Çarşamba, Nisan 17, 2024

Ali Kemal ve Mustafa Kemal Arasında Bir Diplomat: Zeki Kuneralp

Uğur Mumcu’nun kitabından oyunlaştırdığı AST’ın ‘Sakıncalı Piyade’ tiyatrosunu daha çocukken izlemiştim Mersin’de. Sonradan gelen 1980 darbesi ile çevre ‘sakıncalı’dan geçilmez oldu; arkadaşlar, öğretmenler, akrabalar… Ülke tarihinde çok sıradan vakalardı bunlar, ama ‘tarih’ gibi soyut değildi hayat. ‘Ateş düştüğü yeri yaktı,’ yüzbinlerce insan acı çekti, yargılandı, işinden oldu. Asılanlar da oldu, Ruhi Su gibi tedavi için bile yurtdışına gidişine izin verilmeyenler de.

Her devrin ‘sakıncalılar’ı var. Liste, hem yakın hem eski örnekleriyle uzun. Bugün size bir ‘istisna’ anlatacağım, listenin bazen delinebildiğini…

Yıl 1941. Bir gün Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün önüne bir dosya gelir. Dosya, Dışişleri Bakanlığı sınavını birincilikle kazanan Zeki Kuneralp hakkındadır. Dosyanın tepesine itinayla ‘sakıncalı’ notu yerleştirilmiştir. İnönü’nün önüne gelen, Damat Ferit hükümetinin Dahiliye Nazırı Ali Kemal’in oğlunun dosyasıdır. Ali Kemal, İnönü ve Mustafa Kemal’in yakalanması için valiliklere genelge gönderen, Kurtuluş savaşının amansız muhalifidir. İnönü, Ali Kemal’i en son İzmit tren istasyonunda linç sonrası darağacında sallanırken görmüştür.

Sınavı birincilikle kazanan ve 7 dil bilen oğul Zeki, Türkiye Cumhuriyeti’ni yurtdışında temsil etmeye taliptir. Sınavlardaki başarısına rağmen, linç yemiş bir baba gölgesi demoklasin kılıcı gibi başında sallanır Zeki’nin.  Dışişleri bürokratları tedirgindir, kefil olmak istemezler. İnönü dosyayı inceler ve kararını verir:

Ne var yani? Babasından dolayı başarılı olan oğlunu yok saymak mı gerekir? Hiçbir çocuk babasının günahlarından dolayı suçlanamaz’ diyerek ileride ‘Türklerin Büyükelçisi’ olarak anılacak Zeki Kuneralp’in önünü açar. İnönü, ‘Biz Cumhuriyeti kanla kurduk ama insanla büyüteceğiz. Ben bunu Gazi’den öğrendim’ der. Genç diplomat adayını umutsuzluğun ve geçmişin karanlığından çekip çıkaran isim İsmet İnönü’dür.

Suçun şahsiliği ilkesinin yok olduğu ve hatta suçsuz cezaların icat edildiği günümüz için de önemli bir devlet ve adalet terbiyesi içerir İnönü’nün tutumu. Kinle, rövanş duygusuyla değil, serinkanlılıkla ve liyakati esas alarak verir kararını.

‘Türklerin Büyükelçisi’ diye anılan Zeki Kuneralp’in yaşamı bir başarı öyküsü olmasının yanı sıra trajik bir tarihsellik de sunar. Bir linç sonucu 8 yaşında babasını kaybeden Zeki’ye babasının ‘hain’ damgası gölge bir miras olarak kalır.

Soyundan ve kimliklerinden önce bir birey olarak kabul görebilmek zordur Doğu toplumlarında. O nedenle de cemaat kültürü yaygındır, sağ-sol-dindar bir cemaate aidiyetin sağladığı konfor, birey olmaya tercih edilir genellikle. Zeki Kuneralp’in bu mirasa ve önyargılara karşı bir ‘birey’ olarak var olma mücadelesi çok kıymetlidir.

Zeki Kuneralp’in babası Ali Kemal’in yaşamı bilinmese de damgası bilinir. Bizim tarihteki bir başka ‘hain’ kült isim Çerkez Ethem’dir. Nurer Uğurlu’nun Çerkez Ethem’in ağzından Nazım’a yazdığı enfes bir şiir vardır. ‘Kurtuluş Savaşı Destanı’ şiirinde kendisine hain diye seslenen Nazım’a sitem eder, ‘A be Nazım bir topraktan iki hain mi çıkar?’ diye.(*meraklısı için) Bir milletvekili arkadaşım, çocukken Çerkez kimliğini sakladığını, tarih kitaplarında hain olarak nitelenen Çerkez Ethem’den dolayı kendisinin de hain görülmesinden çocuk yaşta çok korktuğunu anlatmıştı.

Bireyi ‘özne’ olarak görmeyen toplumlarda, çocuklar bazen ailenin günahına ortak edilir. Bu kült figürlerin çocuklarına onların bir dahli olmasa da ‘hain’ damgası gölge bir miras olarak kalır. Çocuk dünyasında gölgeler ejderhaya dönüşür, daha da büyür, içinizdeki korkuları da büyütür. Çocukları o gölgeler aleminden ışıklara taşımak, onları özneleştirdiği gibi özgürleştirir de.

Ali Kemal’in Gölgesi

Ali Kemal sadece Zeki Kuneralp’in babası değil, İngiltere Başbakanı Boris Johnson’un da büyük dedesi olarak son zamanlarda tekrar gündeme gelen tartışmalı bir tarihsel kişilik.

Çankırı’dan İstanbul’a taşınmış mum kethüdası bir esnafın oğlu olarak 1867’de İstanbul’da doğar Ali Rıza. Namık Kemal’den etkilenerek Kemal ismini kullanır. Mülkiye Mektebi’nde eğitim alır, Fransa, İngiltere ve İsviçre’de bulunur. Batı’daki düşünce hareketlerini yakından takip eder. İstanbul’a döndüğünde Avrupa’daki özgürlükçü fikir akımlarını yazılarıyla, konuşmalarıyla, cemiyet faaliyetleriyle topluma aktarmaya çalışır.

Yazar, gazeteci ve siyaset adamı olarak farklı görüşleriyle hep tartışmalı bir isim olur. Muhalif kimliğinden dolayı önce hapis, ardından Halep’te, Paris’te, Viyana’da, Mısır’a sürgün yaşar. Brüksel’de elçilikte çalışır, Mülkiye’de hocalık, gazetelerde başyazarlık yapar. Mizancı Murat’la birlikte İttihatçıların içinde yer alsa da fikir ayrılığı sonrası ayrılır. Kalemi çok keskin, üslubu tahrik edici olan Ali Kemal İttihatçıları ağır bir şekilde eleştirir.

Ali Kemal ilk evliliğini 1903’te yarı İngiliz yarı İsviçreli olan Winfred ile yapar. Bu evlilikten Selma ve Osman Wilfred adında iki çocuğu olur. 1909’da oğlunun doğumunun ardından eşini kaybeder. Ali Kemal, çocukları İngiltere’de anneannelerine bırakıp İstanbul’a döner. Anneanne kendi kızlık soyadı olan Johnson’ı torunlarına verir. Osman’ın Stanley adını verdiği bir oğlu olur. İngiliz Başbakanı olan Boris Johnson da 1964’te Stanley’in oğlu olarak dünyaya gelir.

Ali Kemal, İstanbul’a döndükten sonra Tophane Müşiri Zeki Paşa’nın kızı Sabiha Hanımla ikinci evliliğini yapar. Bu evlilikten 1914’te Zeki dünyaya gelir. İlk cihan harbi başlamış, vaziyet-i umumi oldukça karışık, hasta adam olarak nitelenen Osmanlı da komadadır.

Savaş sonunda, Ali Kemal Damat Ferit Paşa hükûmetlerinde önce Maarif, sonra Dahiliye Nazırlığı görevine getirilir. Osmanlı’yı hazırlıksız bir şekilde I. Dünya Savaşına sokan, İmparatorluğun yenilgisine neden olan İttihat ve Terakki kadrolarına kızgındır. Anadolu’daki Kuvayı Milliye hareketini de İttihat ve Terakki’nin devamı olarak görür. Ali Kemal’e göre Osmanlının yeni bir macerayı kaldıracak gücü yoktur, savaşla değil diplomasi ile barış yolları aranmalıdır. O nedenle Dahiliye Nazırı olarak, Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa’yı Enver Paşa gibi maceracı olarak görür, onların yakalanıp İstanbul’a gönderilmesi için valiliklere emirler gönderir. Ancak Büyük Taarruz’un başarılı olup, İzmir’in kurtuluşundan sonra 10 Eylül 1922’de ‘Gayelerimiz Bir İdi ve Birdir’ başlıklı son yazısında:

‘….bu memleketi harp ve darp ile yeniden maceralara düşürmemekti, çünkü bu maceraların akıbetini defalarca tecrübe etmedik mi, zarar, yine zarar, daima zarar idi. Yunan’ın İzmir’den denize dökülmesi, Edirne’nin istidat olunması,…..gibi bir saadeti hangi Türk takdir etmez?’ diye yazarak yanıldığını kabul eder ve özür diler.

Özür dilese de bu yazıdan bir ay sonra Beyoğlu’nda traş olduğu berberden Ankara’ya götürülmek üzere kaçırılır. Amaç, Ali Kemal’in İstiklal Mahkemesi’nde Hıyanet’i Vataniye Kanunu’na göre yargılanmasıdır. Ancak tren İzmit’ten geçerken 1. Ordu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa, resmi planın dışına çıkar, Ali Kemal’i istasyonda trenden indirir. Askerler ve ahali tarafından linç edilerek öldürülmesine izin verir. Tanınmayacak hale gelmiş cesedi tren istasyonuna asılarak sergilenir.

Tutuklanması istenen kişinin yargısız infazla linç edilerek öldürülmesi büyük tepkiye neden olur. Mustafa Kemal, İsmet İnönü gibi önde gelen komutanlar linç olayını tasvip etmezler. Hatta Atatürk Nutuk’ta zaferden hak etmediği pay çıkarmaya çalışan Nurettin Paşa’ya sert eleştiriler yöneltir. Aynı günlerde Lozan Konferansı’na gitmek üzere İzmit’ten geçen İsmet Paşa, treni program dışı durdurur, Nurettin Paşa’yı linç nedeniyle sorguya çeker.

Yaşamının kanlı bir şekilde sonlandırılması Ali Kemal’in sembol bir isme dönüşmesine yol açar. Oysa aynı dönemlerde kendisi gibi muhalif olan Refi Cevad ve Refik Halit gibi yazarlar sürgüne gönderilir, sonra da afla yurda dönmeleri sağlanır. Linç olayı ile akıllarda kalan Ali Kemal’e ‘vatan hainliği’ damgası da vurulur.

Zeki Kuneralp’in Yolculuğu

Ali Kemal, İzmit’te linç edildikten sonra annesi 8 yaşındaki oğlu Zeki’yi alıp, Türkiye’yi terk eder ve İsviçre’ye yerleşir. Paşa kızı genç bir kadın olmasına rağmen, Sabiha Hanım maddi ve manevi zorluklara göğüs gererek oğluyla iki kişilik mazbut bir hayat sürer. Ölene kadar oğluna kol kanat gerer. Babasız büyüse de bilinçli bir annenin elinde çok iyi bir eğitim alır. Paris’te eğitim gördüğü bir yılın haricinde Kuneralp doktora eğitimi de dahil tüm öğrenimini İsviçre’de tamamlar.

İsviçre’de kalıp parlak bir kariyer yapma olanağı varken, çok radikal bir karar verir ve 1938’de Türkiye’ye döner. ‘Paris’te üniversiteye gittiğim zaman hasrete dayanamadım ve Bern’e döndüm. Öylesine seviyordum İsviçre’yi. Üniversite bitince birden asıl yerimin vatanım olduğunu hissettim.’ Artık, çok küçükken ayrıldığı ülkesine dönmek ve hizmet etme idealini hayata geçirmek istemektedir. Türkiye’ye döndüğünde amacı akademik kariyerdir, İstanbul Üniversitesi’ne başvurur, ancak ‘hainin oğlu’ diye başvurusu reddedilir.

O sırada bir arkadaşı memuriyete girmeden önce askerliğini yapması gerektiğini hatırlatır. 1939’da iki buçuk sene yedek subay olarak askerlik yapan Kuneralp, ‘birçok bakımdan memleketin yabancısı idim. Ordudaki hayatım bu yabancılık duygusunu tamamen sildi. Terhis olduğumda ordunun manen borçlusu olarak sivil hayatıma döndüm’ diye yazar anılarında. Avrupa’da rahat şartlarda büyümesine rağmen askerlikte ‘memleketimden insan manzaralarına’ ortak olmanın kendisine müspet katkılar sunduğunu belirtir. Yeniden Avrupa’ya dönmek yerine, Dışişleri’ne memur alınacağını öğrenince sınava girer ve birinci olarak kazanır. Ama önünde çok önemli bir engel vardır: Babasının gölgesi…

Cumhurbaşkanı İnönü Kuneralp’in Dışişlerine girebilmesinin önünü açarak aslında başında sallanan Demokles’in kılıcını almakla kalmaz, Zeki’nin üzerindeki gölgeyi de kısmen kaldırır.

Önemli bir diplomat olan Kuneralp’ın ‘Sadece Diplomat’ kitabından da anlaşılacağı gibi işini en iyi şekilde yapmak, ülkesini en iyi şekilde temsil etmek yaşamının ulvi amaçlarındandır. Kitabında Prens Philip ile bir görüşmesini aktarır. Philip kendisine ‘Hayatta diplomasiden başka bir şey yaptınız mı?’ diye sorar. Kuneralp ‘Hayır, Altes, sadece diplomat idim’, diyerek karşılık verir. Gerçekten de işini bir sanatçı titizliği ile çok severek icra eder, emek yoğun bir çalışma ve disiplinle Türk dış politikasının yapımına önemli katkılar sunar.

1941’te göreve başladığı ilk ‘çıraklık döneminde’ Ticaret Dairesi’nde Şükrü Saraçoğlu, Numan Menemencioğlu gibi Türk diplomasisinin önemli isimleri ile çalışmakla kalmaz, eşi Necla Hanımla da tanışır. 1943’te evlenerek Bükreş’teki göreve giderler birlikte.

Kuneralp’in kariyerindeki önemli dönüm noktalarından biri Dışişleri Bakanlığı’nın efsane ismi Fatin Rüştü Zorlu ile çalışma imkânı yakalamasıdır. Fatin Rüştü II. Dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin yeni dünyada yerini almasını sağlayan ve bunun için gece gündüz çalışan vizyoner bir diplomattır. Fatin Rüştü ile çalışmak zor olsa da onun tedrisatından geçmek hem uzmanlaşmasına hem de kariyerinde yükselmesine katkıda bulunur o dönem. Savaş sonrası uluslararası alandaki yalnızlığını aşmaya çalışan Türkiye’nin önceliği içerde çok partili hayata geçmek, dışarda da Batılı kurumlara entegre olabilmektir. Fatin Rüştü bu amaçları gerçekleştirecek parlak, zeki, kültürlü, dünyayı bilen kadrolara ihtiyaç duyar. Çok sınırlı bir kadrosu olan Dışişleri’nde Kuneralp gibi doktoralı, 7 dil bilen, çalışkan bir diplomat çok kıymetlidir.

Savaş sonrası yeniden şekillenen dünyada Türkiye’yi Batılı, medeni dünyaya hazırlayan çekirdek kadroda yer alması Türk dış politikasının öncelikli konularında uzmanlaşmasını da sağlar. Örneğin, Rusça da öğrenen Kuneralp, Türk-Sovyet ilişkileri konusunda kilit isimlerden olur.

Türkiye’nin güvenliği açısından kritik öneme sahip olan NATO’ya üyelik sürecinde Kuneralp yoğun çalışmalar yapar Zorlu’yla. Sonrasında Paris’te NATO temsilciliğindeki göreviyle bu konudaki uzmanlığını daha da geliştirir. Bir başka uzmanlık alanı Kıbrıs’tır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuran anlaşmalarda yoğun çalışması sonucu Kıbrıs konusunun beyniolarak anılır.

Kuneralp, bu uzmanlıkların yanı sıra Bakanlıkta arşivciliğe de önem verir. Ayrıca, Dışişleri Akademisi kurarak, meslek memurlarının yetişmesine, seçtikleri mesleğin memleketin gelişmesinde oynadığı önemli role dikkatleri çekmeye çalışır.

Büyükelçi ünvanı ile görev yaptığı ilk yer Bern’dir. Büyüdüğü bu memleketin halkı tarafından da kendilerinden biri olarak görülür. Almancayı Bern lehçesiyle konuştuğu için İsviçre Dışişleri Bakanı’nın Dikkat edin tehlikeli bir büyükelçidir. Kendisiyle bir müddet konuştuktan sonra yabancı olduğunu unutursunuz’, nüktesi akıllardadır hala.

Bern’de olduğu sıralar 1960 darbesi sonrası Zorlu’nun idamı Kuneralp’i çok sarsar. NATO, Kıbrıs, Bandung Konferansı, Balkan Paktı, Bağdat Paktı gibi Türk dış politikası açısından tüm kritik konularda birlikte çalıştığı, tecrübelerinden yararlandığı Bakanının idamı travmatiktir. Zeki Kuneralp’ın oğlu Büyükelçi Selim Kuneralp babasının, yemekten içmekten kesilecek kadar idamlardan etkilendiğini belirtir.

Kuneralp, iki defa Dışişleri Genel Sekreterliği yapar, iki kez Londra, ardından da Madrid’de büyükelçilik görevlerinde bulunur.

1972’de Madrid’e büyükelçi olarak atanan Kuneralp orada İspanyolcayı da öğrenir, iki toplumun kaynaşması ve birbirini tanıması adına pek çok çalışmalarda bulunur.

O dönem ASALA terör örgütü yurtdışında Türk dışişleri çalışanlarını hedef alan saldırılar düzenlemeye başlar. Ünlü tarihçi Andrew Mango Madrid’de bir öğle yemeğinde Kuneralp’e bir önlem alınıp alınmadığını sorar. Kuneralp Schiller’den alıntılayarak ‘Nasıl öleceğini bilmeyen adam, nasıl yaşayacağını bilir’ der. Ama yaşamının bir başka dramıyla Madrid’te karşılaşır. Kız kardeşini kaybeden Necla Hanım, eniştesi emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu’nu Madrid’e davet eder. Bir organizasyon için büyükelçilik konutundan birlikte ayrılacakları sırada, son anda çıkan bir görüşme sebebiyle Zeki Bey eşi ve misafirine katılamaz. Konuttan ayrılan elçilik aracına yaklaşan bir arabadan ASALA teröristleri ateş açar. Zeki Kuneralp’in eşi Necla Kuneralp, Beşir Balcıoğlu ve İspanyol şoför olay yerinde hayatını kaybeder.

Hayat arkadaşını kaybeden Kuneralp ‘Madrid büyükelçisi olarak hedef bendim, onlar öldü’, diyerek kendini sorumlu tutar. Bu terör saldırısı büyük bir infiale yol açar. İspanya Kralı Juan Carlos: Böyle bir olayın meydana geldiği ülkenin devlet başkanı olmaktan utanç duyuyorum’ diyerek taziyelerini iletir. Bu acıyı atlatması zor olsa da emekli olana kadar Madrid’de görevinin başında kalır.

Emeklilik sonrası Kuneralp İstanbul’a döner annesi Sabiha Hanım ile yaşar. Birçok dramı birlikte göğüsleyen ana oğul yeniden bir araya gelir. Kuneralp’in MS hastalığı hareket kabiliyetini sınırlar, tekerlekli sandalye ile yaşamak durumunda kaldığında Sabiha Hanım yine oğlunun yanındadır. 1981’de anılarını kaleme aldığı ‘Sadece Diplomat’ kitabını yayınlar. Diplomatların anılarını yazma geleneğini de teşvik eder böylece. G. Lewis, kitabı Just a Diplomat başlığıyla ile İngilizce’ye kazandırır.

Gayemiz bir idi

Bir diplomat olarak Atatürk’ün politik mirasını sürdüren Kuneralp, babası Ali Kemal’e yöneltilen suçlamalar hakkında yetişkinliğine dek bilgi sahibi olmaz. Kuneralp, babasının kaleme aldığı son yazısında yanıldığını teslim etmesini ve ‘gayelerimiz bir idi ve birdir’ açıklamasını Mustafa Kemal’e ve Millî Mücadele’ye bir borç açıklaması olarak önemser. Kuneralp, ‘Mustafa Kemal terddüd edenleri dinlemedi. Yarım değil tam zafer istedi. İstediği oldu, tarih ona hak verdi. Ali Kemal de anladı ki sulh ve selamet her zaman hedefe götürmez, bazen harp ve darp iktiza eder. Büyük Zaferden sonra yazdığı başmakalede – ki bu son makalesi idi, tarihi 10 Eylül 1922 idi, başlığı da: Gayelerimiz bir idi ve birdir- yanıldığını teslim etti’.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan zorlu bir süreçte trajik bir baba-oğul hikayesi Ali Kemal ve Zeki Kuneralp’in yaşamı. Ama aynı zamanda ‘Biz Cumhuriyeti kanla kurduk ama insanla büyüteceğiz,’ diyen İnönü’nün, Kuneralp’i özgürleştirerek gerçekte cumhuriyetin erdem ve liyakat köklerini derinleştirmesinin de bir öyküsü. 

(*)

ÇERKEZ ŞAHANI ETHEM’DEN ŞAİR NAZIM’A MEKTUP

İlkyaz, Beyrut

“Ferhat’ın kardeşi sevgili Nâzım
Önce Akdeniz’den selam ederim
Açınca bağrında o mor sümbüller
Itırlar reyhanlar acı kekikler
Özlem dolu gözlerinden öperim

Duydum ki sen bize ‘hâin’ demişsin
‘Â’nın üstüne bir çizgi çekmişsin
Yeşilden ilkyaza varınca durdum
Kendime bu uzun öyküyü sordum
Baktım ki sen bize konuk gelmişsin

Vurunca otelin camına rüzgar
İnan bu söze değil. İçim sızlar
Şiiri bir ömür yücelten insan
Nasıl olur bu lafı söyler canan
Bir topraktan iki “Hâin” mi çıkar”

Nurer Uğurlu

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI