bürokratların önemli bir bölümünün hâlen görevde olduğunu gördüğünü yazmıştı. Bu tablodan herkese hoş görüyle yaklaşan demokratik bir toplum çıkmayacaktı herhâlde.

Bunun yanı sıra, Almanya 2. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle birlikte hiçbir zaman olmadığı kadar “yabancılar”dan temizlenmiş ve türdeş bir görünüme kavuşmuştu. 1945’ten sonra 15 yıl boyunca Almanlar tam da hayal ettikleri gibi neredeyse tamamı sarışın ve renkli gözlülerden oluşan bir ülkede yaşadılar. Hitler ölmüştü ama hayali olan “Aryan ülkesi” kurulmuştu nihayet ancak ülke 1960’larda yeniden yabancı iş gücüne ihtiyaç duydu.

Yeni Almanya’nın yeni Nazileri için elbette politik malzeme gerekiyordu o da 1960’lardan sonra gelmeye başladı. O dönemde Yunanistan, Portekiz ve Türkiye’den iş gücü transfer edilmeye başlandı. Geldik 1980’li yıllara. 1960 ile 1980 arasında geçen o 20 yıllık süre, arzuladığı politik malzemeyi yani “göçmen”leri elde eden Alman neofaşizmi için gelişme süreci oldu. Bu bağlamda hemen 1980’li yıllarda yabancılara yönelik şiddet eylemleri başlarken, eylemlerin sayısında iki Almanya’nın birleşmesinin ardından patlama yaşandı.

Saldırılar artıyor, insanlar ölüyor ama merkezi hükümet bunlar hiç olmuyormuş gibi davranmaya ya da inkâr etmeye devam ediyordu. Hükümetler, neonazilerin saldırılarını eleştirmiyordu bile. Hatta 90’ların meşhur Şansölyesi muhafazakâr Helmut Kohl, Mölln ve Solingen katliamlarından sonra düzenlenen protesto gösterilerine, “Böyle bir taziye turizmi benim için yabancı bir şey” diyerek katılmayı reddetmişti. Kohl, sanıyorum olay toplama kamplarına taşınmadığı sürece konuyu ciddiye almayı düşünmüyordu o sıralar.

Almanlar, sanayileşme dönemlerinde yabancı iş gücüne hep ihtiyaç duymuşlardır ama getirilen emekçiler her zaman “misafir” olarak görülmüştür. Almanya bu “geçici yabancıları” sadece ülke ekonomisine hizmet etmeleri için almıştır.

Toplu katliam hükümlüsü Almanya’da hâlâ yabancı düşmanlığının dozu hiçbir Batı ülkesiyle karşılaştırılamayacak derecede yüksek. Cinayet şebekesi lideri Adolf Hitler yaşasaydı, günümüz vatandaşlarıyla çok gurur duyardı eminim. Irkçılık sorununu salt şiddet eylemleriyle değerlendirmek doğru olmaz. Ülkede, ten renklerinden, dinlerinden, isimlerinden ötürü her gün ayrımcılığa uğrayan binler var.

Almanlar, milyonlarca göçmenle bir arada yaşadıklarını bir türlü kabul edemiyorlar. Almanların, yabancıyı reddetmekteki ısrarını hiçbir batı ülkesinde göremezsiniz. Almanlar kadar yabancılarla iç içe yaşayıp, onları görmezden gelen, yok sayan başka bir millet olduğunu sanmıyorum. Sadece iki kısım Alman için geçerli değil bu. Neofaşistler ya da neonaziler, yabancıları asla görmezden gelmiyorlar. Gelemezler de zaten. Eni konu tüm politik faaliyetlerinin yegâne materyali “göçmenler” ne de olsa.

İkinci kısımda yer alanlar ise antifaşist Almanlar. Onlar yabancılarla her alanda dayanışma içindeler ve kültürlerin bir arada eşit olarak yaşayabileceklerini savunuyorlar. Ortada kalan kısmın önemli bir bölümünün yabancılar konusunda duygusal olarak faşistlere yakın durduğunu söyleyebiliriz. Berlin’de bir alt geçidin duvarına büyük harflerle yazılan “İslam mı? Nazileri tercih ederim” cümlesi konuyu yeteri kadar açıklıyor sanıyorum.

Almanlar, sanayileşme dönemlerinde yabancı iş gücüne hep ihtiyaç duymuşlardır ama getirilen emekçiler her zaman “misafir” olarak görülmüştür. Almanya bu “geçici yabancıları” sadece ülke ekonomisine hizmet etmeleri için almıştır. Batı’nın kendine benzemeyeni aşağılayıp dışlaması, hatta “ötekine” düşman gözüyle bakması meselesi, adı “ırkçılık” olarak konulmuş bir gerçek. Avrupa, genel itibarıyla ırkçı bir kıta ve bu kıtanın en ırkçı ülkesi ise Almanya. Aksi hâlde, 2. Dünya Savaşı’nda, insanlığa yaşattıkları onca acıya ve utanca rağmen Almanlar için faşizm yeniden bir yönetim şekli olarak siyasi ajandalarda yerini alabilir miydi?

Öte yandan, Almanya’da gerek Yahudiler gerekse genel olarak ırkçılık üzerine hazırlanmış istatistik verilere dayalı ampirik çalışmalar son derece az. Bu tür araştırmaların sayısının az olması Almanların kendi geçmişleriyle hesaplaşma konusunda pek de gönüllü olmadıklarının ya da düşünüldüğünün aksine, geçmişe ilişkin vicdani sorgulama işinden sıkıldıklarının göstergesi olarak algılamak gerekiyor.

Doğrudur, Almanlar 2. Dünya Savaşı’nın ardından Nazi rejimini, faşizmi ve ırkçılığı şiddetle eleştirdiler ve reddettiler ancak bu eleştiri mekanizmasının resmi dile daha fazla hâkim olduğunu görüyoruz. Bu, Almanya’nın yeniden uygar dünyaya kabul edilmesi için gerekliydi, o kadar.

Parlamentoda koltuk işgal eden neonazi partisinden cesaret alan çok sayıda Alman, emniyetinde aşırı sağcı formasyonun farkında olduğu için rahat bir şekilde ırkçı tacizlerde bulunuyor.

Ancak resmi dile hâkim olan eleştiri jargonun halk içinde yani gayri resmi dilde pek de beğenilmediğini ve kullanılmadığını anlıyoruz. Amerikalı sosyologların 1946-1949 yılları arasında yürüttükleri bir araştırmada, Alman halkının yüzde 48’inin “nasyonal sosyalizmin iyi bir şey olduğuna ama hatanın öğretinin içeriğinden değil uygulanış biçiminden kaynaklandığına inandığını” gösteriyordu.

1970’lerin sonlarında yayımlanan bir diğer araştırma ise her üç Alman’dan birinin “Hitler’in dünya savaşını başlatmamış olsaydı Alman ulusunun yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri olacağına inandığını” ortaya koyuyordu. Bu araştırmalar günümüzde yapılsa farklı bir sonuç elde edileceğini düşünmüyorum.

Zamanımıza döndüğümüzde o yıllardan bu yana değişen pek bir şey yok. Hatta bugün artık Hitler’in takipçisi neonazilerin daha rahat örgütlendiklerini ve propaganda yapabildiklerini görüyoruz. Örneğin, AfD gibi en güçlü kanadını neonazilerin oluşturduğu bir parti, Federal Meclis’te, “ırkçı/faşist” şovlar icra edebiliyor, milletvekilleri, “gönderin artık şu göçmenleri” temalı konuşmalar yapabiliyor. Hatta bu da yetmiyor bu partinin faşist milletvekilleri, Meclis’teki odalarında neonazi liderleri misafir edip, onları Meclis koridorlarında sol kanat milletvekillerine sözlü olarak saldırtabiliyorlar. Tablo böyle.

SINIR AŞILMAK ÜZERE

Almanya’da ırkçılık market kasasından doktor muayenehanesine kadar uzayan bir zeminde her geçen gün gelişerek yayılıyor. Parlamentoda koltuk işgal eden neonazi partisinden cesaret alan çok sayıda Alman, emniyetinde aşırı sağcı formasyonun farkında olduğu için rahat bir şekilde ırkçı tacizlerde bulunuyor. Berlin’de bir markette, siyahi bir kadına, herkesin gözü önünde açık bir şekilde ırkçılık yapan Alman kasiyer kadına, bu durumdan nasıl kurtulacağı konusunda tüyolar verirken görüntülenen bir polis memuru epeyce konuşulmuştu.

Tüm bunların yanı sıra, Alman eğitim müfredatında Nazi rejimine ve neden olduğu katliamlara ilişkin bilgiler içeren kısımların iyice kısaltıldığı ifade ediliyor. Araştırmalar ayrıca, orta gelirli ailelerin çocuklarının, “ülkede artan mülteci varlığı nedeniyle gelecek ve iş kaygısı yaşadığını, ileride yaşanabilecek olumsuz durumlardan mültecileri sorumlu tuttuğunu” gösteriyor.

Bu veri, Alman demokrasisinin geleceğine ilişkin nasıl bir tablo ile karşı karşıya kalınacağı hakkında ipucu içeriyor. Kötü olan şu ki siyaset, kurumlar ya da ırkçı olmayan vatandaşlar dahi gidişata ilişkin üç maymunu oynuyor. Mesele artık toplumun her katmanından insanların bir arada olduğu ulusal birlikteliklere kadar sıçramış durumda. Örneğin, Sol Parti’nin (Die Linke), içerisinde yer alan bazı gruplar, birkaç gün önce yaptıkları açıklamalarda, “Bazı kentlerde Paskalya yürüyüşlerinin giderek daha fazla aşırı sağcıların tekeline girdiği” uyarısında bulundu.

Kötü olan şu ki siyaset, kurumlar ya da ırkçı olmayan vatandaşlar dahi gidişata ilişkin üç maymunu oynuyor. Mesele artık toplumun her katmanından insanların bir arada olduğu ulusal birlikteliklere kadar sıçramış durumda.

Bu bağlamda, Almanya’da iç istihbarat birimi Anayasayı Koruma Teşkilatı Başkanı Thomas Hâldenwang’ın, düzenlediği bir basın toplantısında kullandığı, “Antisemitizm meselesinde ülkenin içerisinde bulunduğu durum berbat. Yahudi vatandaşlarımız bize ülkeyi hangi noktada terk etmeleri gerektiğini sormaya başladı” ifadesi “ırkçılık” sorununun hangi boyutlara ulaştığı konusunda bir fikir sahibi olmamıza yardımcı oluyor. Bu açıklama, Nazi Almanyası tarafından yaşatılan utançları bertaraf yöntemi olarak, uzun zamandır post-faşistlerin katliam, kan ve barut kokan eylemlerini “görmezden ve duymazdan gelme” konusunda bir hayli ustalaşan Almanları epeyce rahatsız etmişti.

Sonuç olarak, Doğu Almanya’nın yıkılması öncesinde, sosyalist sistem içerisinde bulunan Almanların büyük bir çoğunluğu, Yazar Stephan Hermlin’in deyişiyle, Nazi Almanyası’nda vatandaşların en az yarısının antifaşist olduğunu düşünerek yaşıyorlardı. Tıpkı günümüz demokrat Almanlarının, toplumun en az yüzde 80’inin anti-Nazi olduğunu düşünerek yaşaması gibi.

Ne kadar optimist bir akış açısı. Bunun böyle olmadığı neonazi partisi AfD’nin oy oranlarından açık bir şekilde belli oluyor. Bu ırkçılık sorunu, Nazi rejimi sonrasında kurulan ve özgürlük, insan onurunu muhafaza, barış, eşit haklar ile vicdan-din özgürlüğü perspektiflerinde şekillenen yeni Almanya’nın kurum ve kuruluşlarıyla üstesinde gelebileceği sınırın ötesine geçmek üzere. Durum bu.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI