Salı, Nisan 23, 2024

Aleviler ve Kürtler: fiilden hukuka toplum sözleşmesi

Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kürt ve Alevi çıkışları üzerinen, bu kimlikler ilişkin tarihi bir perspektif sunuyor ve ekliyor “Türkiye elindeki olanaklarla ve karşısında duran fırsatlarla bu yenileşme konusunda başı çekebilir, öncü olabilir. Kılıçdaroğlunun açılımındaki önem bu gerçeği işaret etmesinde ve vurgulamasındadır. Türkiye, tekrar edeyim, fiili hakikatini şimdi hukuksallaştırmak aşama ve evresindedir.”

I

Kemal Kılıçdaroğlu Alevi olduğunu açıkladı, çok da iyi etti, Amerikalıların tabiriyle bu ‘herkesin bildiği sır’rı ayan beyan ortaya koydu, darısı diğer gizlerin başına. Cumhuriyetin ancak 100. Yılında bu adımı atabildik ama kimse kuruluş döneminde o oluşuma en büyük desteği vermiş bu kesimin daha sonra bizzat dönemin hâkim partisi tarafından ‘bastırıldığı’nı düşünmedi, tıpkı Kürtlerin de benzeri bir gerçeği yaşaması gibi. Üstelik, Kürtler, tüm benzeri dönemlerde olduğu gibi özünde farklı grupların iktidarı elde etmek için sürdürdüğü bir iç savaş da olan Kurtuluş Savaşı sonrasında ve Cumhuriyet döneminde devlet sahibi olmaktan çok yönetime ortak isteğinden vazgeçmemiş, ama Aleviler büyük çoğunlukları itibariyle devletle açık veya örtülü uzlaşmalarının dışına çıkmamıştır. Buna rağmen devlet ve onun taşıyıcı unsurları bu kesime karşı dışlayıcı tutumunu değiştirmedi.

Kendilerine ancak CHP’de yer bulan ve o pozisyonları nedeniyle de CHP’nin tüm tarihini benimseyerek savunan Aleviler 2010 sonrasında tabiri caizse ‘kendileri olarak’ CHP’ye yerleştiler. Cumhuriyet döneminde Alevilerin kurduğu partiler siyasette önemli bir başarı gösterememiş, kurucuları haklı olarak sonraki dönemlerde CHP’de siyaset yapmayı sürdürmüştür. Bu bakımdan 1960 sonrasının yarattığı ‘rönesans’ içinde 1966 yılında kurulan Birlik Partisi önemlidir. Bir kere kurucusu Hasan Tahsin Berkman emekli generaldi ve bu başlı başına bir işarettir. İkincisi, Berkman partiyi CHP’nin Ortanın Soluna yönelen politikasına karşı kurmuştu ve adında yer alan ‘birlik’ sözcüğünü Kemalist bir devlet ve toplum anlayışının, daha doğrusu bütünlüğünün ifadesi olarak kullanıyordu. Üçüncüsü partinin amblemi bugün bile tevessül edilemeyecek ölçüde cesurdu, ortada Hz Ali’yi temsil eden aslan, etrafında 12 İmamı işaret eden 12 yıldız vardı. Nihayet bu parti etkin olduğu 1966-77 arasındaki on yılda güçlenmek bir yana, sürekli oy kaybetti ve siyasetten silindi. O parti tarihinin içerdiği dünya kadar etken nedeniyle sosyolojik açıdan daha fazla ele alınması gerekiyor.

Kılıçdaroğlu’nun açıklaması bu bağlamda çok önemli. Sadece son 13 yıldır CHP’nin başında bulunan kişinin kültürel/dini özelliklerini göstermekle kalmıyor, Türkiye’de Cumhurbaşkanı adayı olan, özellikle de CHP Genel Başkanı olan bir politikacının kimliğiyle getireceği farklılığı, dönüşümü ve değişimi de ortaya koyuyor. Hemen belirteyim ki, Kılıçdaroğlu’nun mevcut niteliğiyle CHP’ye Genel Başkan olması da en az bu açıklamanın kendisi kadar önemlidir. Hele son 25 yıllık siyasal tarihimizin Sünni-Müslüman ideolojik bir daire içinde cereyan ettiğini düşünürsek, çok yazılıp söylendiği gibi, bu açılım çok daha önemli bazı ifadeler taşıyor bünyesinde. Ne ifade ettiği de son derecede açık: çoğulcu, uzlaşmacı bir toplum ihtiyacı. Esasen bu gerçeği fiil olarak yaşayan bir toplumun onu hukuksallaştırmaya dönük beklentisi. Bir toplumun, kelimesi kelimesine ‘yurttaş toplumu’ anlamına gelen ‘sivil toplum’ olabilmesi için de üçüncü bir faktör bulunmuyor. Sivil toplum çoğulcudur ve bir sözleşme çerçevesinde uzlaşmıştır. İşin ‘alfabe’sinin gösterdiği üzere, çoğunluk ancak çoğulluğun ve uzlaşmanın modus operandi’sidir. Çoğulluk çoğunluktan değil, çoğunluk çoğulluktan türediği zaman demokratik anlam ve içerik kazanır. Çoğunluk, demokrasilerde, azınlık haklarını öncelikle gözeterek yönetimde bulunur. Azınlık haklarının gözetilmediği bir model Tocqueville’den, 1850’den beri biliyoruz ki, çoğunluk diktatoryasıyla neticelenir.

Söylenmesi gerekenleri tarihin dönüşümü, ürettiği yeni toplum birimleri ve sınıf savaşları hazırlar. O süreçte henüz devrimsöz konusu değildir, dönüşüm söz konusudur. Devrim, François Furetnin gösterdiği gibi kendiliğinden doğmuş gibi görünse bile zaman içinde öğrenilen ve uygulanan mekanizmahaline gelir.

II

Daha ileri gitmeden, tam bu noktada demokrasinin zıttı olan ve son zamanlarda çok telaffuz edilen bir kavramı özellikle gizli boyutlarını ve Türkiye’de devletle olan ilişkisini göstermek bakımından ele alalım: patrimonyalizm.

Kavram, modern toplumun ne olduğunu bize anlatan ve temel unsurlarını çok zengin bir kavramlar dizisi üreten Weber tarafından geliştirilmiştir. Dolayısıyla da vurgulayayım modern bir kavramdır. Patrimonyalizm ancak modern toplumlarda tezahür ettiğinde önemli ama sorunlu bir nitelik kazanır. Arkaik patrimonyal toplum tarihe ait bir realitedir. Kendisine ait şartları vardır, o şartları tarih meydana getirmiştir ve söylenecek bir şey yoktur.

Söylenmesi gerekenleri tarihin dönüşümü, ürettiği yeni toplum birimleri ve sınıf savaşları hazırlar. O süreçte henüz ‘devrim’ söz konusu değildir, dönüşüm söz konusudur. Devrim, François Furet’nin gösterdiği gibi kendiliğinden doğmuş gibi görünse bile zaman içinde öğrenilen ve uygulanan ‘mekanizma’ haline gelir. ‘Mekanizma’ sözcüğünü bilerek kullandım, çünkü mekanizmaya dayalı her şey mekaniktir. Tarihin getirdiği Marx’ın doğal diye nitelendirdiği ağır aksak değişimle, o değişimi Althusser’in ifade ettiği gibi ani bir kopuşa (rupture) taşıyan atılım yani devrim arasında radikal farklar vardır ve elbette devrim mekanik bir davranıştır.

Modern toplumda çoğulculuğun ret veya terk edilmesiyle doğan durum kabul edilemez, çünkü açık veya (İngiltere örneğinde olduğu gibi) örtülü sözleşmenin yok sayılması/edilmesi, ortadan kaldırılması anlamına gelir. Başta Fransız Devrimi olmak üzere modern toplumu oluşturan hamleler özünde sınıfsaldır fakat tüm sınıfların hakimiyet prensibine rağmen ortak bir zeminde ve birlikte var olmasını öngörür.

Şöyle bir örnek vereyim: hendis sözcüğü bizde ‘hendese’ geometri sözcüğünden türer, ölçme anlamını içerir. Batı dillerinde mühendis sözcüğünün karşılığı engineer’dır, o da makine yapan kişi anlamına gelir. Ölçme ve coğrafyanın içerdiği durağanlıkla makine yapmanın mekanizması arasındaki fark dönüşümle devrim arasındaki muhafazakâr ve atılımcı anlayışı ortaya koyuyor ki, daha 20. Yüzyılın başında Bergson’un döne sürdüğü élan vital kavramı bütün tutuculuğuna rağmen yaşamsal atılım anlamına geliyordu. Kurtuluş Savaşı sırasında onu destekleyen ve Dergâh dergisi etrafında toplanmış (sonradan muhafazakâr görüşleri savunacak) yazarların dahi bu ‘atılım’ kavramına tutunmaları ciddi bir olgudur ve Türkiye’deki bazı siyasal pratiklerle zihnî yaklaşımları birbirine bağlaması bakımından önemlidir.

Weberci patrimonyalizm bu çerçeve içinde kazanır anlamını. Modern toplumda çoğulculuğun ret veya terk edilmesiyle doğan durum kabul edilemez, çünkü açık veya (İngiltere örneğinde olduğu gibi) örtülü sözleşmenin yok sayılması/edilmesi, ortadan kaldırılması anlamına gelir. Başta Fransız Devrimi olmak üzere modern toplumu oluşturan hamleler özünde sınıfsaldır fakat tüm sınıfların hakimiyet prensibine rağmen ortak bir zeminde ve birlikte var olmasını öngörür. Fransız Devrimi elbette aristokrasiye, Rus Devrimi elbette burjuvaziye karşıydı ve kendi radikalizmleri içinde, o zıtlıklarını devrimci şiddetleriyle bütünleştirdiler, yine de uzlaşma muhakemesini ve plüralist bir toplum anlayışını özlerinde taşıdılar, devrim sonrasında geliştirilen demokratik toplum bu potansiyelin sonucudur. Arkalarından gelen tarih bu öze tekabül eden demokrasinin çoğulculukla iç içe geçmesinin, birbirinden ayrılmayan iki unsur olarak kurulmalarının tarihidir.

Ben, Alevileri ve Kürtleri söz konusu ederek asıl patrimonun devlet olduğunu işaret etmek istiyorum. Türkiyede devletin patrimon olmasının üstü daima örtülmüş, bu gerçek daima devletin yüceltilmesiyle saklanmıştır.

III

Türkiye’nin demokrasi tarihi ise çok uzak bir noktada belirir. Modern Türkiye tarihi yurttaşın yani sivil toplumunun tarihi değildir. O tarih henüz oluşmadı, gelişmesinin çabasını gösteriyor toplum, hatta tarih. Modern siyaset Türkiye’de ancak devleti kurmuştur. İtiraf edelim ki, o devlet de bütün o cumhuriyet, milli egemenlik, milli irade gibi görkemli kavramlara rağmen patriarkal bir devlettir, çünkü ucu ucuna Osmanlı devletinin uzantısı olarak tezahür ve teşekkül etmiştir. Sadece kurucu kadrolar ve onların İttihatçılık gibi iç ama belirleyici faktörleri olarak değil, doğrudan doğruya devlet zihniyeti olarak da modern devlet, Osmanlı’nın devamıdır.

O devamlılıkta Osmanlı son dönemi kadrolarının beslenme havzaları, bağlandıkları, kendilerini ait hissettikleri ideolojik çerçeve de Cumhuriyet devletine hükümrandır. Nasıl olmasın, son dönemin Pozitivizmi, sosyal Darwinizmi, onların bir sonucu olarak türeyen toplum mühendisliği ve nihayet patrimonyalizmi 1912 sonrasında siyasal momentumunu yakalayıp, kendisini kurucu cumhuriyetin devlet muhakemesine aktarır. O dönemde çok önemsenen ve dikkatle, özenle uygulanan milliyetçilik, milliliği ve milliyeti hazırlayan etnisitenin öne çıkarılması, kurucu ve egemen unsur haline getirilmesi ister istemez 1950’lere kadar süren, 1960 sonrasında da ayrı bir akım olarak öne çıkan, hala etkili olan, ırkçılığa kadar varan tutumları beslemiş, devlet de bütün kurumlarıyla bu anlayışı örgütlemiştir. Devletin bu anlayış içinde bir toplum yaratma çabası ‘milli’ eğitim politikalarıyla nihai formuna erişir.

Burada ilginç ve biraz da metaforik olabilecek bir noktaya değineyim. Türk Patrimonyalizmi, 1950’ye kadar fiili bir vakıadır, bir realitedir. 1950-60 arasında kültürel olarak ve toplumda büyük bir gerilim ve çatışma yaratarak örtülü şekilde devam eder. Türkiye sağının ebedi ülkülerinden biri olarak, ortak bilinç dışında hakim konumunu muhafaza ederek, Özal gibi liberalizmden söz eden bir cumhurbaşkanının bile aradığı, özlediği model olarak açılır ve 2017 sonrasında zirvesine erişir. Bunlar belki ilginç ama bilinen unsurlar.

Ben, Alevileri ve Kürtleri söz konusu ederek asıl patrimonun devlet olduğunu işaret etmek istiyorum. Türkiye’de devletin patrimon olmasının üstü daima örtülmüş, bu gerçek daima devletin yüceltilmesiyle saklanmıştır. Oysa devlet Türkiye’de hangi dönem olursa olsun dışına çıkılmayan ve yine Weber’in geliştirdiği bir kavramla söyleyeyim demir kafestir. Weber’e göre demir kafes toplumu hapseden bir ‘araç’tır veya devletin toplumu içine kapadığı kafestir. Bizatihi devlet o demirden kafestir.  Demir kafes devletin koyduğu teleolojik hedefler, onları elde etmek için kullandığı aşırı ussallık/rasyonalizasyon ve sonunda da işlevciliktir.  Birey, demir kafesin içinde tutsaktır. Bu da bürokratik devletten başka bir şey değildir. Kim, bütün sert ve yukarıdan modernleş(tiril)en toplumlarda olduğu gibi Türkiye’de de bu modelin hakim kılınmadığını söyleyebilir? Ana mesele araçların/hedeflerin neler olduğudur ki, belirttiğim üzere onlar Türkiye’de milliyet ve millilik etrafına yerleştirilmiştir.

1990lardan sonradır ki kimlik, demokrasinin bir unsuru olarak ele alındı. 2000lerde şimdi çok yerilen küreselleşmenin açtığı ufukta demokrasinin evrenselliği ve tartışılmaz üstünlüğü bir tercih olarak belirmeseydi, kimlik kavramı yeni bir anlam ve içerik kazanmasıydı dünyanın bugünkü demokrasi çizgisine erişmesi olanaksızdı.

IV

İlk modern, örgütlü siyaset denemesi ve partisi olan İttihat ve Terakki’den beri sürdürülen politikaların toplumsal değişmeyi hangi etkenlerle sağladığını epey inceledik. Merkezin bu dönüşüm üstündeki etkisi ancak 19. Yüzyılın Pozitivizm anlayışıyla açıklanabilirdi. Aydınların öncülüğü anlamına da gelen Pozitivizm getirdiği yeniliklerle toplumsal değerler sistemini alt üst ediyordu. O değişimden bugüne, her şey bir yana, egemenlik kavramı kaldı. Namık Kemal’den ve Genç Osmanlılardan başlayarak egemenliğin kaynağı konusundaki tartışmalara 1908 devrimi de radikal bir sonuç üretemedi ama gidişin yönü belirlenmişti, egemenlik milletin olacaktı. Millet burada olgusal olduğu kadar da sembolik bir anlam taşır. Önemli olan bu kavramın tersidir: egemenlik Tanrısal olmayacaktır ve bir elde toplanmayacaktır. Parlamenter sisteme (demokrasiye değil!) geçişle kendi radikalizmine erişen bu anlayışın dışındaki diğer hamlelerin ve dönüşümlerin hiçbiri bu ölçüde önemli değildir.

Geriye çok önemli bir konu kalıyor. Geliştirilen bu ‘pasif modernleşme’ bütün önemine rağmen kitlelerin tatminini getirmez, aksine kitle söz konusu oldu mu değişim zorlayıcı bir faktördür. Cumhuriyet dönemi tamı tamına bu gerçeğin üstüne oturur ve Parsons’un şimdi pek anılmayan ama ilginç saptamalarından beri biliyoruz ki, toplumsal eylem (social action), ancak altyapı dönüşümüyle pekiştirilirse sağlıklı ve sağlam olabilir. Türkiye o anlayışı 1950 sonrasında yakaladı. Ona erişir erişmez de bu defa kimlikler konusunu sadece bir feodalite konusu olarak gördü. Kimlikten söz etmek feodal dönemde saplanıp kalmak demekti. Ancak 1990’lardan sonradır ki kimlik, demokrasinin bir unsuru olarak ele alındı. 2000’lerde şimdi çok yerilen küreselleşmenin açtığı ufukta demokrasinin evrenselliği ve tartışılmaz üstünlüğü bir tercih olarak belirmeseydi, kimlik kavramı yeni bir anlam ve içerik kazanmasıydı dünyanın bugünkü demokrasi çizgisine erişmesi olanaksızdı.

Türkiye, anayasaları da dahil asla yerleşik, güçlü ve kapsamlı bir sözleşme oluşturamadı. Girişimler münferit ve mahdut kaldı. Ana neden devletin bütün kapasitesiyle Kürtlerle yakınlaşmayı reddetmesiydi.

V

Şimdi Cumhuriyetin ikinci yüzyılına giriyoruz. İlk yüzyılda Türkiye modern devletini kurmuştur. Bütün hatalarıyla birlikte ve zaman zaman tüm patrimonyal ve atavistik anlayışlarına rağmen toplumdaki dönüşüm anlayışı altyapı üstünden gelişiyor bugün. Kırsal alan nüfusunun %20’lere düşmesi, kentleşmenin, varsın varoşlar ve merkezin çevresine yerleşmiş ‘ilçeler’, belediyeler üstünden olsun, kazandığı güç kitlelerin yurttaşlık bilincini kültür ve kimlik kodları üstünden geliştirmesine imkân veriyor. O kanal işlerken Müslüman kimliğinin öne çıkmasına ve hâkim unsur haline gelmesine/getirilmesine söylenecek bir şey yok. Devletin kurgusu bu yöndeydi. Kurucu dönemin ağırlık taşıyan faktörü Aleviliğin karşılaştığı durumu yazının başında belirttim. O anlayış dikkatle ve özenle ve zaman içinde geliştirilerek sürdürüldü.

Keşke öyle olmasaydı. Anadolu Aleviliğinin loncalar ve diğer iç örgütlenmelerle (Bektaşiliği de içerecek şekilde) öne çıkarılması çok erken bir tarihte toplumsal uzlaşmayı sağlayabilirdi. Gerçekleştirilmemesini, ihmal edilmesini yüz yıllık büyük bir kayıp olarak görmek gerek. Cumhuriyet değerlerinin ‘aydınlanma’ gibi soyut kültürel kavramlara hapsedilmesi ve politik içeriğinden (bugün bile) uzak tutulması ise son zamanlarda bu bağın kurulmamasındaki en önemli unsurdur.

İkinci ve elbette çok daha karmaşık unsur Kürtlerdir. Eğer Türkiye Cumhuriyetin ikinci yüzyılının reel bir toplumsal modelle özdeşleşmesini istiyorsa, onu öyle meçhul ve sübjektif/romantik kavramlardan ve parodik/teatral tutumlardan uzaklaştırıp çoğulculuğu öne alan yeni bir toplum sözleşmesiyle bütünleştirmelidir. O doğrultuda da Cumhuriyeti yurttaş toplumuna (sivil topluma) dönüştürmelidir. Başka hiçbir beklentisi olmaksızın kendisine bu hedefi bir erek seçmelidir. Cumhuriyet bizde Hegelci bir ereksellikle kurulmuştur ve bu tamı tamına Weber’in demir kafes metaforuyla özdeştir. Şimdi o demir kafesi sert modernleşmenin kafesi olmaktan çıkarmalı ve çoğulculuğun, sadece yurttaşlık bilincine bağlı kalınarak yaşanabilecek bir topluma dönüştürmelidir. O meyanda da devlet istisna halinin karar vericisi olarak kalacaksa, istisnanın ne olduğunu yeniden tanımlamalıdır. Bu da olumlu istisnacılık (positive exceptionalism) olmalıdır, yani çoğulculuk dışı hareketin istisna addedildiği bir model kurulmalıdır.

Kürtler bu doğrultuda tahmin edilenden daha büyük bir rol oynayabilir. Ayrılıkçı modeli neden insanlar benimsemek zorunda olsun, tersine, çoğulculuk tümleştirici bir anlayıştır ve bu kavramı en geniş ölçüde benimsemiş toplum Amerika’dır. Türkiye dünyanın sıfır noktasında durmuyor. Arkasında Osmanlı’nın muhteşem birikimi var. Anadolu kültürü var. Türkler 12. Yüzyılda geldiklerinde Anadolu’da buldukları kültürlerle en derin ve geniş şekilde karışmayı bildiği gibi Tanzimat’ hamlesini çoğulcu toplumun magna carta’sı olarak kaleme almıştır. Magna Carta’nın asıl adının Magna Carta Libertatum olduğunu anımsarsak maksadımız daha iyi anlaşılır.

Türkiye, anayasaları da dahil asla yerleşik, güçlü ve kapsamlı bir sözleşme oluşturamadı. Girişimler münferit ve mahdut kaldı. Ana neden devletin bütün kapasitesiyle Kürtlerle yakınlaşmayı reddetmesiydi. Maalesef siyasetin yanlışları da tablonun olumsuzluğunu ve olumsuz tabloyu genişletti. Oysa siyasetin dinamik ve toplumsal dönüşmeyi hazmeden yapıda olması şarttır. Bugün toplumun iki büyük dinamik kesimi var: kırsal alandan göç etmişi merkezin çevresine yerleşmiş Müslüman kimliği üstünden toplumsallaşan kesimlerle Kürt ve Alevi kimliği üstünden toplumsallaşmaya gayret eden kesimler. Biri nispeten yerleşik ve iktidar, diğeri toplumsal uzlaşmayla iktidardan pay almayı öngören her iki çevre de bir ortak demokratik sözleşme paydasında buluşmak durumundadır ve buna açıktır. İlginç olan şu ki, Türkiye’de geçerli ama fiilen yapılan tüm değişiklikler ve birçok farklı nedenle neredeyse askıya alınmış 1982 anayasasının toplumsal uzlaşmayı yaratmaya yetmediği konusunda herkes, tüm kesimler hemfikir ama bir türlü beklenen hamle yapılamıyor.

Demokrasi birçok yanıyla bugün gerçekten de sadece eski değil aynı zamanda eskimiş bir rejim ve tüm dünya ikinci en iyi yönetim şekli demokrasinin güçlenmesi ve etkinleşmesi için kafa yoruyor, çaba gösteriyor.

VI

Böyle bir gelişme bir yeni demokrasiye açılım kazandıracak herhalde en önemli araçtır. Seçimlerin önemini de bu gelişmelerde aramak gerek. Ama bitirmeden bir noktaya değineyim. ‘Yeni demokrasi’, bilenler bilir, Mao tarafından ortaya çıkarılmış bir kavramdı. Sömürgecilik veya yarı-sömürgecelik sonrasında her ülkenin kendi demokrasisini kendi koşullarından özgül bir anlayış ve yapıyla kuracağını söyleyen Mao, parlamenter demokrasiyi diktatörlüğe veya hâkim sınıfların iktidarına yol açacağını söyleyerek ‘eski demokrasi’ diye eleştiriyor, yeni demokrasinin, köylüler, işçiler, ulusal burjuvazi ve küçük burjuvazi üstünden kurulacağını belirtiyordu.

Bugün Türkler arasında olduğu kadar Kürtler arasında da bu dört kurucu unsurun teşekkül ettiği açık. O zaman Mao’nun yaklaşımı doğrultusunda değil ama küreselleşme sonrası dünyanın talepleri ve beklentileri, hepsinden önemlisi Türkiye’nin ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir demokrasiyi kurmak gerek. Demokrasi birçok yanıyla bugün gerçekten de sadece eski değil aynı zamanda eskimiş bir rejim ve tüm dünya ikinci en iyi yönetim şekli demokrasinin güçlenmesi ve etkinleşmesi için kafa yoruyor, çaba gösteriyor. O meyanda da vazgeçilemeyen, henüz üstüne çıkılamayan iki olgu fiili toplumsal yapının çoğulcu özelliklerini kabul etmek, onu yönetmek için de güçlü bir toplum sözleşmesini, büyük bir mutabakat ve katılımla yaratmak.

Türkiye elindeki olanaklarla ve karşısında duran fırsatlarla bu yenileşme konusunda başı çekebilir, öncü olabilir. Kılıçdaroğlu’nun açılımındaki önem bu gerçeği işaret etmesinde ve vurgulamasındadır. Türkiye, tekrar edeyim, fiili hakikatini şimdi hukuksallaştırmak aşama ve evresindedir.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

2 Yorum

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI