6 Şubat depreminden sonra yaşanan yağma olayları, Türkiye’de genel bir ahlak sorununun varlığına işaret ediyor. Bu sorunun sebebi ise dinsel bir nitelikten çok toplumsal normun ani değişiminin sağlıklı değerlendirilmemesi. Siyaset bilimci Prof. Dr. İlter Turan yazdı.
Türkiye deprem felaketiyle baş etmeye çalışırken bir de ahlak sorunuyla karşı karşıya kaldı. Bütün varlıklarını kaybetmiş insanlar bir yandan canlarını kurtarıp, diğer yandan enkaz altından kurtarabilecekleri mallarını ararken, bir kısım vatandaş da ortada hüküm süren kargaşayı fırsat bilip yağmacılığa yöneldi. Yağma değişik biçimler alabiliyor. Kimi sahipsiz kalan dükkanlardan ne bulduysa onları alıp götürmeye çalıştı, kimi yıkıntılar arasında buldukları eşyaları kendi malına dönüştürdü, kimi de vefat eden kişiler üzerinde buldukları para, mücevher, telefon, hatta kredi kartı gibi varlıkları satmaya, kullanmaya kalkıştı. Herhalde siz de okudunuz, bir genç yaşlı bir kişinin cüzdanında bulduğu kredi kartını deprem mahallinden uzak bir mekânda alışveriş yapmak için kullanırken yakalandı.
Yağmacılık gibi menfur bir suçu işledikleri tahmin edilen kişiler halk tarafından yakalanınca linç edilmek istendi, canlarını zor kurtardılar. Bazen suçluyu yakalayıp kanuna teslim etmekle vazifeli kolluk görevlileri de toplumun anında verdiği cezanın infazına ortak oldular. Zanlıları yakalayan yetkililer pek insaflı da değildiler. Suçlu olduğundan kuşku duydukları kişileri tekme tokat dövdüler, çoğu insan ise yapılanları görünce, “Oh, böyleleri zaten cezayı hak etmişlerdi” diye söylenerek rahatladı.
Bu arada, yanlışlıkla soyguncu zannedildikleri için dayak yeyip, sokağa atılanlar oldu, öldürülen bazı kişilerin yağmacı mı yoksa evinden kurtardığı birkaç parçayı yeni hayat kurmak istediği başka yere taşıyan insanlar mı olduğu pek anlaşılamadı. Bir takım vatandaş, soygunu Suriyelilerin yaptığını ileri sürerek, bu basit açıklamadan tatmin oldu, yakalanan kişileri önemli bir bölümünün Türk vatandaşı olduğu gibi ufak bir ayrıntıyı gözden kaçırdı.
Genel kanaate göre, toplumda ahlaksızlık almış yürümüştü, insanlar doğru yoldan uzaklaşmışlardı. Bunun nedeni herkesin kendi telakkisine göre farklılık arz ediyordu. Bazıları sorunun dinden uzaklaşma olduğundan emindi, bazıları bu tür işleri Türklerin yapmadığını düşünüyordu. Gözlenen ahlak çöküntüsünün baş müsebbibinin iktidar olduğunu ileri sürenler de vardı. Bu tür açıklamaları bir yana bırakarak daha sistemli bir tahlil yapmamız gerekiyor.
İstikrarlı toplumlarda yerleşiklik kazanmış ve hemen herkesin bildiği ahlak kuralları vardır. Bu kuralları herkes aile içinde, çevresinde, okulda, dini kurumlarda ve diğer birçok çerçevede öğrenir. Bireyler bu kurallara bir yandan kendilerinin bunlara uymaları gerektiğine inanarak, yani içsel denetim yoluyla; diğer yandan toplumun onları kurallara uymak konusunda oluşturduğu baskılar ve yaptırımlar, ayrıca kamu otoritesinden korktukları için, yani dış denetim sonucunda uyarlar.
Bizim toplumumuzda böyle bir mekanizma işlemiyor mu? Galiba iyi işlemiyor. İşleseydi, hepimizi üzüntüye boğan ve utandıran bu büyüklükteki yağma ve soygun türü olayları yaşamayacaktık. Pekiyi, neden işlemiyor? Bazı kişiler, toplumumuzun mayasının bozuk olduğunu, başka toplumların daha ahlaklı olduğunu filan ileri sürüyorlar ama bunlara biraz ihtiyatla yaklaşmak gerek. Söz gelimi, benim çocukluğumda hem tatil hem de akraba ziyareti için gittiğimiz sahil kasabasında kimse geceleri dükkanının kapısını kilitlemezdi. Hatta, zahireci olan akrabalarımın dükkanına sabahları dükkânı açılmadan havyanına yem almak için gelen köylüler, yemi tartar, parasını tezgah üstünde bırakır giderlerdi. O yıllarda, bildiğim, duyduğum kadarıyla tüm Türkiye böyleydi. Demek ki, maya bozukluğu söz konusu değil. Daha sonraki yıllarda kasaba büyüdü, dışardan gelip yerleşenler oldu, kasaba yakınında bazı sanayiler kuruldu. Düzen bozuldu, hırsızlık vakaları oldu, kapılara kilit vuruldu.
O zaman karşımıza çıkan olguyu biraz daha iyi tahlil etmemiz gerekiyor. Bu konuda bize yardımcı olacak oldukça eski, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında yaşamış Fransız sosyolog Emile Durkheim’in geliştirdiği “anomi” kavramı var. İnsanların hangi kurallara uyacaklarını kestirememe, dolayısıyla kuralsızlaşmayı anlatmak için kullanılan bir deyim. İnsan davranışlarını toplumun üzerinde birleştiği bir dizi kural (norm) yönlendiriyor, ancak bu istikrarlı ortamlarda söz konusu.
Hızlı değişim yaşanması durumunda yürürlükteki normlar ihtiyaca cevap veremez duruma geliyor. Buna karşılık yeni bir normlar dizisi hemen oluşmadığından insanlar “kuralsızlık” ya da “anomi” yaşıyor, davranışlarını kurallara göre yönlendiremiyorlar.
Hızlı değişim yaşanması durumunda yürürlükteki normlar ihtiyaca cevap veremez duruma geliyor. Buna karşılık yeni bir normlar dizisi hemen oluşmadığından insanlar “kuralsızlık” ya da “anomi” yaşıyor, davranışlarını kurallara göre yönlendiremiyorlar. Aynı şekilde, ortam değiştirip çok farklı kuralların egemen olduğu ortama giren bireyler de eskiden öğrendikleri kurallarla yeni ortamlarındaki kuralların farklı olduğunu görüyorlar. Fakat eski kurallar ile zaten iyi bilmedikleri/öğrenmedikleri/anlamadıkları/ benimsemedikleri yeni kurallar arasındaki uyumsuzluk karşısında şaşkınlık ve kararsızlık yaşıyor, kurallara göre davrandıkları yaşamdan uzaklaşıyorlar.
Örneğin, birçok Latin Amerika ve Afrika megakentinde karşımıza çıkan vahşet, başlangıçta yaşanan kuralsızlığın zorbalığa dayalı kendi kurallarını üretmesinin sonucudur. Mafya tipi çetelerin kendi içlerinde geliştirdikleri ve harfiyen uydukları ahlak kuralları vardır. Teşkilat mensupları bunlara uymayanlara sert yaptırımlar uygularlar. Fakat, aynı kişiler topluma egemen olması istenen ahlak kurallarına aldırmadan acımasızca hareket ederler.
Şimdi, bu açıklamaların ışığı altında Türkiye’ye bakalım. Ülkemiz yüzyıldan çok daha kısa bir süre içinde hem bir nüfus patlaması hem de hızlı bir kente göç olayı yaşadı. 1950’de 20 milyon olan ve %25’inden daha azı kentlerde yaşayan nüfus günümüzde 84 milyona ulaşmıştır, kırda yaşayan kesim ise %7 civarındadır. Köyden kente akan nüfus kısmen kentleşmiş, kısmen kentleşmeden ama kent diye tanımlanan bölgelerde yaşamaya başlamıştır.
Aslında gecekondulaşma diye şehircilik ve mimarı bakımdan ağır biçimde eleştirilen bu olgu, insanların yeni yaşamlarına uyum sağlamayı kolaylaştıran bir tampon hizmeti görmüştür. Yarı köylü-yarı şehirli ortamda yaşayan insanlar yavaş yavaş kentle bütünleşmeye başlamışlardır. Tamamen kökünden kopma, boşluğa düşme ve dolayısıyla kuralsızlaşma diye bir olay büyük ölçüde bu sayede engellenmiştir. Bu sebeptendir ki, büyük kentlerimiz dünyadaki diğer megakentlerle karşılaştırıldığı zaman, çok daha emniyetlidir çünkü uzun süreler köksüzleştirilmiş, köylü-kasabalı terbiyesinden tamamen kopmuş geniş kitleler oluşmamıştı.
Üzülerek ifade edeyim ki, suçlular cezalandırılacaktır diye demeçler vermek, hele toplumun kendi başına vermeye kalkıştığı cezaları hoşgörüyle karşılamak sorunları çözen değil, ağırlaştıran yaklaşımlardır.
Günümüzde sosyal istikrarı sağlayan gecekondulaşma süreci artık işlerliğini yitirmiş bulunuyor. İlk defa kentlerde, kent doğumlu, kentle bütünleşmemiş, ailesi ile birlikte olmayıp kendi başına yaşayan, büyük bölümü erkek bir nüfus oluşmaktadır. Suriyeli veya Afganistanlıların hedef alınması, onların bu tür nüfusun önemli bir bölümü oluşturmalarından kaynaklanmaktadır. Bu nüfusu tanımak istiyorsanız, şurada veya burada buluşup bazen bir miktar içki aldıktan sonra ortak bir alanda toplanıp, polis nezaretinde büyük takımların futbol maçlarına giden ve seyirciye yakışmayan tezahürat yapan kitlelere bakmanız yeterli olacaktır. Yağmacıların da buna benzer yapıda olduklarını, arkadaşlarının mendiline bile tenezzül etmeyecekken, tanımadıkları ve kendilerine göre zengin buldukları ortamda gördükleri mallara saldırdıklarını tahmin ediyorum.
Karşımızdaki soru, ahlaki pusulaları ayara muhtaç bu kitleyi nasıl topluma kazandıracağımız sorusudur. Tabii ki, suç işleyenleri yakalamak ve cezalandırmak gerekiyor. Ancak, sorun sadece depremdeki yağmacılar sorunu değildir, çok daha geneldir. Umumi ahlak kurallarını bilmeyen, tanımayan, onlarla barışık olmayan ve onlara uymaya değer vermeyen, fırsat bulduğunda bunları ihlal etmeyi tabii gören, sadece yakalanmamaya çalışan insanları topluma kazandırma sorunudur.
Sorun, bazı zevatın ileri sürdüğü gibi, bu kişilere din öğretmekle halledilemez. Üstelik şu sıralarda öğretilen din, birtakım merasimler (vecibeler de deniliyor) yerine getirilirse günahların affedileceğini vurguluyor. Bu yaklaşım davranışları değiştirmez, olumsuz eylemlerin affedilebilir nitelikte olup, dinen mahzurlu olmaktan çıkarılabileceği gibi istenmeyen bir yoruma ve onun tatsız sonuçlarına yol açar.
Hâlbuki yapılması gereken, bu köksüzleşmiş insanları topluma kaynaştıracak, kopmalarını engelleyecek kapsamlı ve çok boyutlu yaklaşımlar oluşturmaktır. Bu kişilerin istihdamından başlayan, boş vakitlerini faydalı biçimde değerlendirmelerini öngören, onlara daha iyi gelecek vaat eden bir programlamayı, bu amaçla kurumlar oluşturmayı ve sivil toplumla yaygın işbirliği yapmayı gerektirir.
Başka bir çerçeve oluşturulduğunda, yağmacıların depreme yardım edenlerin başını çeken kişiler olmaları dahi söz konusu olabilecektir. Üzülerek ifade edeyim ki, suçlular cezalandırılacaktır diye demeçler vermek, hele toplumun kendi başına vermeye kalkıştığı cezaları hoşgörüyle karşılamak sorunları çözen değil, ağırlaştıran yaklaşımlardır. Ahlaki zaaf sorununu çözmek için cezalandırmaktan öteye çareler aramak gerek.