Cuma, Nisan 19, 2024

Pandemi günlerinde eğitim -3-

Kovid-19 salgını, Türkiye’deki öğrenciler arasında zaten var olan birçok eşitsizliği daha bir artırmaya devam ediyor. Ve bu süreç bitiminde, ülkemizdeki öğrencilerin ezici çoğunluğuna yoksulluğu ve yoksunluğu öğrenmek dışında hiçbir şey vaat edemiyoruz. Ve halen, birçok eğitmen, birçok entelektüel ısrarla yüz yüze eğitimden vazgeçmemiz gereken bir durum yaşadığımızı öne sürüyor. Öyle mi gerçekten?

Bu yazının ilk iki bölümünde salgın günlerinde eğitime ilişkin dünya genelinde ve Türkiye özelinde koşullar ne denli zorlayıcı olursa olsun, eğitimin yüz yüze yapılması noktasında diretilmesi, bunun seçilmesinin eğitim hakkını korumak adına bir zorunluluk olduğunu dile getirmiştim. Çünkü eğitime ilişkin iki seçenek var önümüzde: ya eğitim hakkını savunacağız ya da eğitimden süratle vazgeçen yaklaşımların yol açacağı felakete hep birlikte suç ortaklığı yapacağız!

Şu halde, öncelikle nasıl suç ortaklığı yaptığımızı görmemizde fayda var: işte son dönemlerde yaşananlar ve bu yaşananların ifade ettikleri…

Yetkili makamların birbirinden habersiz günübirlik kararları

5 Ekim 2020 Pazartesi günü cumhurbaşkanı tarafından 12 Ekim tarihinden itibaren ikinci, üçüncü, dördüncü, sekizinci ve on ikinci sınıflarda da yüz yüze eğitime başlanacağı açıklandı ve Milli Eğitim Bakanı da bu açıklamayı kısa süre içinde tekrarladı. Bu yeni sürecin nasıl yürütüleceğine ilişkin genelge ise ancak 8 Ekim 2020 Perşembe gecesi ilan edildi.

Aylardır her tür senaryoya ilişkin tüm hazırlıklarını eksiksizce yaptığını öne süren Milli Eğitim Bakanı, bu geçiş sürecinde okulların yapması gereken hazırlıklar için sadece 3 günlük, iş günü olarak ise sadece 1 günlük bir süre tanımayı yeterli gördü. Bu sürede okulların yeni duruma ilişkin en başta ders programı olmak üzere tüm organizasyonlarını hatasız bir şekilde yapması gerektiğini genelgede özellikle belirtti.

Ve bizler acı bir şekilde öğrendik ki; aylardır öylesine titiz bir hazırlık yaptığını günü gününe tekrar eden Milli Eğitim Bakanı, yüz yüze eğitime nasıl geçileceğine ilişkin bir genelgeyi önceden hazırlatma gereğini duymamış!

12 Ekim 2020’de belirtilen kademelerde yüz yüze eğitime başlandı. Bu arada Sağlık Bakanlığı ve önerilerinin dikkate alındığı iddia edilen bilim kurulu üyelerinin talimatı üzerine okullarda öğle yemeğinin verilmemesi kararlaştırıldı. Dahası kantinlerin de kapalı tutulması durumu devam ettirildi.

Ve bizler yine acı bir şekilde öğrendik ki; aylardır öylesine titiz bir hazırlık yaptığını günü gününe tekrar eden Milli Eğitim Bakanı, öğrencilerin yüz yüze eğitim esnasında beslenme düzenlerini nasıl koruyacaklarına ilişkin bir hazırlık yaptırma gereği de duymamış! Sürecin en başından beri tüm sağlıkçılar tarafından sık sık vurgulanan bağışıklık sisteminin güçlü tutulması için beslenme düzene dikkat edilmesi yönündeki tüm uyarılar karşısında, günde 6 ila 8 ders görecek öğrencilerin beslenmeden de bu süreci geçirebileceği düşünülmüş yani –ya da hiçbir şey düşünülmemiş. Elbette gelen haklı tepkiler üzerine bu karardan bir-iki hafta içinde dönüş yapıldı ve kantinlerin açılmasına izin verildi.

Gelgelelim tam bu zamanlarda Sağlık Bakanı tarafından “hasta” ve “vaka” kavramları arasındaki ayrım öğretilmeye başlandı. Ve bizler yine acı bir şekilde öğrendik ki, Sağlık Bakanlığı tarafından gerçek bilgiler aktarılmıyormuş, yalan söyleniyormuş!

Sonrasında 17 Kasım 2020 Salı günü öğle saatlerinde öğretmenlere şöyle bir kısa mesaj gönderildi:

Değerli Meslektaşım, yeni dönemdeki yüz yüze ve uzaktan eğitim uygulamalarımızı değerlendireceğimiz; kişisel gelişim, kültür, sanat ve bilim insanlarıyla iç içe bir mesleki çalışma haftasına başlıyoruz. Programımızın tüm detayları linkte, yarın sabah görüşmek dileğiyle. – Ziya Selçuk Milli Eğitim Bakanı

Aynı gün içinde birçok ilçe milli eğitim müdürlüğü, birinci dönem tatili sonrasında 11. sınıflara yönelik destekleme kursları vermek isteyen okulların kurs programlarını gün içinde göndermeleri gerektiğini hatırlattı okul yöneticilerine. Görünen oydu ki, 11. sınıflarla belirli günlerde yüz yüze eğitime başlanması planlanmaktaydı artık.

Ve fakat ne olduysa oldu ve aynı günün akşamında cumhurbaşkanı, okulların yıl sonuna kadar yüz yüze eğitime kapatıldığını duyurdu! Ve bizler yine acı bir şekilde öğrendik ki, eğitime ilişkin kararlar Milli Eğitim Bakanlığı tarafından alınmıyor. Olası ki, alınan kararları Milli Eğitim Bakanı da bizlerle birlikte öğreniyor.

Sonrasında gerçek vaka sayılarını öğrenmeye başladık, süreci ne denli iyi yönettiğini gün be gün tekrar eden yetkili makamlar tarafından lütfedilen bilgi doğrultusunda birden Avrupa’daki en yüksek sayıdaki vaka sayılarına sahip olduğumuzu öğrendik.

Bir de süreç içindeki suç ortaklıklarımız söz konusu elbette.

Bitmeyen bir özel okul gündemi ve bir ezber olarak özel okul karşıtlığı

Sürecin başından beri Türkiye’de okul öncesinden liselere dek örgün öğretim içindeki oranı yüzde 9 civarında olan özel okullar, bu orana rağmen en çok suçlanan kurumlara dönüştü nedense. Bu oranlarına rağmen eğitime ilişkin gündemi en çok onlar işgal etti. Hatta bu durumu fırsat bilip, özel okul karşıtlığı pek çok söylem de kapladı etrafı –burada her fırsatta bu söylemlere sarılan belirli kesimlere ilişkin önemli bir hatırlatmada bulunmak yerinde olacaktır: bu ülkenin kurucusu da bir özel okul mezunudur, bilginize.

Türkiye’de 13 bine yakın özel okul bulunuyor. Ki bu sayının içine hiçbir şekilde denetlenmeyen özel öğretim kursları dâhil değil. Pandemi süreci boyunca, en çok hedef gösterilen kurumlardan biri olan bu okullar, Mart-Haziran sürecindeki yemek, servis vb gibi geri ödemeleri gereken ücretlerinin iadesini yapmamaları, uzaktan eğitim sürecinde öğrencilerini yalnız bırakmaları gibi pek çok konuyla itham edildi. Ve sanki 13 bine yakın özel okulun her biri aynı şekilde davranmış gibi geleneksel medyada ve sosyal medyada toplu bir şekilde bir günah keçisine dönüştürüldüler, her fırsatta dönüştürülmek isteniyorlar. Bununla birlikte Milli Eğitim Bakanlığı, pandeminin başlangıcından itibaren Sağlık Bakanlığıyla birlikte en çok gündemde olan bakanlık olmasına rağmen özel eğitim sektörü, hiçbir şekilde mücbir kurumlar arasına dâhil edilmedi ve hiçbir ekonomik yardım paketi onlar için devreye sokulmadı. Nihayet eylül ayı sonrasında KDV’nin bir yıllığına yüzde 8’den yüzde 1’e indirilmesi gibi bir uygulamaya gidildi. Fakat bu da zaten zarar etmekte olan sektördeki kurumların büyük çoğunluğu için hiçbir anlam ifade etmedi.

Öte yandan ülkemizdeki pek çok sektör gibi, büyük çoğunluğunun hiç de temiz bir şekilde çalışmadığı bu sektördeki birçok kurumun yaptığı uygulamalar da kabul edilebilir gibi değildi elbette. Sürecin başından itibaren, birçok öğretmen işten çıkarıldı, şayet işten çıkarılmadılarsa zaten esas ücretleri üzerinden değil asgari ücret üzerinden gösterilen maaşları ödenmedi ya da hiçbir yasal statü içinde yer almayan öğretmenler tümüyle göz ardı edildi. Dahası bilinçsiz veli baskılarına karşı, kayıt kaybetmek istemeyen bazı kurumlar ayan beyan bir şekilde bakanlığa sadece birkaç kilometre uzaklıkta, ülkenin başkentinin göbeğinde tüm yasaklara ve tüm tehlikelere rağmen yüz yüze eğitime devam etti ve bu kurumlara yönelik hiçbir denetim yapılmadı, hiçbir ceza verilmedi, hiçbir basın kuruluşu –bilhassa da pek bir muhalif olanları– bir muhabiri görevlendirip basit birkaç fotoğrafla bu durumu göstermedi, konuyu gündeme hiç getirmedi –dahası bizzat veliler de bu suça ortaklık etti…

Elbette bu süreci bir eğitim kurumu olma duyarlılığıyla sürdüren kurumlar da var –ve bunlar zannedildiği kadar az sayıda da değil asla! Ancak bu kurumlar hiçbir şekilde korunmadı, korunmuyor. Aksine “Hocam işte, pek çok okul kaçak göçek bir şekilde yüz yüze eğitim veriyor, siz niye vermiyorsunuz?” sorularına karşı, “Yasalara uyuyoruz” yanıtı adeta bir alay konusu gibi çınladı kulaklarda. Kaçak bir şekilde ders veren birçok eğitim kurumunda pek çok öğrenci ve öğretmen hastalandı ve bu hastalıklar okul yönetimlerince gizlendi, öğretmenler ve veliler ağızlarını açmadan bu yasadışılığa göz yumdu.

Niteliksiz öğretmenlerin rahatı nitelikli öğretmenlerin çilesi

Devlet okullarındaki altyapı eksikliğinin yanı sıra, öğrencilerin büyük çoğunluğunun içinde bulundukları çok kısıtlı yaşam çevrenleri içinde yürütülmeye çalışılan uzaktan eğitim faaliyetlerinde de pek çok sorun yaşanıyor. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, EBA üzerinden yapılan canlı derslere öğrencilerin yüzde 80’ine yakını katılamıyor ya da katılmıyor. Dahası katılan öğrencilerin yüzde 70’ine yakını da sadece çevrimiçi “bağlantı”da bulunuyor diye görünüyor –sesli ve görüntülü bir etkileşim söz konusu değil yani!

Bu koşullar altında nitelikli öğretmenler büyük bir çabayla yaşadıkları sorunlara ilişkin yetkili makamlardan yardım talep ederken, yetkili makamlar tek bir ağızdan EBATV’leri işaret ediyor ve susuyor.

Öte yandan, daha önceki bölümlerde belirttiğim gibi cumhuriyet tarihinin en niteliksiz öğretmen kitlesiyle yakalandığımız bu pandemi günlerde, bu niteliksiz öğretmenlerin rahatı gayet iyi –hiçbir şey yapmayarak maaş almanın zevkini yaşıyorlar doyasıya.

Pandemi günlerinde eğitim hakkını savunmak

Peki, pandemi günlerinde eğitim hakkını nasıl savunabiliriz? Yetkili makamlardaki insanların salgın koşullarını öne sürüp, dikkatlerimizi uzunca bir geçmişten beri zaten var olan eğitim krizinden uzaklaştırmaya çalışıp, her şeyin daha da kötüleştiği bir senaryoyu hayata geçirdiği, büyük bir çoğunluğa işaret eden niteliksiz öğretmenlerin gayet rahat bir vicdanla süreci yaşamakta olduğu bir ortamda eğitim hakkını nasıl savunabiliriz? Her seferinde sürdürülemez yaklaşımların verdiği zararlardan zarar beğenmek dışında nasıl bir şeyler yapabiliriz? Şimdi düşünmemiz gereken sorular bunlar işte. En acil olanlarına ilişkin şu üç öneride bulunabilirim:

  1. Her ne olursa olsun yüz yüze eğitim öncelikli amaç olarak değil öncelikli seçenek olarak benimsenmelidir. Ve okullar derhal açılmalıdır.

Çünkü okulların kapalı kaldığı her an öğrencilerin yüzde 90’ınına yakını hiçbir eğitim görmüyor! Milli Eğitim Bakanlığı da artık, Sağlık Bakanlığının yaptığı gibi yalana başvurmaktan uzaklaşıp bu apaçık gerçeklik üzerine hareket etmesi gerekiyor artık.

  1. UNESCO işbirliğinde gerçekleştirilen Okulum Temiz Projesi gönüllülük esasına göre değil zorunluluk esaslarına göre yürütülmeli ve tüm okulların bu proje esaslarına uygun şekilde Okulum Temiz Belgesi’ni alacak şekilde gerekli koşulları yerine getirmesi sağlanmalıdır.

Bu projeye destek veren okullarda salgın günlerinde de eğitim faaliyetlerinin sürdürülebilir olduğu yüz yüze eğitim deneyiminin yaşandığı kısa süre içinde önemli ölçüde görülmüştür. Ki eksikliklere ilişkin söz konusu proje daha da geliştirilebilir. Ancak burada en önemli olan husus, devlet okullarının yetersiz bütçe nedeniyle bu projeye katılamamış olmasıdır. Bizzat bakanlığın aktörlerinden biri olduğu bu projede, devlet okullarına gerekli bütçenin sağlaması zorunluluktur.

  1. Aşılama sürecinde sağlık çalışanlarından sonra eğitim çalışanları öncelikli kesimlerden biri olarak değerlendirilmelidir.

Sürecin başından itibaren şu ya da bu şekilde eğitim üzerine kararlar almaya eşlik eden bilim kurulu üyelerinin bu konudaki hassasiyeti büyük önem taşıyor –ya da hiç olmazsa bu konuda bireysel olarak değil kurul olarak hassas davranmaları gerekiyor. Her ne kadar bakanlığın “hasta” ile “vaka” sayısı üzerine yaptığı kabul edilemez açıklamalara karşı kurul olarak bir tepki verme gereği duymadılarsa da bu konuda, “insan yaşamına en üst düzeyde saygı gösterme”nin de içinde yer aldığı meslek yeminlerine uygun bir şekilde davranmaları ve bizzat yurttaşı oldukları bir ülkenin insanlarına da bu saygıyı göstermeleri gerekmektedir.

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER