Perşembe, Nisan 25, 2024

Alevilerin Devletle ilişkisi meselesi ve AKP’nin Alevi Açılımları

Rıza Yıldırım “Aleviler ne istiyor?” yazı dizinin ikincisinde tarihsel bağlamda Alevilerin devletle ilişkisi yazdı. Yıldırım, “Kağıt üzerinde Aleviliğin inanç boyutundan itina ile imtina edildiğini adeta gözümüze sokuyor. Zaten başkanlığın Kültür Bakanlığı bünyesinde kurulması bu konuda hukuki ve yasal yaklaşımın Aleviliği bir kültür olarak görüp inanç boyutunu yok sayacağına dair en güçlü sinyal.” diyor

En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyerek başlayayım: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen haftalarda açıkladığı formül laik bir devlet yapısında Türkiye’nin Alevilik meselesinin çözümü için makul görünüyor. Basına yansıdığı kadarıyla, AKP’nin bu en son açılımı Kültür Bakanlığı bünyesinde bir Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı kurulmasını ve cemevleri dahil Alevi toplumunun kültürel ve (üstü örtük bir şekilde) ‘inançsal’ faaliyetlerinin bu başkanlık riyasetinde düzenlenmesini öngörüyor. Esas niyetin inançsal alana müdahale olduğu aşikârken başkanlığın faaliyet ve yetki alanına dair aktarılan detaylar, kağıt üzerinde Aleviliğin inanç boyutundan itina ile imtina edildiğini adeta gözümüze sokuyor. Zaten başkanlığın Kültür Bakanlığı bünyesinde kurulması bu konuda hukuki ve yasal yaklaşımın Aleviliği bir kültür olarak görüp inanç boyutunu yok sayacağına dair en güçlü sinyal.

Başta söylediğim gibi, laik bir devlet yapısında Aleviliğin inanç boyutunun dışarıda bırakılması dahil birçok açıdan böylesi bir girişim olumlu sonuçlar doğurabilir (Elbette inanca müdahale niyeti hariç). Ancak ‘AKP rejimi’ diye adlandırmakta mahzur görmediğim şu andaki hibrit yapıda bu formülün ne Aleviler için ne de Türkiye’nin geneli için yapıcı sonuçlar doğurabileceğini sanmıyorum. (AKP rejiminin hibrit yapısından kastım teoride laik olmaya devam eden ancak icraatta dini referanslara göre hareket eden bir devlet aygıtıdır.)

Neden böyle düşündüğümün izahı için biraz tarihsel arka plana bakıp meselenin esasını tespit etmemiz gerek.

Aleviler hukuken hiçbir zaman Osmanlı siyasal-toplumsal entitesinin parçası olmadılar ve öyle de kabul edilmediler. Hukuken tanınmamış olduklarından devlet nezdinde herhangi bir tüzel kişilikleri veya tanınırlıkları da olamadı.

Bana göre meselenin esası Alevi toplumunun inanç kimliğinden sıyrılmadan kendilerinin de devleti olan T.C. devleti ile ilişki kurması meselesidir. Böyle bir ilişki Alevi tarihinde ilk defa kurulacağından her iki taraf da çekinmekte, ikircikli bir tutum takınmakta, sonuçta kaçınılmaz bir zorunluluğu sürekli ertelemektedir.[1] Son açıklama şayet devletin bu tarihi zorunluluğu artık daha fazla öteleyemeyeceğini anladığını gösteriyor ise ‘geç olsun güç olmasın’ demek lazım. Ancak işin içinde başka niyetler ve hesaplar olma ihtimalinin yüksek oluşu, daha da önemlisi mevcut devlet yapısındaki çarpıklıklar gönül rahatlığıyla böyle dememize izin vermiyor.

Problemin ne kadar derin olduğunu anlamak için Osmanlı dönemine kadar gitmemiz ve bugünleri üreten tarihsel şartlara kısaca göz atmamız lazım.

Toplumlar şüphesiz yeknesak bütünler olmayıp, içinde kültür, inanç, dil, gelenek, adet vs. gibi alanlarda farklılaşan daha küçük toplumsal üniteleri barındırır. Ancak belirli bir coğrafi alanda bir siyasal otoritenin tahakkümü altında yaşayan bir toplumun tamamını bir arada tutan ortak bağlardan bahsedebiliriz ki bu bağlar o toplumsal-siyasal düzenin üzerine oturduğu temeli oluşturur. Osmanlı düzeninde toplumun tamamını kuşatan bu bağlar Hanedan’a sadakat (saltanat) ve imparatorluğun hukuk düzenine tabi olmak (Şeriat) olarak özetlenebilir. Herhangi bir fert yahut topluluk bu iki bağla ana bütüne bağlandığı sürece Osmanlı toplumsal-siyasal düzeninde – ki Osmanlılar bu düzene ‘din ü devlet’ diyorlardı – kendine bir yer bulabilirdi.

Demek oluyor ki, Osmanlı din ü devlet düzeninde meşru (hukuki) bir yerin olabilmesi için hem Hanedan’ın mutlak siyasi otoritesini tanıman hem de Şeriat (İslam Hukuku) tarafından tanınman gerekiyordu. İslam Hukuku ise doğal olarak referanslarını İslam Dini’nden alıyor ve insanları üç ana kategoride değerlendiriyordu: Müslümanlar, zımmi hukukuna tabi ehl-i kitap (Osmanlı’da Hıristiyan ve Yahudiler) ve hukuk dışı olanlar. Osmanlı devleti ancak ilk iki kategori ile meşru (hukuki) ilişki kuruyor, üçüncü gruba girenleri hukuken kategori dışı oldukları için teorik olarak yok varsayıyordu. Yani hukuken Osmanlı reayası (19. yüzyılda ‘teba’ oldular) Müslümanlar ve ehl-i kitaptan oluşmaktaydı. Müslümanlığın kriterleri ve sınırları ise aynı zamanda devletin bürokratik aygıtının bir parçası olan ulema tarafından belirleniyordu. Dolayısıyla o belirlenen sınırların dışında kalan kişi veya gruplar kendilerini ne kadar Müslüman görürse görsün hukuken Müslüman kabul edilmiyor, dolayısıyla Osmanlı siyasal-toplumsal entitesinin parçası olamıyorlardı. Anlaşılacağı üzere, bu nizam din, hukuk ve siyasal düzen arasında adeta özdeşlik ölçeğinde bir kurbiyet ilişkisi kuruyordu.

Alevilerin (tarihsel adı Kızılbaş) Osmanlı din ü devlet rejimindeki dini-hukuki-siyasi statüsü üçüncü kategoriye karşılık geliyordu. Osmanlı siyasal hükümranlığına baş kaldırarak doğmuş, Sünni şeriat düzenine uymayı reddeden ve kendi içinde bir inanç ve ibadet sistemine sahip Alevilik, Osmanlı din ü devlet rejiminin hemen her bakımdan karşıtını temsil ediyordu. Dolayısıyla, Aleviler hukuken hiçbir zaman Osmanlı siyasal-toplumsal entitesinin parçası olmadılar ve öyle de kabul edilmediler. Hukuken tanınmamış olduklarından devlet nezdinde herhangi bir tüzel kişilikleri veya tanınırlıkları da olamadı. Daha vahimi, Osmanlı hukuk düzeni Alevilerin can, mal ve namuslarını korumadığından (çünkü sistemde Alevilik hukuk dışı olarak tanımlanmıştı) haklarına yapılan en ağır tecavüzler bile cezai hükme tabi olmadı.

İster seküler-Kemalist elitin geleneksel İslam üzerinde DİB aracılığınla baskın olduğu dönemde olsun isterse İslamcılar, cemaatlar ve tarikatların çeşitli vesilelerle devlet işleyişini derinden etkilediği şu dönemde olsun, T.C. Devleti din ile bağını hiçbir zaman koparmadı.

Cumhuriyet’e geçiş Aleviler için teorik de olsa bir nefes alma ve rahatlama imkânı getirdi. Dönemin ruhuna uygun olarak din-toplum-devlet ilişkisi yeniden düzenlenirken, Aleviler de yeni inşa edilecek siyasal-toplumsal entitenin (millet-ulus) parçası olabilecek, malları ve canları yeni devletin seküler hukuk sistemi tarafından koruma altına alınacaktı. Osmanlı’dan farklı olarak Cumhuriyet Türkiyesi’nde toplumun tamamını bir arada tutacak bağlar devlete sadakat (vatandaşlık) ve seküler hukuk sistemine tabi olmak olarak belirlendi. Devlet mekanizmaları ve işleyişi dinden arındırılacak, din ve inançla ilişkili konular sivil alana yani her inancın mensuplarına bırakılacak, devlet sadece farklı inanç gruplarının kamusal düzene veya birbirlerinin haklarına tecavüzünü engelleyecekti.

Ancak insan malzemesi, tarihsel tecrübe ve dini-toplumsal şartlar pratikte belki de beklenmedik başka sonuçlar doğurdu. En başta, laiklik Türkiye’de mezhep kavgalarında yenişememenin sonucu olarak içeriden doğmamış, dışarıdan ithal edilmişti. Yine aynı sebepten, devlet ve elitler nezdinde egemen olan tek bir inanç biçimi (Sünni İslam) tevarüs edilmişti. Bu yüzden, teoride devleti dinden arındırarak her inanca sivil alanda güvence sağlama ilkesine dayanan laiklik Türkiye’de hegemon tek dinin kamuda nüfuzunu kırma mücadelesine dönüştü. Aynı şekilde, farklı inanç grupları arasında hakem benzeri bir rol takınması beklenen devlet doğrudan inançla mücadele etme misyonunu üstlendi.

Sivil alanda kendi haline bırakılamayacak kadar güçlü ve tehlikeli görülen İslam, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla kontrol altına alınacak ve yeni rejime göre ‘ehlileştirilecekti.’ Nitekim AKP dönemine kadar devlet-DİB-İslam üçgeninde baskın olan taraf genelde devlet olup DİB daha çok devletin arzularını İslam’a ve toplumun İslam pratiğine taşıyordu.

Ne var ki Cumhuriyet’in kurucuları tarafından ülkede laik bir rejimin kurulabilmesi için yegâne seçenek olarak görülen bu formül devletle din arasındaki bağı muhafaza ettiğinden laiklik ilkesine aykırıydı. Nitekim AKP döneminde bürokrasinin seküler dinamikleri felç edildiğinde aynı bağ dini referansların devlet işleyişine egemen olmasının imkanını sağlamış oldu.

Sonuçta, ister seküler-Kemalist elitin geleneksel İslam üzerinde DİB aracılığınla baskın olduğu dönemde olsun isterse İslamcılar, cemaatlar ve tarikatların çeşitli vesilelerle devlet işleyişini derinden etkilediği şu dönemde olsun, T.C. Devleti din ile bağını hiçbir zaman koparmadı.

Devlet ile din arasında böylesi bir bağın mevcudiyeti kaçınılmaz olarak dini devletin hükümranlık sisteminin harcı haline getirmekte, siyasallaştırmakta ve nihayet devlet nizamı ile belirli bir din arasında özdeşlik ilişkisi kurulmasına yol açmaktadır. Türkiye’nin Alevilik meselesinin neden çok çetrefilli olduğu ve neden ülkenin yapısal çarpıklıklarının birçoğu ile doğrudan ilişkili olduğu bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyet döneminde dinle bağını muhafaza eden yeni devlet kaçınılmaz olarak Sünni İslam’ı yeni inşa edeceği siyasal-toplumsal entitenin (Türk ulusu/milleti) ana harcı olarak kabul etti. (Bunun en bariz göstergesi Yunanistan’la nüfus mübadelesinde Müslüman ama etnik olarak Türk olmayan Balkan halklarını Türkiye’ye kabul ederken Türkçe konuşan Hıristiyan Karaman Türkleri’ni Yunanistan’a göndermektir.)

Sünniliğin yeni Türk Milleti’nin ana hamuru olması Alevileri ister istemez yeni Cumhuriyet’in dayandığı siyasal-toplumsal entitenin de dışına itiyordu. Ancak Osmanlı’dan farklı olarak bu defa din (Sünnilik) yeni nizamın hukuk sisteminden büyük oranda çıkarılmış, en azından teorideki egemenliğini yitirmişti. Bu değişim Aleviler açısından çok ciddi bir rahatlama getirse de onların yeni milletin de meşru bir parçası olamadıkları gerçeği değişmiyordu. Cumhuriyet rejimi Alevi bireylere vatandaş olma imkanını vermişti. Ancak Cumhuriyet’in hukuk sitemi de İslam olarak sadece Sünniliği kabul etti ve Aleviliği meşru bir inanç olarak tanımadı. Bugün itibariyle de böyledir.

Önceden devlet DİB aracılığıyla İslam’ı baskılarken bu dönemde İslam yine DİB aracılığıyla devlet dinamiklerine daha fazla egemen olmaya başladı. Bugün artık devletin bütün dinamiklerine Sünni İslam’ın derinden sirayet ettiğini söylemek herhalde abartı olmaz.

Biz biliyoruz ki Alevilik her şeyden önce bir inanç sisteminin adıdır. Hal böyle olunca mevcut çarpık yapıda Alevi bir birey ancak Aleviliğinden sıyrılarak vatandaş olabiliyor, bir Alevi olarak tabi olduğu T.C. Devleti ile ilişki kuramıyor. Bu açıdan bakınca, hukuk dışı statüsünde bulunmak bakımından, durumun Osmanlı’dan pek de farklı olduğu söylenemez. Ancak modern öncesi dönemde devletlerin mutlak egemen olamadığı alanlar ve bölgeler her zaman bulunduğundan statüsüz yaşamak mümkündü. Bugün artık böyle bir seçenek yoktur. Sayısı en az on milyon olan bir vatandaş grubunun kendi devletiyle ilişki kurmadan yaşaması modern devlet ve toplum düzeninde mümkün değil. O yüzden Aleviler ile devlet arasında hukuki bir ilişkinin kurulması artık kaçınılmazdır.

Bu ilişkinin niteliği ve sonuçlarını büyük oranda devletin niteliğinin belirleyeceğini düşünüyorum. Yukarıda çok kısa özetlediğim tarihsel arka plandan da anlaşılacağı üzere, Türkiye’de Alevilik meselesinin kalıcı ve herkesi memnun edecek çözümü ancak laik devlet nizamı ile mümkündür. Zira kendisini açıktan veya zımni olarak bir inanca endeksleyen devlet toplumsal bütünlüğü ve kamu düzenini de o inanç üzerinden inşa etmek isteyecek, dolayısıyla diğer inançları bölücü tehdit olarak algılayacaktır. O yüzden, kim ne derse desin, teoride seküler pratikte Sünni egemen mevcut yapıda Aleviliğin kendine has inanç unsurları ile hukuken tanınması mümkün görünmemektedir.

Hatırlamak gerekir ki 12 Eylül’le başlayan ve AKP döneminde zirveye çıkan politik eğilim devlet-İslam ilişkisinde ibrenin yönünü tamamen değiştirdi. Önceden devlet DİB aracılığıyla İslam’ı baskılarken bu dönemde İslam yine DİB aracılığıyla devlet dinamiklerine daha fazla egemen olmaya başladı. Bugün artık devletin bütün dinamiklerine Sünni İslam’ın derinden sirayet ettiğini söylemek herhalde abartı olmaz. AKP’nin başlangıçta andığım son açılımında devlet içinde Aleviliğe bir yer açarken inanç boyutunun tamamen görmezden gelinmesi de işte tam olarak bu yüzden. Mevcut şartlarda her ne kadar çok zor gibi görünse de ola ki T.C. Devleti gerçek anlamda laik bir devlete dönüşebilirse bu problem ortadan kalkacak, tıpkı Sünni İslam gibi Aleviliği de meşru bir inanç olarak tanımakta hiç zorlanmayacaktır.

[1] Kızılbaş-Safevi Devleti’nin yapısı, tarihi ve coğrafi şartları bambaşka olduğundan bugünkü durum için emsal teşkil edemiyor.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

1 Yorum

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI