Cuma, Nisan 19, 2024

Aday konusunda masada zımnı uzlaşma var görünüyor

Eski ANAP Genel Başkanı Nesrin Nas muhalefetin kazanmasının yolu topluma güven verecek bir siyasetin kazandırılması olduğunu söyledi. Nas adaylık konusunda ise; “Ben Kemal Bey’in dilindeki değişime baktığım ve 6’lı masayı aşan bir vaat listesiyle toplumla ilişki kurmasını göz önüne aldığımda; adaylığı konusunda masadaki liderler arasında sanki zımni bir uzlaşma var olduğunu düşünüyorum“ dedi.

Sunuş

Türkiye’de son günlerde yeni döneme ilişkin tartışmalar başladı. Yeni dönemde restorasyon mu yoksa yeniden inşaa mı? Bu tartışma sürecek gibi. Siyasetçi kimliğinden çok son yıllarda sivil toplumcu kimliği ile öne çıkan Nesrin Nas ile bu konulardan başlayarak siyasetteki tartışmlara kadar pek çok konuyu konuştuk.

Nas, restorastonun Türkiye’nin kadim sonunlarına çözüm üretemeyeceğini söyleyerek yeniden inşaanın kaçınılmaz olduğunu bunu da ancak siyasetle mümkün olacağını ifade etti.

6’lı masasın da siyasetsiz siyasetle seçimi alamayacağını dikat çeken Nas, her konuda olmasa bile ülkenin temel sorunları konusunda 6’lı masada dilin ortaklaşması gerektiğini ifade etti.

Son dönemde medyada yeni döneme ilişkin restorasyon mu yoksa yeniden inşaa mı tartışması yapılıyor. Sizce hangisi?

Bence restorasyon mu yeniden kuruluş mu tartışması çok önemli ve ufuk açıcı bir tartışma.

Açıkçası ben restore edilecek çok fazla bir şey kaldığını düşünmüyorum. Bunu da uzun bir süredir söylüyorum. Devletin, temel fonksiyonlarını bile yerine getiremeyecek bir duruma gelmesinin ötesinde, elimizde devlet diyeceğimiz ne kaldı, açıkçası buna olumlu bir cevap veremiyorum. O nedenle işlevsizleştirilen kurumlara liyakat esasıyla tekrar işlerlik kazandıracak teknik çözümlerin, Türkiye’nin mevcut problemlerini aşmaya yetmeyeceğini düşünüyorum.

Şunu açık biçimde ortaya koyalım; Türkiye’nin sorunları teknokratların çözeceği sorunlar da değil. Dolayısıyla teknik çözümler çok geçici ve sadece biraz nefes aldıracak çözümler olur. Bizim çok daha derin yapısal çözümlere ihtiyacımız var.

Geçmiş krizlere baktığımızda da çoğunlukla krizle mücadeleyi hep teknik bir mesele olarak ele aldığımız görülür. Buna benim de bir parçası olduğum 2001 krizi sonrası yapılan reformlar da dahil. Kısmen AB süreci ile o geleneksel devlet dönüştürülmeye başlanmışsa da bu yapısal reformlar yarım kaldı. Ve bugün her şey 20 yıl öncesinin de gerisine düşmüşse bunun başlıca sebebi budur.

Sürecek gibi görünüyor…

İşe öncelikle, Levent Köker Hoca’nın da isabetle vurguladığı gibi “devletin yepyeni ilkeler temelinde yeniden inşa edilmesi” nden başlamak gerekiyor. Kaldı ki, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçtiğimiz andan itibaren yurttaşlık haklarımız büyük ölçüde elimizden alındı. Bu nedenle devlet-yurttaş ilişkisini, yurttaşlık haklarını işin temeline koyarak ve devlet düzeninin bugüne kadar üzerine bina edildiği ilkeleri, değerleri ve öncelikleri ters yüz ederek yeniden tanımlamamız ve bunun üzerinde uzlaşmamız gerekli.

Bugün bizim AB benzeri bir süreçle bizi A’dan Z’ye dönüştürecek bir çapaya ihtiyacımız var.

Bu tür buhranlar ve krizler silsilesi demokrasiyi, adaleti, eşitliği olmazsa olmaz olarak alan yeni bir toplumsal sözleşme temelinde her şeyi baştan tasarlamak için önemli bir fırsat sunar. Kurumsal ve sivil muhalefetin bu fırsatı heba etmemesi hayatidir.

Bu yeniden kuruluş ancak bütün toplumu ortak bir gelecekte, ortak bir yaşamda buluşturabilecek temel ilkelerle mümkün. Artık etnik kimliklerimize, dini inançlarımıza, geleneksel değerlerimize sıkışmayacağımız, kimliğimizle, düşüncelerimizle, yaşam biçimimizle özgürce var olabileceğimiz ve kendimizi bir grubun değil Türkiye toplumunun özgür ve saygın bir üyesi olarak hissedeceğimiz bizi bir dönüşüme ihtiyacımız var. Kısaca çoğulcu, farklılıkları kucaklayan e devletle birey arasında yurttaş ilişkisinin demokratik bir zemine oturduğu bir hukuksal temele ihtiyacımız var.

DEVLET BİREY İLİŞKİSİ GÜVENSİZLİK ÜZERİNE

Açar mısınız biraz?

Bugüne kadar ne yazık ki, bu yurttaşlık ilişkisini kuramadık devletle birey arasında. Birey devlete güvenmiyor, devlet zaten kendi yurttaşına güvenmiyor. Bunun sonucu bugün olduğu gibi, bireyi tüm yurttaşlık haklarından sıyıran güvenlikçi bir devlet olarak karşımıza çıkıyor. Böyle bir devleti sürdürebilmek ancak çok ağır bedeller ödeyerek mümkün. Bu tür devletler hem kamunun tüm kaynaklarını hem de geleceği tasarlayacak tüm imkanları ve enerjisini tüketir. Bugün bunun tam sınırındayız. Ya değişeceğiz ya da her açıdan tükenmiş ve geleceğe akmaya mecali olmayan bir ülke olarak kalacağız.

Bu devlet modelini sürdürme ısrarının bir başka maliyeti de insanların değişme umudunu kaybetmesi ve artık değişimin ve kurtuluşun olmayacağına ikna olmasıdır. Bu duygu toplum olmanın önünde büyük bir engeldir. Zamanla sosyal sermayeyi tüketir. Kamu yararı, ortak bir yaşamın zenginliği çoğunluk için anlamını yitirir. Ve çoğunluk kamu faydası için parmağını kımıldatmak, sorumluluk almak istemez. Önceliklerini kendilerini ve ailelerini hayatta tutmakla sınırlandırır ve siyaset dahil kamusal faaliyetlerinden çekiliyor.

Özetle devletle birey arasında yurttaş ilişkisini çağdaş ve evrensel hukuku norm kabul ederek yeniden tesis etmek ve bu topraklarda yaşayan herkesin “ben buranın yurttaşıyım” diyebilmesini sağlamak zorundayız.

VATANDAŞ YENİDEN KAMUSAL ALANIN PAYDAŞI OLMALI

Nasıl yani?

Kendi kazancı, kendi işi, kendi geleceği, çocuğunun geleceği dışında hiçbir şeyle ilgilenmeyen bireyler devletle ya da siyasi iktidarla ilişkisini negatif bir kontrat üzerinden sürdürür. Birey idarecilerin yetersizliği ve yolsuzluğuna gözlerini kapatır, idareciler de bireyin kaçak inşaatına, vergi vermemesine, kural dışı davranışlarına… Bu negatif kontratın kapsamı zamanla yaşamın tüm alanlarını kapsar.

Bunun sonuçlarını biz kentlerde, ekonomide, gündelik hayatta yeterince görüyoruz.

Diğer yandan restorasyon ya da yeniden kuruluş tartışması sadece muhalefetin kazanması halinde tartışılması gereken bir husus değil. Kuşkusuz muhalefetin kazanması birçok hususu tartışmayı kolaylaştıracak ve ortak aklı harekete geçirecektir.

Ancak seçim sonuçları ne olursa olsun bu rejimin böyle gitmeyeceği açık.  Rejimi sürdürmek için çok büyük mali kaynağa ihtiyaç var. Bu keyfiliğin egemen olduğu bir iktidar etme biçimiyle rejimi finanse edecek kaynaklara ulaşmanın da sınırına gelindiği açık.

Bu rejim bu haliyle devam ederse korkarım ortada Türkiye kalmayacak. O nedenle muhalefet kazansa da kazanmasa da Türkiye yakın bir gelecekte değişmek, dönüşmek zorunda. Türkiye böyle gitmez.

GEÇMİŞTEKİ TARTIŞMLAR SİYASETİ ETKİLEYEMEDİ

Bu tartışmaları 1990-2000’lerde de yaptık. Eksik olan neydi?

Daha önce de belirttiğim gibi devletin demokratik temellerde yeniden inşasının üzerinde çok fazla durmadık. Cumhuriyetin demokratikleşmesi dedik ama bu şık bir slogan olmanın ötesine gitmedi. Bu konuda sevgili Ali Yaycıoğlu, Oksijen’de çok güzel bir yazı yazdı. Devlet etme anlayışını değiştirmenin yanısıra siyasetin alanını da açacak bir vizyon ortaya koyamadık. Belki bu konudaki en önemli çıkış Anavatan Partisi’nin Kongresinde, Mesut Yılmaz’ın ulusal güvenlik sendromunu aşmamız lazım diye başlayıp, şayet “AB reformlarını yapıp, çağdaş dünyanın bir parçası olamazsak, Ortadoğuda yeni bir Baas Cumhuriyeti oluruz…Şu gerçeği iyi kavrayalım, Önümüzdeki yol çatallaştı. Bu yolların hangisine girilirse girilsin dönüşü yok. Karar verme zamanı.” çıkışıdır. Ama destek bulmadığı gibi neredeyse bir muhtıra ile karşılanmıştır. Cevap Genelkurmay Başkanlığı imzasıyla, yani resmî ve açık biçimde Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni siyasal alanda konuşmaya yetkili bir kurum olarak sunan bir basın bildirisi olarak gelmiştir.

Kürtlerden korktuk, muhafazakârlardan korktuk, Alevilerden korktuk. Daha doğrusu korkutulduk. Devletin koyduğu çizdiği kırmızı çizgilerin içinde kaldık. Türkiye’nin temel sorunlarından biri oldu bu yaklaşım.

Ne demek bu?

7 Ağustos bildirisi diyebiliriz buna. 12 Mart muhtırasını andıran bir üslubu vardı ve siyasete açık bir ihtardı. “Sana çizilen sınırlar içinde kal” uyarısı silâh kullanma yetkisini tekelinde tutan bir kurum adına, Genelkurmay başkanının imzaladığı bir ihtar veriliyor ve  başbakan yardımcısı sıfatını taşıyan bir parti başkanına karşı hakaret içeren bir ifade kullanmaktan da geri kalınmıyordu.

Sonuçta bu konuda siyaset kurumunun ürkekliği sayesinde, devletin kendi kırmızı çizgilerine razı olundu… Hatta eski MGK Genel Sekreteri Cumhur Asparuk, ulusal güvenliğin sadece dış tehditlere karşı alınan askerî önlemler olmadığını belirterek, bunun “ekonomik, teknolojik, siyasî ve sosyal menfaatler ile devletin temel değerlerinin iç ve dış tehditlere karşı korunması ve kollanması”nı da kapsadığının altını çizdi. Böylece TSK’nın iç siyasette başat bir aktör olarak yer almasını meşrû kılındı buna razı olmayanlar cezalandırıldı, susturuldu ve biz onlara yeterince güçlü biçimde sahip çıkamadık.

Şu ön kabul devletin demokratikleşmesinin önemli engellerinden biri oldu: Ülke yoksuldu ve yoksulluğu aşmak için güçlü devlete ihtiyaç vardı. Devleti eleştirmek, devleti güçsüzleştirmekti. Öncelik devlet olunca, devletin demokratikleşmesi hep ikinci planda kaldı. Bir de bu topraklarda milliyetçiliğin güçlü olduğunu unutmayalım. Kürtlerden korktuk, muhafazakârlardan korktuk, Alevilerden korktuk. Daha doğrusu korkutulduk. Devletin koyduğu çizdiği kırmızı çizgilerin içinde kaldık. Türkiye’nin temel sorunlarından biri oldu bu yaklaşım.

6’lı masanın güçlendirilmiş parlamenter sistem tartışmalarını bir tarafa bırakıp, tek tek partilere baktığımda gördüğüm şu; siyasetsiz siyaset yapma arzusu egemen.

Bu da parçalı bir toplum yarattı. Kimse devlete güvenmediği için bir anlamda kimliksel dayanışma öne çıktı. Aleviler Alevilere, Kürtler Kürtlere güvenerek yaşamaya başladı. Devlete güvenmek yerine kendi topluluğuna güvenmeyi tercih etti. Parçalanmış toplum dediğimiz tam da buydu.

İşte bu parçalanmış toplumu da ancak bir güvenlik devletinin bir arada tutacağınına çoğunluk ikna oldu.

DÜZENE MESAFE ALAN KAZANACAK

Peki siyasi partiler bu düzenin neresinde oldu?

Aslında siyasi partiler ya da kuruluşlarında toplumdan yana düzene karşı olan partiler ilk seçimde iktidar oldular, ama ne yazık ki hepsi kısa sürede devlete yanaştığı için kaybettiler. DP de böyle oldu, ANAP da AK Parti de. Toplumsal meşruiyetlerini devlete yaslanarak elde edecekleri meşruiyete feda ettikleri için hepsi kısa sürede devletleşti, düzen parçası oldular ve kaybettiler.

Bu açıdan 6’lı masa bir şans olabilir.

Nasıl bir şans?

6’lı masanın güçlendirilmiş parlamenter sistem tartışmalarını bir tarafa bırakıp, tek tek partilere baktığımda gördüğüm şu; siyasetsiz siyaset yapma arzusu egemen.

Bunu şöyle açayım; masadaki siyasi partiler ülkenin meselelerini oldukça teknik bir tartışma düzeyine indiriyorlar, önerdikleri çözümler de çok teknik. Sanırım bazı meselelerin kapağını açtıklarında ya da bunu tartışmaya başladıklarında sanki onun içinden çıkamayacaklarmış ya da 6’lı masa yara alacakmış gibi bir çekingenlik içindeler.

6’lı masanın kurucusu ve sürükleyicisi Kemal Kılıçdaroğlu o açılımı yapmaya çalışıyor. Zaman zaman ona Temel Karamollaoğlu bazen de Ali Babacan eşlik ediyor. Ama itiraf edelim ki bu hamleler yeterli değil.

SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ TEKNİK DEĞİL SİYASİ

Neden?

Çünkü Türkiye’nin yaşadığı sorunlar teknik sorunlar değil. Çözümleri de teknik değil. Türkiye’nin geleceğine talip olan bir iktidar koalisyonu sorunlara siyasi çözümler önermek durumunda. Bunun o masada daha çok konuşulması gerekiyor.

Ekonomi gibi bir konuyu daha teknik bir düzlemde tartışabilir, çözüm önerebilirsiniz ama önerinizin temeli siyasi olmak durumunda. Demokratikleşme de Kürt sorunun çözülmesi de temel hak ve özgürlükler de teknik sorunlar değil siyasal sorunlar.

Belki de bu sorunların dile getirilmesi, çözüm önerilmesi belirlenecek başkan adayının inisiyatifine bırakılmıştır. Bunu bilmiyorum.

Türkiye’nin yaşadığı sorunlar teknik sorunlar değil. Çözümleri de teknik değil. Türkiye’nin geleceğine talip olan bir iktidar koalisyonu sorunlara siyasi çözümler önermek durumunda. Bunun o masada daha çok konuşulması gerekiyor.

Bugun 6’lı masada birbirinde farklı 6 parti var ama bence aynı ilkelerde ortaklaşılabilecekleri ama masanın dışında kalan HDP var. Türkiye’nin bugüne kadar çözmediği ve güvenlik devletinin gerrekçesi yapılan konularda siyasetsiz siyaset yapmaya çalışıyorlar. Bunu sürdürdükleri sürece biz, muhalefetin kazanması halinde bir rahatlama yaşarız ama bu çok kısa süreli ve geçici olur. Yarından tezi yok en temel konuları masaya koymak ve konuşmak ve birlikte çözmek için uzlaşmak ve bu uzlaşmayı da kamuoyuna duyurmak zorundalar.

Mesela Kemal Bey Alevi ve bunun olası adaylığının sorun olabileceği kapalı kapılar ardında söyleniyor. Ben buna katılmadığım gibi bunuların konuşulmasını da ayıp buluyorum, ancak Akşener’in gösterdiği güçlü tavrın tüm partilerin teşkilatları tarafından da benimsenmesi lazım.

SİYASİ PARTİLER SİYASETTEN KAÇAMAZ

Sizin siyasetsiz siyaset tanımından ben Türkiye’nin kadim sorunlarını konuşamamak anlıyorum, doğru mu?

Evet, tam da o. Bugün Türkiye’nin temel sorununun ekonomi olduğu doğru. Ama bugün yaşadığımız ekonomik sorunlar teknik önermelerle çözülmenin çok ötesinde yapısaldır. O nedenle çözüm siyasal olmak durumundadır.

Siz 6’lı masanın önermelerini siyasal bulmuyorsunuz…

Evet. Mesela Sayın Kılıçdaroğlu, “farklı 6 parti olsak da demokratikleşme konusunda ortağız “diyor. Peki bu demokratikleşmeden kast edilen nedir? 6 partinin bu konuda üzerinde uzlaştığı, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem dışında başka bir uzlaşma metni var mıdır? Ben bilmiyorum.

Sanki bir geç kalmışlık eleştirisi var 6’lı masa hakkında…

Açıkçası ben 6’lı masanın siyaseten çok önemli olduğunu düşünüyorum ama bazı temel konularda da eksiklikleri olduğunu düşünüyorum. Daha çok konuşmaları gerektiği kanısındayım.

Bahsettiğim sorunların siyasal çözümlerinin ne, nasıl olduğunu henüz bilmiyoruz. Bu konular ne kadar konuşuldu bilmiyoruz. Bu açıdan bu temel konularda konuşulmamış olması bence zaaf.

Bakın 6’lı masanın her konuda anlaşmasını beklemiyoruz ama anlaştığı ya da anlaşamadığı konuları bilmek kamuoyunun güvenini kazanmak için önemli. Asıl sorun, bu temel konular yokmuş gibi davranılması. Sadece iç politikada değil, dış politikada da benzer bir durum söz konusu.

MUHALEFET DİŞ POLİTİKADA DA KONUŞMALI

Nasıl yani?

Türkiye dış politikada ciddi sorunlar yaşıyor. En sıcak konu Suriye’deki durum. Rusya ve ABD ile ilişkiler. İlhan Uzgel, “Suriye konusu Türkiye’nin dış politika tarihinde görülmemiş bir maliyet yarattı. Hiçbir dış politika eylemi bu ölçüde sorun yaratmamış, bu kadar karmaşık bir hal almamıştır” diyor. Çok haklı.

Muhalefet bu konularda ne diyor, utangaç bazı demeçler ve sığınmacı sorunu dışında bilmiyoruz.

Mesele sadece Suriyelileri geri göndermek değil. En azından sadece o değil. Rusya ile ilişkiler ne olacak, AB ile, ABD ile ilişkiler nasıl olacak? Bütün bu soruların cevabı 6’lı masanın Türkiye için nasıl bir gelecek tasavvur ettiğine dair önemli ipuçları içeriyor.

İktidara yürüyen bir ittifakın sadece topluma değil dünyaya da güven vermesi gerekiyor. Bu güven belirsizliği ve sürprizi azaltarak olur.

Mesele muhalefet dış dünyaya ne diyor?

Şunu ortaya koyalım, bugün itibariyle iktidarın dolayısıyla Türkiye’nin uluslararası politikada da herhangi bir güvenirliliği, inandırıcılığı kalmadı. Özellikle Batı dünyası Türkiye’ye idare edilmesi gereken, idare etmezse oyun bozabilecek ve oyun bozduğu zamanda ağır bedeller ödetebilen bir ülke olarak bakıyor. Bu bir partnerlık ilişkisi değildir. Türkiye, giderek Ortadoğu’daki çekişmelerin merkezine oturan, komşuları ve partnerları için katlanılması gereken bir yük gibi görülüyor. Rejim devirmek istiyor, ait olduğu bloğun bütünlüğünü sarsacak girişimlerde bulunuyor ve ilşkiler kuruyor, üstelik radikal İslamcı unsurlarla işbirliği yapmaktan çekinmiyor.

Muhalefet bunu nasıl değiştirecek? İktidara gelmeden dünya ile ilişki kurması ve Türkiye’nin önceliklerini ve temel yaklaşımlarını anlatması gerekiyor. İktidara yürüyen bir ittifakın sadece topluma değil dünyaya da güven vermesi gerekiyor. Bu güven belirsizliği ve sürprizi azaltarak olur.

MUHALEFETE GÜVEN SORUNU VAR

AK Parti hala nasıl yüzde 30’larda?

Olağan koşullarda bu iktidarın yüzde 30 oy alamaması lazım.  AK Parti ve MHP’nin yüzde 35’i geçmesi bile eşyanın tabiatına aykırı. Bu kadar ağır yaşam koşulları, bu kadar ağır adaletsizlik, bu kadar ağır baskı varken, gençler umutsuzken, ülkeyi terk ederken İktidarın bu oyu alması insanı şaşırtıyor.

Peki bunu neye bağlıyorsunuz?

Bnce burada sorun muhalefette. Muhalefetin iktidarın yarattığı belirsizlik ortamında topluma, iktidar seçmenine elle tutulur şeyler söylemesi, seçmeni ya da daha doğrusu toplumu belirsizliğin şiddetinden kurtarması gerekiyor.

Yaraların sarılması, güvenin sağlanması, kurumların ayağa kaldırılması zaman alacak. Bunun da topluma anlatılması ve rahatlamanın bugünden yarına olmayacağına toplum ikna edilmeli.

Siz bunu muhalefet açısından bir eksiklik olarak görüyorsunuz…

Evet, bir eksiklik. Muhalefetin somut şeyler söylemesi lazım. Toplumla, seçmenle güven ilişkisi kurması gerekiyor. Bu da açık ve samimi olmaktan geçer. Neyi, nasıl yapacağını, kısa ve orta vadede önceliklerinin neler olduğunu topluma anlatmak ve sivil toplumu da çözümün bir parçası olarak yanına almak önemlidir.

Muhalefetin ortak dil tutturması önemli. Muhalefetle birlikte hareket eden kanaat önderlerinin de aynı dili tutturması gerekiyor.

Çünkü temel hak özgürlükler ve sosyal kazanımların korunması sadece endişeli muhafazakârlar için değil, herkes için önemli ve bu konuda muhalefetin belirsizliği ortadan kaldırması önemli. Toplum çok kırıldı ve döküldü. Bu yaraların sarılması, güvenin sağlanması, kurumların ayağa kaldırılması zaman alacak. Bunun da topluma anlatılması ve rahatlamanın bugünden yarına olmayacağına toplum ikna edilmeli. Tabii tüm sorunların el ele vererek aşılacağına da…

Peki adaylar konusunda görüşünüz?

Kemal Kılıçdaroğlu bir adım önde o net.

ALEViLİK BİR RİSK OLMAZ

Hemen sorayım Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliği bir risk midir?

Bence değil. Bu konunun konuşulmasını bile ayıplıyorum. Bakın Erdoğan geçenlerde Cemevine gitti sonra Hacı Bektaş’a. Gittiği yeri Cemevinden çok gitmek istediği yere dönüştürdü. Yine Hacı Bektaş’a kendi belirlediği tarih ve gündemle gitti. Yani iki ziyarette de gittiği yerlerin duyarlılıklarını değil kendi sınırlarını, hassasiyetlerini dayattı. Yani Erdoğan Alevilere; bizim belirlediğimiz sınırlarda özgürsünüz, ben size özgürlükleri lütfediyorum diyor ki, bu kabul edilebilir değildir. Böyle bir üstten bakış karşısında Kılıçdaroğlu’nun samimi ve kucaklayıcılığının önemli bir kazanım olduğunu düşünüyorum.

Peki Kılıçdaroğlu…

Kılıçdaroğlu Adalet Yürüyüşü‘nden bu yana Türkiye siyasetinde önemli bir dönüştürücü figür. Keza 2017 Referandumu ve en son 2019 yerel seçimlerinde bu kanıtlandı. Bütün bunlarda elde ettiği siyasi başarı onu başka bir yola soktu. Şu anda izlediği siyaset CHP’yi de aşan, Türkiye’nin tamamını kapsayacak, kurucu bir irade. Bunun odağında hak, hukuk, adalet var. Ben olası adaylığında bu yüzden Alevi kimliğinin gündeme geleceğini düşünmüyorum. Çünkü Kılıçdaroğlu, siyaseten Alevi kimliği aşan, siyasetin alanını genişletmeye çalışan, özgürlük ve temel hakları siyasetin merkezine alan bir çizgi izliyor. Tabii iktidarın Kılıçdaroğlu’nun kimliğini olumsuzlayacak biçimde kullanacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama ben özellikle Temel Karamollaoğlu, Babacan ve Meral Akşener’in Alevi kimliği konusundaki duruşlarının çok daha önemli olduğunu ve toplumun Erdoğan’dan çok onlara bakacağını düşünüyorum.

KILIÇDAROĞLU ADINDA ZIMNI UZLAŞMA VAR GÖRÜNÜYOR

6’lı masadan ortak aday çıkar mı?

Ben Kemal Bey’in dilindeki değişime baktığım ve 6’lı masayı aşan bir vaat listesiyle toplumla ilişki kurmasını göz önüne aldığımda; Kılıçdaroğlu’nun adaylığı konusunda masadaki liderler arasında sanki zımni bir uzlaşma var olduğunu düşünüyorum. “Ben adaylıktan çekiliyorum, adayımız şudur” diye bir açıklama yapmadığı sürece 6’lı masadan Kılıçdaroğlu’nun adaylığı çıkar.

Kaldı ki, Kılıçdaroğlu, daha önce de söylediğim gibi ortaya koyduğu siyasi liderlik ve yeni siyaset anlayışıyla Cumhurbaşkanlığını layıkıyla yapabilecek bir lider.

DEMİRTAŞ’IN UYARILARI DİKKATE ALINMALI

HDP’nin bakışı nasıl olur Kılıçdaroğlu’nun adaylığına?

HDP’nin duruşu kadar Demirtaş’ın duruşunu da ben önemsiyorum. Son bir ay içinde peş peşe yazdığı yazılar verdiği söyleşiler ile Demirtaş HDP’ye seslenmiyor, doğrudan  doğruya 6’lı masaya ve sivil toplum önderlerine sesleniyor.

Demirtaş, bir yanıyla Kürtlerle ilişki kurulması konusunda 6’lı masanın elini rahatlatmak istiyor ki HDP de tutum belgesiyle bu konuda 6’lı masayı, özellikle Kılıçdaroğlu’nu rahatlatmış, İYİ Parti üzerindeki toplum baskısını kaldırmıştı. Selahattin Demirtaş bunu güçlendiriyor. Diğer yanıyla, 6’lı masanın tutumundan dolayı Kürtlerde oluşan kırgınlık ve kızgınlığın HDP’ye olumsuz yansımasını özellikle gençlerden HDP’ye gelecek baskıyı azaltmayı da hedefliyor gibi.

Ama kabul edelim ki, Kılıçdaroğlu’nun işi zor. Çünkü bana kalırsa bu dönüşümde parti içinde biraz yalnız görünüyor. Yalnız olmasa çok daha büyük adımlar atabileceğini düşünüyorum.

Türkiye’nin geleceğinden endişe duyduğunu, demokratik bir Türkiye’nin ancak herkes için eşit ve mutlu yaşayacağı bir ülke olacağını yazılarından ve tweetlerinden açıkça gördüğümüz Demirtaş, 6’lı masadaki partilerin HDP ile açıktan görüşmemesinin Kürt seçmende yarattığı kırgınlığa dikkat çekiyor, bu kırgınlığı önlemeye çalışıyor. HDP’nin olası kapatılmasına da 6’lı masanın açıktan tavır almamasının yaratacağı düş kırıklığının önemine dikkat çekiyor. Bu konuda herkesi uyarıyor. Kısaca sorumlu bir siyasetçi ve yurttaş olarak hareket ediyor. Ve kuşkusuz bu iktidarın demokratik yollarla gönderilmesinin global dünyada da ne kadar önemli sonuçlarının olduğunun farkında. Bunu sağlamak için de içerden elinden geleni yapıyor.

Kılıçdaroğlu CHP’yi aşan siyaset izliyor diyorsunuz ama bu politikaları sağa açılmak olarak değerlendiren bir seçmen kitlesi ve aydınlar grubu da var. Ne dersiniz bu konuda?

Ben Kılıçdaroğlu’na gelen bu eleştirileri temelsiz buluyorum. Kemal Bey bir merkez siyaseti inşa etmeye çalışıyor.

KILIÇDAROĞLU SİYASETEN YALNIZ

Ne demek bu?

Ben merkez siyasetini birbirinden farklı kesimlerin, ideolojilerin, kimliklerin aynı masa etrafında oturup her meseleyi müzakere edebilmesi, çözüm arayabilmesi olarak görüyorum. Kemal Bey tam da bunu yapıyor, bunun için herkese açıyor kapısını. Son olarak helâlleşme çağrısı ve bu kapsamda yaptığı ziyaretler, ona yapılan ziyaretler böyle bir merkez siyasetin yollarını açıyor.

Başörtülülerle de görüştü, Roboskili ailelerle de. Şenyaşar ailesi ile de. Bunlar bence çok önemli buluşmalar.

Ama kabul edelim ki, Kılıçdaroğlu’nun işi zor. Çünkü bana kalırsa bu dönüşümde parti içinde biraz yalnız görünüyor. Yalnız olmasa çok daha büyük adımlar atabileceğini düşünüyorum. Bu yalnızlığı sivil topluma, sivil inisiyatiflerin tarafsızlığı ve bağımsızlığına özen göstererek daha çok açılarak telafi edebilir kanısındayım.

Bu yalnızlığı açsanız…

CHP bu ülkenin kurucu partisi. Bugünkü CHP ile kurucu CHP arasında çok fark var, çünkü toplum da siyasette de dünya da değişti. Mesela helâlleşme çağrısı, partinin kendi kuruluş süreciyle yüzleşmesi demektir. Bu çok önemli bir adımdır. Kemal Bey kendini değiştirmeyi, partiyi değiştirmeyi, kurucu değerlerin üzerine bina edilen o kurucu değerlerle yüzleşmeyi göze alıyor. Bu son derece önemli ve cesur.

Kemal Bey daha çok sivil toplumla, sivil inisiyatiflerle bir araya gelmeli ve bu kesimleri partiyle buluşturabilmeli. Bu birliktelik partiyi de toplumu da dönüştürecektir.

Ama bunun partide alıcısının o kadar olduğunu sanmıyorum. Yalnızlık dediğim bu. Evet kolay değil ama bu değişim biraz da zorunlu. Nitekim Kılıçdaroğlu helâlleşme dediğinde partiden kimileri hemen “niye hesaplaşma değil?” sorusu gündeme getiriyorlar.

Bu nasıl aşılabilir?

Kemal Bey daha çok sivil toplumla, sivil inisiyatiflerle bir araya gelmeli ve bu kesimleri partiyle buluşturabilmeli. Bu birliktelik partiyi de toplumu da dönüştürecektir.

6’lı masadaki liderlerin temel konularda ortak söylemde buluşmaları önemli. Bu her konuda bir şey söylemeleri demek değil. Aynı şeyi söylemek de değil. Ama birbiriyle çelişen şeyler söylememesi demek. Başkanın söyleminin partilerden kopuk olmaması lazım, hatta birbirini tamamlayıcı olmalı.  Bu topluma güven vermek açısından da önemli. Bu kendi aralarındaki güven için de şart. Çünkü önümüzde fazla zaman yok.

SEÇİM GÜVENLE KAZANILACAK

Muhalefetin asıl önceliği topluma güven vermek mi olmalı?

Evet bu önemli. Çünkü şu anda belirsizlik var. Güven bu belirsizliğin ortadan kaldırılması demek. Güven, güvenle birlikte topluma umut da vermeli muhalefet.

Bugün toplumun bir kısmı ne yazık ki, kendisini bu ülkenin yurttaşlığından atılmış hissediyor. Ben de onlardan biriyim. Herkesin bu ülkenin eşit vatandaşları olduğunu yeniden hissettirmek muhalefetin en öncelikli işi.

Karşınızda 20 yıllık iktidar var ve toplumla duygusal bir bağ kurmuş bir lider var. Bu koşullarda muhalefetin topluma güven vermesi için daha fazla gayret etmesi gerekiyor.

Dahası muhalefetin başka bir hedefi daha olmalı…

Nedir o?

Seçimleri seçimden önce kazanmak. Sandık bunun kayda geçirilmesi olmalı. Bu seçimin yüzde 3-4’lük farkla değil en az yüzde 58-60 ile kazanma iddiası konusunda toplumu ikna etmeli muhalefet. Elbette buna önce muhalefetin kendisi inanmalı ki, toplumu da buna ikna edebilsin. Ve buradaki en kritik husus şu ki; bu başarı Kürtler olmadan olmaz. Bugün eğer Kürtlerle sağlıklı bir ilişki kurulmazsa Kürtlerin önemli bir kısmı da sandığa gitmeyebilir. Demirtaş da bundan korkuyor.

Seçim gününden çok önce muhalefetin kazandığına olan inanç, neredeyse olağanüstü hâl koşullarında gidilecek olağanüstü eşitsiz, adil ve serbest olmayan seçim ortamında en önemli seçim güvenliğidir.

Buna önce muhalefetin kendisi inanmalı, toplumu inandırmalı ve  asla rehavete kapılmamalı.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI