Perşembe, Mart 28, 2024

AKP geleneği olan parti değil

Tarihçi Yaycıoğlu, AKP’nin “bir siyasi geleneğe oturan bir parti değil. Kendi geleneğini icat etmiş bir parti” olduğunu söyleyerek; Erdoğan’la AKP tabanı ilişkisi konusunda şu tespiti yaptı; “Erdoğan’ın geçmiş üzerinden kurduğu sahne, o sahnede anlattığı hikâye, o hikâyeyi anlattığı dil tabana kendini iyi hissettiriyor. Bu çok mühim bir şey.”

Tarihçi Ali Yaycıoğlu ile başladığımız söyleşi dizisinde bu ay AKP tabanından tarihe, Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü çıkışından Demirtaş’a kadar pek çok konuyu konuştuk. Sohbet ettikçe laf lafı açtı.

AKP’yi nasıl okumalıyız, AKP tarihi nerde başlıyor, nerede bitiyor, tarih toplumsal barışa nasıl katkı sunabilir, Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü çıkışını nasıl okumalıyız?

Bu ve pek çok soruyu konuştuk. Yaycıoğlu Kılıçdaroğlu’nın başörtüsü çıkışını olumlu bulduğunu ifade ederek sunulan yasa değişikliği önerisi için de; “tüm kadınların giyim kuşam özgürlüğünü garanti altına alan bir yasa tasarısı” değerlendirmesinde bulundu. Yaycıoğlu Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışının amacının ise; “Bu süreçte Erdoğan tarafından kullanılmasının önünü almak istiyor” dedi.

Murat Aksoy

Bu ay biraz siyaset-tarih konusunu konuşalım istiyorum hocam. Geçtiğimiz ayki konuşmamızda AK Parti tabanının bir anlamda kökünün olmadığını, son 20 yılda üretildiğini ifade ettiniz. Oradan devam edelim istiyorum. Bunu açsanız biraz…

2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiğinde tabii ki İslamcı-Muhafazakâr bir toplumsal hareket vardı. Bunda şüphe yok. Yerel yönetimlerde etkili olan Refah Partisi’nin tabanı genişlemişti. 28 Şubat’ın etkileri devam ediyordu vesaire… Ama 2002 seçim sonuçları özünde Türkiye’deki merkez-sağ siyasetine belki bir yönüyle başta TSK, devlet bürokrasisine, bir tepkiydi.

Hatta ben 1999 Depremi’nin AK Parti iktidara gelişi arasında bir ilişki olduğunu da düşünüyorum. Deprem bürokrasi ve siyasetin toplumun ihtiyaçları karşısında ne kadar yetersiz kaldığını ortaya koydu. Bu arada benzer bir durum Meksika’da 1985 depreminden sonra oldu. Deprem sonrası Meksika siyaseti ve bürokrasisi büyük bir krize girdi, bunun sonucu 1988 seçimlerinden sonra on yıllarca ülkeye hâkim olmuş siyasal kurumlar ve siyasal elit çöktü, ülke büyük bir dönüşüm yaşadı. Her neyse uzatmayayım. AK Parti toplumsal bir reaksiyon sonucu iktidara geldi. Ama bu 20 yıl sonunda kendine bir taban yarattı. Erdoğan da o tabana ruh verdi. Geldiğimiz noktada hem iktisadi hem yaşam biçimi hem de duygusal olarak Erdoğan’a bağlı milyonlarca insan var. Bu taban eski Merkez Sağ tabanından ya da Millî Görüş tabanından çok farklı, bunu biliyoruz.

AKP’Yİ MERKER-ÇEVRE GERİLİMİ İLE AÇIKLAYAMAYIZ

Böyle bir tabanın 20 yılda oluşumunu nasıl açıklayabiliriz?

AK Parti tabanın sosyolojisi hakkında çalışmalar var. Göç, kentleşme ve 1990’ların ekonomik kriz sonucu doğmuş, arkasından AK Parti ve Erdoğan’ın aktif bir iktisadi bölüşüm siyaseti ile fiilen şekillendirip, arkasından çok başarılı bir propaganda makinası ona ruh üflediği büyük bir toplumsal kesim.

Aslında literatürde AK Parti’yi açıklayan başka teoriler de var. Bunlardan biri ve en etkili olanı Şerif Mardin’in Türkiye’ye tanıttığı ve 1990’larda akademide çok etkili olan “merkez-çevre” kuramı. Buna göre AK Parti Cumhuriyet’in çevreye ittiği muhafazakâr-dindar kitlelerin merkeze yürüyüşü ve merkezi ele geçirmesinin hikâyesidir.

Bu teori, Türkiye’yi Osmanlı döneminden itibaren bir merkez-çevre gerilimi içinde açıklar. AK Parti iktidarıyla nihayet çevre merkeze oturur ve merkezi kontrol eder. Bu da sadece teorinin artık sonu değil, adeta tarihin sonudur.

Geçen hafta TÜSİAD’ın düzenlediği benim de konuşmacı olarak katıldığım bir toplantıda değerli hocamız Ersin Kalaycıoğlu böyle bir geniş çerçeve çizdi. Biz de o çerçeveyi tartıştık. Ben bu çerçeveye hiç katılmıyorum. Bence Osmanlı Dünyasını ve Türkiye’yi merkez-çevre kuramı ile açıklamak bu coğrafyanın tarihindeki muazzam karmaşıklığı, çok boyunluğu, çok aktörlüğü, çok merkezliliğini, merkezlerin ve çevrelerin her daim bölünmüşlüğünü…perdeliyor. Basit ve konforlu bir mekanik açıklama getiriyor. Tarihçinin ve sosyal bilimcinin bu konforla düşünmesi sorunlar yaratıyor ki, Türkiye’de 1990’lardan beri mekanik ve lineer açıklamalar Türkiye’deki bu noktada gelmemizden de kısmen sorumlular. Şunu söyleyeyim. Mesela Merkez-Çevre teorisinin AK Parti siyasetinin tarihi tezi olduğunu da unutmayalım. Yani bu tez siyasetin enstrümanı olmuş bir tezdir. Merkez-Çevre teorisini bu durumu akılda tutmadan ele almak artık doğru olmaz.

Genel olarak 100 yıllık Cumhuriyet parantezi diye bir ifade kullanıyorlar. Bu da bu siyasetin aracı olmuş kuramın mı sonucu?

Sadece 100 değil 200 yüz yıllık yani Tanzimat’tan başlayan bir parantezin kapatılacağını söyleyenler var. Evet, bu iddia ile merkez-çevre yaklaşımının bir ilişkisi var. “200 yıllık bir dışlanmanın arkasından, verilen mücadeleler sonunda, milletin, dinin ve devletin asli evlatları merkeze yürüdüler ve tarihi düzelttiler.” vesaire…

ÜYELERİ KENDİ PARTİLERİNE OY VERMEYEBİLİRLER

Peki AKP’ni nasıl anlamalıyız, AKP nedir?

AK Parti ve Erdoğan’ı beraber anlamalıyız tabi. Bir de 2000-2008, 2008-2016, 2016-2022 AKP’leri birbirinden farklı. Aynı zamanda parti örgütü ve tabanı incelenmesi gereken ayrı olgular. Tabi buna sarayı, parti merkezini ya da taşra örgütünü de katalım. Muazzam bir yapı aslında. 20 milyon üyesi var. O kadar çok üyesi var ki, muhtemelen bu insanların ciddi bir bölümü kendi partilerine oy vermeyecek.

Gelinen noktada ise Erdoğan ve AK Parti kendini kurucu irade olarak konumlandırıyor. Çevreden ve tarihin derinliklerinden gelen, merkezi fetheden ve ülkeyi yeniden kuran irade. Hatta tarihi düzelten irade.

Şimdi biraz başka bir şey söylemek istiyorum. AKP’nin de içinde bulunduğu daha geniş bir İslamcı-Muhafazakâr bir siyasal ve toplumsal hareket var. Evet, AKP’yi bir yönüyle bu geniş çerçevenin içinde görmek gerekiyor. Ama şu geldiğimiz noktada AK Parti ve Erdoğan İslamcı-Muhafazakâr çerçevenin çok ötesine geçti. İslamcı-Muhafazakâr hareket bir modernizm ya da modernleşme eleştirisidir, öyle değil mi? Demin söyledim, merkez-çevre. Ona Batılılaşmaya getirilen eski tepkisel tutumu, sonrasında Oryantalizm ve Post-Kolonyalizm eleştirileri de ekleyelim. Yani diyeceğim o ki İslamcılık bir muhalefet hareketiydi. Baş örtüsü bir muhalefet sembolüydü.

Gelinen noktada ise Erdoğan ve AK Parti kendini kurucu irade olarak konumlandırıyor. Çevreden ve tarihin derinliklerinden gelen, merkezi fetheden ve ülkeyi yeniden kuran irade. Hatta tarihi düzelten irade. Dünya, özellikle Batı ile eşitsiz ilişkiye son veren, ona meydan okuyan irade. Bu arada tabi AK Parti ve Erdoğanizm tarihi yeniden yazıyor. Bizzat Sayın Cumhurbaşkanı tarihi dar bir cendereden kurtarıp kaybolmuş, perdelenmiş, karalanmış bir muhteşem geçmişi ihyâ ettiğine inanıyor. Kendi tabanını bu ihyâ siyaseti ile mutlu ediyor. Onlara bir tür üstüncülük aşılıyor. Siz aşağılandınız, ama aslında üstünsünüz diyor. İhyâ ettiğimiz geçmişte bunu görün ve bizle bu sahnede yerinizi alın diyor.

ERDOĞAN BAŞROLÜNE OLDUĞU BİR SAHNE KURDU

Açalım mı bunu biraz…

Erdoğan’ın geçmiş üzerinden kurduğu sahne, o sahnede anlattığı hikâye, o hikâyeyi anlattığı dil tabana kendini iyi hissettiriyor. Bu çok mühim bir şey. Taban belki artık ekonomik olarak hisse alamıyor ama kendilerini manevi olarak iyi, güçlü, onurlu, hatta üstün hissediyor.

Tayyip Erdoğan bu üstünlüğün cisimleşmiş hali gibi algılanıyor. Erdoğan tabanına her zaman ekonomik değil duygusal olarak da bir şeyler verdi. İşte tarihi ihya etmek tam da bu. Sanki dünya fethedilecek ve herkes o fetihten payına düşecek ganimeti alacak hissi. Bu açıdan Erdoğan AKP tabanının üretti, yarattı, icat etti diyebiliriz.

AKP söylemi tarihi metalaştırmak, onu dekoratif bir tüketim malzemesine dönüştürüyor. Buna şüphe yok. Ama tabii tarihin metalaşması meselesi AKP ile sınırlı değil. Onu da ifade etmek lazım. Her kesim kendi tarihini metalaştırmış durumda Türkiye’de bugün.

Özetlersem, bugün AK Parti kurucu irade olarak, tarihi düzelten, toplumu yeniden disipline eden, milletin ve dinin özünü kamu hayatına hâkim kılan bir toplumsal irade, Erdoğan o iradenin müşahhas hali. O tarihi hatta dini iradenin bu dönemdeki zatı. Eski tabir ile sahibkıran’ı ya da müceddidi.

MHP de mi buna katılıyor sizce?

Şimdi bu söylediklerimi yaparken, Türkçü-Milliyetçi MHP ile ittifak içinde yapıyor. Burada bazı gerilimler çıkıyor. MHP hala bir şekilde Cumhuriyet’e ve Atatürk’e sahip çıkıyor, öyle değil mi? Orada bir gerilim var. Aslında MHP’nin tarih okuması AKP’ninkinden oldukça farklı. Ama siyaseten o gerilimleri kapatabiliyorlar.

AKP İHYACI BİR PARTİ

Peki AKP’nin öncülü partiler için de bu söylediklerinizi söylemek mümkün değil o zaman? Tamamen yeni bir durumdan bahsediyoruz öyle mi?

Evet, bence AKP bir siyasi geleneğe oturan bir parti değil. Kendi geleneğini icat etmiş bir parti. Dahası AKP kendi geleneğini, hikâyesini, kendini de içine konumlandırdığı bir Osmanlı ve Türkiye tahayyülü ile, topluma başarı ile dayatan bir parti.

İhyâcı ifadesini kullanıyorsunuz. Ne demek ihyacı?

İhyâcılığı geçmişin sembollerini, anlatılarını, imgelerini vesaire harmanlayıp, bir bağlama ve kronolojiye sokmadan ve belli bir eleştirel süzgeçten geçirmeden, günümüzde tekrar sahnelemek ve bu sahneden bir gelecek inşa etme çabası diye tanımlıyorum. Bir yönüyle geçmişin siyaseten ve iktisaden metalaşması. Hem siyasi hem ticari amaç için geçmişten unsurları sahnelemek, piyasaya sürmek, bu sahneden bir gelecek tahayyülü çıkarmak.

HER ŞEYİ TİCARİLEŞTİRDİ

Metalaşma dediğiniz aklıma şu geldi. Örneğin devlet kanalı TRT’de geçmişi kutsayan bazı Selçuklu, Osmanlı dönemine ait diziler var. Bu dizlerin tekrar bölümlerini TRT’de yayınlandıktan üç-dört ay sonra özel kanallarda yayınlanıyor.

İkinci konu mimaride benzer formlar ve mimarı desenlerin kopyalanması… Bunları bu ticarileşme ya da metalaşma bağlamında ele almak mümkün mü?

Evet. İşin mimarî boyutu çok ilginç. Çok ilgimi çekiyor. Bu konuda tabi önemli çalışmalar da var. Bülent Batuman’ın Milletin Mimarisi kitabını çok tavsiye ederim. TV dizileri üzerine de önemli değerlendirmeler çıkı. Bu konuda başka bir Batuman, Elif Batuman’ın New Yorker‘da 2014’te çıkan “Ottomania” yazısı harikadır.

Bir tarihçi olarak şunu açık yüreklilikle ifade etmeliyim; tarihe bu kadar gömülmek bir hastalıktır. Belli bir noktadan sonra sizi gelecekten koparır, gelecek hakkında düşünmemeye başlarsınız. Biz toplum olarak şu anda böyle bir ruh halindeyiz.

AKP söylemi tarihi metalaştırmak, onu dekoratif bir tüketim malzemesine dönüştürüyor. Buna şüphe yok. Ama tabii tarihin metalaşması meselesi AKP ile sınırlı değil. Onu da ifade etmek lazım. Her kesim kendi tarihini metalaştırmış durumda Türkiye’de bugün. Bu durumu PolitikYol yazarı benim de arkadaşım olan Nuray Mert, “tarih savaşları” olarak tanımlamıştı ki, doğru bir tanım. Bu konuya ben de bu haftaki Oksijen yazım da değindim.

ÇOKLU TARİH MÜMKÜN OLABİLMELİ

Peki tam bu noktada Kemal Bey helâlleşme çıkışı, başka bir tarihselliği mi işaret ediyor? Bu tarih savaşlarından Türkiyeyi çıkarabilir mi? 

Bu konuda iki şey söylenebilir. Birincisi çoklu tarih mümkün olabilir mi? Ki bunu Kemal Bey’le de tartıştım.

Toplumların geçmişle girdiği ilişki tekil değildir. Farklı toplum kesimleri geçmişten farklı şeyler hatırlar, onları farklı şekilde kurgular. O semboller farklı şekilde günümüze, kamu alanına ya da siyasete taşınır. Toplumun tarihinin de tarihselleştirmesi lazım. Şu anda Türkiye’de Muhafazakarların, Milliyetçilerin, Kemalistlerin, Kürtlerin, Alevilerin, Solcuların, Rumeli muhacirlerinin, Çerkezlerin, Ermenilerin, Yahudilerin … farklı tarih algıları var.  Ama özellikle son 20 yılda farklı tarih algıları, tarih savaşlarına dönüştü.  Herkes tarihe döndü. Garip değil mi? 1970-80’lerde böyle değildi, insanlar çok ilgilenmezdi geçmişle. Genel toplum çok fazla ilgilenmezdi. Ama 2000’li yıllarda bir şey oldu.

Neden?

Bu soruyu ben de kendime sordum, niye böyle oldu. Sanırım toplumlar, siyasal kriz ve radikal dönüşüm zamanlarında tarihe dönüyor. Bir de AKP, toplumun önüne tarihsel bir argümanla geldiği için diğer partiler, toplumsal kesimler de ona cevap vermek için tarihe döndü.

AMAÇ TARİHİ YENİDEN TASARLAMAKTI

AKP’nin tarih tezi bir toplumsal meşruiyet aracı mı?

Elbette. Tarih sonuçta geçmişi yeniden tasarlamaktır. Sonuçta her insan da kendine bir tarih üretir. Yeni bir ilişkiye girersiniz, kendinizi yeni tanıştığınız insana anlatmanız gerekir. Ya da anlatmak istersiniz.

Yeni bir iş görüşmesinde CV’nizi getirmeniz gerekir. Curriculum Vitae ne demek, hayat çizelgesi. Fransızlar “resume” ister. Yani kısa bir otobiografi. Tabi ki her tarih tasarımı, bireysel ya da toplumsal, bir parça çarpıtma içerir. Amaca yönelik olarak, bazı şeyler öne çıkartılır, bazı şeyler geride bırakılır falan. Bu unsurlar toplumların kurduğu tarihte de vardır. İşte toplumsal kriz, dönüşüm anlarında tarihe dönülüyor ve yeni kurulacak gelecek bir tarihsel çerçeveye yerleştirilmeye çalışıyor.

Siyaset tarihle iç-içe o zaman?

Bir tarihçi olarak şunu açık yüreklilikle ifade etmeliyim; tarihe bu kadar gömülmek bir hastalıktır. Belli bir noktadan sonra sizi gelecekten koparır, gelecek hakkında düşünmemeye başlarsınız. Biz toplum olarak şu anda böyle bir ruh halindeyiz.

HELÂLLEŞME EFSUNLU BİR KAVRAMDIR

O zaman Kemal Kılıçdaroğlu’nun Helâlleşme çağrısını değerlendirelim. O bu tarih savaşlarına bir panzehir önerisi mi?

Kemal Bey’in “helâlleşme” çağrısı sanırım bir yönüyle bu farklı tarihsel hikayelerin bir arada yaşayabilmesi, birbirleriyle diyalog kurabilmesini sağlama çabası. Ben çok değerli buluyorum. Zaten Oksijen‘de yazdım bunu. Helâlleşme efsunlu bir kavramdır. Helâlleşmeyi yüzleşmeden ya da hesaplaşmadan ayıran bir şey var. Hesaplaşma ve yüzleşmede barışın çözümünü geçmişteki gerçeklerin ortaya çıkmasında arıyorsunuz. Helâlleşmede ise başka bir konumlanma var. Bir anlamda yaşanan yaşandı, karşılıklı barışalım, önümüze bakalım diyorsunuz. Şu dönemde çok kuvvetli bir teklif bu. Tabii ki yüzleşme ya da hesaplaşma da yapılır. Ama helâlleşmeyi öne almak diyaloğu başlatmak açısından önemli. Ama daha dramatik bir boyutu var. Helâlleşme tarihsel olarak çözülmesi ya da yüzleşilmesi çok zor hatta imkânsız bazı meseleleri yaşanabilir bir toplum için karşılıklı olarak sonlandırmak ya da bir gerilim unsuru olmasına son vermek anlamına geliyor sanki. Bana kızacaklar bazı dostlar biliyorum, ama ben eğer taraflar hem fikir ise unutmayı ve önümüze bakmayı değerli buluyorum. Tabii zorla unutturmayı kabul etmem mümkün değil.

HER ŞEYİ ÇÖZEMEYEBİLİRİZ DE

Farklı kimlikler gibi farklı tarihlerin de birbiriyle konuşabilmesi önemli ama ille de meselelerin çözülmesi, yüzleşilmesi gerekli demiyorsunuz?

Evet. Burada bir toplumsal barış nasıl sağlanır ondan bahsediyoruz. Toplumdaki fay hatları dargınlıklar, kırılmışlıklar, kızgınlıklar, hayal kırıklıkları, mağduriyetler, üstüncü tavirlar… nasıl halledilir, onu konuşuyoruz. Toplumsal barış nasıl ortaya çıkar bunu odaklanıyoruz. Bu da bu farklı tarihsel hikayelerin bira arada yaşayıp, yaşayamayacaklarıyla ilgili. İlle çözmeye gerek yok. Helâlleşme bize başka bir mekanizma sunuyor. Bazıları bunu bir yüzleşmeden ve hesaplaşmadan kaçış olarak anladı. Ben öyle düşünmüyorum. Bu daha çok İslam hukukunda maslaha dediğimiz geleneğin bir devamı sanki. Daha önemli bir amaç için helalleşerek sulh yapmak.

Helâlleşmede başka bir konumlanma var. Bir anlamda yaşanan yaşandı, karşılıklı barışalım, önümüze bakalım diyorsunuz.

İtiraf edelim ki, Türkiye tarihi az-buz sorunlu bir tarih değil. Kırımlar ve katliamlar, tehcirler, mala-mülke el koymalar olmuş. Üstüncü insanlar var, kendini ülkenin gerçek sahibi olarak hissedenler var, ülkenin hissedarı olamadığını düşünenler var vs. Kürt sorunu var. Alevilerin yüzyıllara uzanan mağduriyeti var; Ermeniler’in ülkelerinden sökülüp atılması var… var da var.  Ve bunların hepsi gerçek tarihsellikler. Böylesine zor bir tarihi olan ülkede sadece tarih konuşarak, yüzleşerek, toplumsal barış sağlanmaz.

Bu farklı tarihi hikayeleri ve hafızaları toplumsal barış sağlamak için nasıl konuşmalıyız, tartışmalıyız, ortak bir zemin bulabilir miyiz, çoklu bir tarih yazabilir miyiz? Ve daha önemlisi bazı tarihsel meseleler de anlaşamasak da helalleşip, sulh edip, bir arada yeni bir gelecek tasarlayabilir miyiz? Mevzu budur.

Yeni dönemin önemli işlerinden biri de bu olmalı, özellikle yeniden inşa sürecinde…

Bu olmalı.

Tarihle kavga mı ediyoruz?

Yukarıda ifade ettim, toplum tarihe bu kadar gömülmemeli. Geleceğe bakmalıyız. Hadi amiyane şöyle ifade edeyim, evet tarihe bakalım, onda anlam bulalım, eski insan tecrübelerini ögrenelim, ama ona takılmayalım. Tarihe “cool” bakabilmeliyiz. Tarih okuyup dolduruşa gelmek hem komik hem tehlikeli.

BEN ANTİ TARİH YAPIYORUM

Bir tarihçi olarak tarihi çok abartmayalım diyorsunuz yani?

Ben anti-tarih yapıyorum biliyorsunuz.(Gülüyor!). Nietzsche’den gidersek tarih bir tür hastalıktır. Historische Krankheit (tarih hastalığı) diye ifade eder. Gerçi sonra fikirleri değişmiştir ve akademi dışı tarih konusunda daha olumludur… ama olsun bu kavramı çok seviyorum. Tarihle farklı bir ilişki kurmak için tarihçilik işe yarayabilir ama bizdeki tarihçilerin bir kısmı ne yazık ki, bu toplumsal fay hatları üzerinden tarihçilik yapıyorlar onu da söylemem lazım.

Ben bir tasarım önermekten çok sorgulamak, var olan anlayışları kırmak, hayret etmek için tarihçilik ediyorum. Cemal Hoca (Kafadar), “tarih özgürleştirmiyorsa bir baskı aracına dönüşür” der. Tam da öyle!

Tekrar siyasete dönelim. Peki bu taban AKP sonrası dönemde ne olacak? Sonuçta sosyolojik bir gruptan bahsediyoruz…

2023’de muhalefetin kazandığı takdirde çok ciddi bir mesele AKP’lileri de içine katacak, onlarla konuşacak bir dil bulmak. Dışlayarak değil içine almaya çalışarak bir düzen kurmak olacak. Bu konuda kafam çok net.

Dışlamak hata olur diyorsunuz…

Kesinlikle. AKP’ye rağmen AKP’lileri ve Erdoğan’a rağmen Erdoğan’ı sevenleri kapsayacak, onlarla konuşacak bir dil kurmalı, yeni bir toplumsal sözleşme üretmeliyiz ki yeni dönemin önemli bir özelliği de yeni bir toplumsal sözleşme ile yola devam etmek olmalı.

KEMAL BEY ÖNEMLİ ŞEYLER YAPIYOR

Örneğin Kemal Bey bu hafta içi başörtüsü konusunda bir çıkış yaptı. Arkasından kendi tabanından büyük eleştiriler geldi. Eroğan da karşı hamle ile bir anayasa değişikliği önerisi getirdi. Orada LGBTİ’yi de hedef alan bir tonla bir çerçeve kurdu? Ne düşünüyorsunuz?

Ben Kemal Bey’in çıkışını çok önemsiyorum. Bir yönüyle baş örtüsü meselesinin bu süreçte Erdoğan tarafından kullanılmasının önünü almak istiyor. Diğer açıdan Altılı Masa’daki muhafazakâr kesimin CHP ile ittifak konusunda elini rahatlatmak amacında. Diğer yandan ise helâlleşme siyasetini başka bir aşamaya taşımak istiyor. En önemlisi özgürlükçü bir adım. Toplumsal barışı böyle kuruyor. Netice de tüm kadınların giyim kuşam özgürlüğünü garanti altına alan bir yasa tasarısı geldi. Bunların hepsi çok önemli ve hepsi doğru adımlar.

Ama iki mesele ortaya çıktı. Birincisi CHP tabanından bir kesim çok sert bir tepki verdi Kemal Bey’e. Hatta buna TİP de eklendi. Bu arada TİP’in çıkışı gerçekten çok ilginçti. TİP’in biraz çıkışı adeta CHP’nin, daha doğrusu Kemal Bey’in terk etmek istediği bir alanı doldurma çabası gibiydi. İkincisi, Erdoğan’ın cevabı. Bence Erdoğan kısa bir panik yaşadı. Ama arkasından CHP tabanından gelen tepkiyi gördü ve iş “Kılıçdaroğlu pas verdi, Erdoğan gol attı”ya döndü.

Kemal Bey’in bu çıkışından sonraki süreci iyi yürüttüğüne emin değilim. Böyle bir çıkıştan sonra yalpalamamak gerekiyor. Birkaç adımı birden düşünmek gerekiyor. Yine de işin doğrusu, ben Kemal Bey’in mesajının gitmesi gereken yerlere gittiğini düşünüyorum. Orta ve uzun vadede bu çıkış hem Kemal Bey için hem CHP için pozitif sonuçlar doğuracak. Bu arada AKP tabanını konuştuk, gelecek ay biraz CHP tarihi ve CHP tabanı konuşalım ne dersiniz?

Konuya dönersem, kapsayıcılık, toplumsal barış,… önümüzdeki dönemde ekonomik seferberlik ve adaletin tesisi kadar önemli. Açıkça konuşmak gerekirse liderler arasında toplumsal barış konusunda en kapsamlı ajandayı, bazen ürkek de olsa, Kemal Bey ortaya koyuyor. Altılı Masadaki sağ siyasetçilerin bu çabalara aktif destek vermesini beklemek ya da onlardan bunu istemek saflık mı olur bilmiyorum. Mesela masadaki entelektüel donanımı en ileri derecede olan Ahmet Davutoğlu’nun Kemal Bey’le bu konuda çalışması, mesela onun CHP tabanına seslenen ve içinde belki bir tür geldiği siyasi geleneğe yönelik özeleştiri de içeren, bir diyalog çerçevesi kurmasını ummak çok mu fantastik bir beklenti olur?

Tabi toplumsal barış açısından bir de Selahattin Demirtaş’ın çabalarını ve müdahalelerini zikretmek gerekiyor. Çok değerli buluyorum.

Son olarak Demirtaş’ı andınız. Tabii AKP’liler gibi Kürtleri kapsayacak bir siyaset ve gelecek zorunlu yeni dönemde…

Kesinlikle. Şu bir gerçek; Önümüzdeki dönemde Kürtleri ve onların kendi hikayelerini dışlayan bir Türkiye olamamalı. Olamaz. Demirtaş zor bir iş yapıyor. Burada Kürt siyasi hareketi içindeki ince dengelere girecek değilim. Çok da hâkim sayılmam zaten. Ama şunu biliyorum. Demirtaş çok iyi niyetle önemli ve etkili çıkışlar yapıyor. Ama o da aynı Kemal Bey gibi önemli riskler alıyor. Demirtaş’a verilen destek önemli; ama o desteğin tonunu iyi ayarlamak gerekiyor, onu zor durumda bırakmamalı.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

1 Yorum

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI