Cumartesi, Nisan 20, 2024

Alacakaranlık kuşağındaki Türkiye

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.

Ülke koca bir paradoksal bataklığa tüm tabanıyla gömülmüş durumda. Dahası, görünürdeki iktidar veya muhalefet Sağ ve Sol eli kolu ile çırpındıkça toplum daha da batmakta.

Du-di-du-di, du-di-du-di, duu-di-duu-di…

Müziği notasız veya belirli bir standardize edilmiş ortak dil olmadan yazıya dökmek ne kadar da zor. Bir doğal dilden ve kültürden diğerine de fark edebiliyor elbette. Tıpkı kedi, köpek veya kuş gibi evrensel türlerin, yani miyavlama, havlama veya ötme seslerinin yazılışları gibi.

O bakımdan, iyisi mi günümüz internet ortamındaki çoklu-medya olanaklarından yararlanıp bir Youtube linki koyalım. Böylece yukarıda heceleyerek simgelemeye çalıştığım sesi kendiniz dinleyebilesiniz:

 

Bu müziği kompozitör Marius Constant bir söylentiye göre toplam 61 dakika gibi kısa bir sürede yazmış. Fakat tam 61 yıldır da zihinlere kazınmış olarak hala aynı ürpertili bir sürpriz beklentisi hissini uyarabiliyor insanlarda.

ALACAKARANLIK KUŞAĞI

Bu “jingle”ı Rod Serling’in orijinal televizyon serisinden olmasa da kitap, radyo veya daha sonraki senelerde yeniden yapılmış versiyonlarından bilenler vardır. ABD’de 1959-1964 yılları arasında beş sezon yayımlanmış CBS yapımı Alacakaranlık Kuşağı (The Twilight Zone) TV dizisinden söz ediyorum.

156 episodluk seride bilim-kurgusal nesnelere ve olaylara, uzayın keşfi, ölümsüzlük ve belirsizlik endişesi gibi temalara yer veriliyordu. Bunlar II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda da en “ileri” veya “süper güç” ülke ABD’de de doğaüstü veya ancak hayal edilebilecek türden şeylerdi.

Örneğin; bugün sıradanlaşmış düz ekran TV, sürücüsüz otomobiller filan oluyordu. Değil Youtube, internetin olmadığı o yıllarda birisi çocukluğundan hatırladığı bir radyo yayınına nostalji duyarak yeniden dinleyebiliyordu. Keza temizlik, yemek veya tamirat gibi işleri yapan çeşitli yardımcı robotların kullanıldığı hikayeler oluyordu. Hatta tıpkı insana benzeyen ve duygusal ilişkilere girilen büyükanne, sevgili, arkadaş konumlarındaki robotlar filan büyük ilgi ile karşılanıyordu.

Bunların yanı sıra, insanların ellerindeki bir modele benzetilen plastik cerrahi veya estetik operasyonları şaşkınlık yaratıyordu. Çeşitli ileri teknoloji kayıt aparatları, askeri veya sivil insansız hava araçları gibi cihazlar ve devletin bunları yurttaşları gözetlemek, denetlemek için kullanması filan da dehşet duygularını uyandırıyordu.

Özetle, zamanının kültür endüstrisine sıra dışı bir alternatif sunan Alacakaranlık Kuşağı’ında teknoloji ve insan ilişkileri ön planda gibi duruyordu. Fakat arka planda kafaları kurcalayan düşündürücü meseleler özgürlüğün, özgünlüğün ve hakikatin sınırları kadar, insan doğasının, kimlik, benlik ve bilişlerinin sınırları gibi felsefi ve siyasi konulardı. Tabii bu konular Pentagon’un da yakın ilgisini çekiyordu.

TOPLUMSAL BULANIKLIK, ENDİŞE VE KUŞKU DALGALARI

Ne Alacakaranlık Kuşağı dizisine, ne de Serling’e özel ilgim var. Hatta eskiden izlediğim ve aklımda kalan bazı “simgesel önemdeki” bölümleri hariç veya bazı bölümlerdeki çekim ve temalar dışında beğendiğim filan da söylenemez. Yine de bugüne ve Türkiye’ye geçmeden önce bazı eklemeler yapayım ki yazıya neden böyle, hatta bu başlıkla başladığım biraz daha belirginleşsin.

Örneğin, Serling’in oyun yazarı ve televizyonculuk kariyerinden, hatta üniversite eğitiminden önce Amerikan ordusunda görev yaptığını da belirtmeli. 1944’te Almanlarla yani Hitler’e karşı savaşmak isterken, kendisini Manila’da Japonlarla savaşırken bulmuştu. Sonra da Japonya’yı işgal kuvvetlerine katılmış ve 1946’da bir kaç da madalya ile ordudan ayrılmıştı. 1950’de de, yani Alacakaranlık Kuşağı’ndan önceki yapımlarıyla (The Arena, vb) siyasi görüşlerinden ötürü “Hollywood’un kızgın genç adamı” olarak tanınır olmuştu.

Başta medyadaki baskıcı ağın sansürü, sponsor ve siyaset ilişkileri olmak üzere ırkçılık, savaş çığırtkanlığı gibi o dönemde gündeme henüz gelmemiş veya rahat konuşulamayan konuları kamusal tartışmaya açıyordu. Mealen “emekten söz edersen Demokratların denetimini önermek, regülasyon dersen Cumhuriyetçilerle aynı tarafta olmak anlamına geliyor” diye yakınarak politikacıları eleştiriyordu.

Tabii Orson Welles meşhur Yurttaş Kane (Citizen Kane, 1941) filminde dev medya patronu William Randolph Hearst özelinde halkın nasıl yönledirildiği konusunu daha önce işlemişti. Keza Charlie Chaplin Modern Zamanlar (Modern Times, 1936) ve Büyük Diktatör (The Great Dictator, 1940) filmlerinde düzeni eleştirmişti. Her ikisi de (ve elbette Leonard Bernstein gibi) bu yüzden “dışlanırken” aslında on yıl sonra gerçekleşecek olan Alacakaranlık Kuşağı toplumunu tasvir etmişlerdi. Nitekim Serling de bir mülakatında “siyasi toplumsal sorunların açıkça konuşulamadığı o dönemde özellikle bilim-kurguya ve soyut veya simgesel dile başvurduğunu” söylemişti.

“O dönem”, Amerikan siyasi toplumsal tarihinde “İkinci Kızıl Korkusu” dalgası olarak bilinen McCarthy dönemiydi. Birincisi ise 1917-1920 yılları arasına tekabül eden Edgar Hoover’ın (FBI) “Komünizmle Mücadele Masası” başkanı olarak başlattığı sendika baskınları, haksız davalar, beş milyona yakın “yabancının” (“alien”) fişlenmesi, linç veya sınır dışı edilme eylemlerinin yaşandığı dönem. Hani  dindar muhafazakarların da İncil’i sorgulatan Evrim Kuramının okullarda öğretilmesine karşı kampanyaların yapıldığı yıllar.

Sonrasında da Büyük Buhran ve Roosevelt reformları geldi. Fakat esas büyük korku dalgası II. Dünya Savaşı sonrasındaki Soğuk Savaş dönemiyle birlikte 1950’de başladı. McCarthy-Hoover çiftinin politikalarıyla bu kez de yabancılar değil, Amerikan vatandaşları fişlendi. Yani “dış düşman” korku dalgasından sonra, “iç düşman” endişesi topluma yayıldı. Başka bir deyişle de daha önce de yazmış olduğum gibi “derin devlet”, gözetleyen ve baskıcı devlet kontrolü temalarının ve “komplo kuramlarının” üremesine en elverişli siyasi toplumsal kültürel iklim yaratıldı.

ABD’nin üçüncü korku dalgası ise hiç kuşkusuz 9/11 ile başladı. “Dışardan gelerek içine kadar sızan düşman” ile, yani uzaktaki ve gözden ıraktaki, öteki dünyadan veya “çeperden merkezine” ulaşılıp, hem kalbinden (Dünya Ticaret Merkezi), hem de beyninden (Pentagon) vurulması ile. Tüm uluslararası dinamikleri belirleyen hatta adamakıllı bozan önce İslamofobi ve şimdilerde de Rusofobi ile endişe dalgaları hortladı.

Fakat bu küresel belirsizlik ve bulanıklık yeniden iki dünyalı (Soğuk Savaş) şizoid bölünmeyi değil, tam bir paranoid parçalanma dönemini işaret ediyor. Elbette yapay zekalı teknolojik ilerlemeler kaydedildikçe ve küresel yayılma ile savaş ve eğlence endüstrisinde hızla tüketildikçe, kolektif biliş ve muhakeme geriliyor.

Başka bir deyişle tüm dünyanın ortak insaniyet ahlakı, kültür ve entelekti “alacakaranlık kuşağında” saplanıp kaldı. Neyin sebep neyin ona cevap olduğunun ayırdına varılamıyor. Önce hangi aktörün veya faktörün süreci başlattığına veya durması gerektiğine karar verilemiyor. Neyin güç/iktidar neyin direniş/muhalefet olduğu bir türlü anlaşılamıyor. Paradoksal sarmalın nasıl beslendiği ve içinden nasıl çıkılabileceği hala idrak edilemiyor.

Fakat biz bugüne ve Türkiye’ye dönelim. Zira ABD’nin üçüncü tsunami dalgası ve mevcut küresel tablo bu türlü darbeleri kanıksamış ülkeyi de öncekilerden çok daha fena vurdu. Hala da içerdeki/dışardaki dipten ve her yönden peş peşe gelen artçıları ile de sıkı sallanmakta.

VE TÜRKİYE

Türkiye 12 üye ile kurulan ve geçtiğimiz ay 30 üyesi ile 73. yılını kutlayan NATO’ya Şubat 1952’de Yunanistan ile birlikte katıldı. Geçtiğimiz zaman zarfında öncesindeki Kore haricinde, Bosna Hersek, Kosova, Afganistan, Sudan ve Somali gibi geniş bir coğrafyadaki harekatlara önemli askeri destekler verdi. Ayrıca ortak NATO bütçesine büyük oranda katkılar yaptı ve sıkı fıkı ilişkilerini sürdürdü. Bugün ise Finlandiya ve İsveç’in üyelikleri konusunda “veto” hakkı ile pazarlık kartını kullanmaya çalışıyor.

Türkiye’nin AB ile ilişkileri ve üyelik başvurusunun durumu da  ortada. Yarım asrı geçen sürede başta insan hakları ve demokratik değerler olmak üzere, yapısal reformlar konusunda “ağzıyla kuş tutamadı” tabii. Fakat ne “emperyalist Batı’nın çifte standartlılığı” meselesini, ne de ABD ve AB’nin “Batı farkını” sökebildi. Hala kendi siyasi, ekonomik, kültürel benlik, kimlik ve kendiliğini geliştirip özerkleşemedi. Sivil toplumlaşamadı ve demokratikleşemedi.

Ülke bugün tüm toplumsal konularda her yönden sıkışmış ve bir türlü belini doğrultamaz durumda. Zaten kolektif özneleşme sürecinde hala emekleme döneminde olduğunu daha önce de yazdım. Hal böyleyken, iktidar ve muhalefet çok da fark etmeksizin iç tribünlere dönük ideolojik, tepkisel veya rantçı hamasi, yani sorumsuz ve öngörüsüz demeçler vermekten hiç kaçınmıyor.

Hala bir “psikolojik üstünlük” ve “algı yönetimi” edebiyatıdır gidiyor. Karşılıklı “niyet okuma” ve “ifşa” hamlelerinden ve “ön alma” hesaplarından kurtulunamıyor. Medya ve siyaset gündemi hızla tüketmeyi ve “eski” konuları, bayat yemekleri ısıtıp “yeni” tabaklarda masaya koymayı fakat arkasını getirememeyi marifet sayıyor.

Muhalefetin ve akıl hocalarının “aklına geleni” iktidar ertesi gün “toplumun başına” getiriyor. Kültürel yarılmayı giderek derinleştirerek iktidarı sürdürmek fantazisinden rantçı medet umuluyor. İktidar da olması gerekir denen “doğrunun, iyinin tersini yaparak” veya kendinden “beklenen yanlışı, kötüyü olumlayarak” muhalefete endekslendi.

Bugün de yaşam biçimi damarlarına ve popüler kültürel sinir uçlarına basmayı sürdürdü. Yeni konser ve sosyal medya yasakları eklendi. Salt derin yoksulluk ve ekonomik kara delik bile zaten çok uzun zamandır alarm veriyor. Ülke koca bir paradoksal bataklığa tüm tabanıyla gömülmüş durumda. Dahası, görünürdeki iktidar veya muhalefet Sağ ve Sol eli kolu ile çırpındıkça toplum daha da batmakta.

Koca ülke ürpertili bir belirsizlik içinde ve kapkaranlık zamanlara hızla sürüklenmekte. İnsanlar önümüzdeki seçim ile “demokratik kurtuluş hayali” ile umutlu ve güvenliksiz seçim ile “anti-demokratik boğuluş kuşkusu” ile endişeli. Bir sürpriz beklentisi ile kilitlenmiş durumda.

Açıkçası, Alacakaranlık Kuşağı’nın jingle’ı da benim kulağımda bugün Türkiye için çınlıyor:

Du-di-du-di, du-di-du-di, duu-di-duu-di…

(Devamı haftaya: “Kapkaranlıktan aydınlığa?”)

 

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.
spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI