Perşembe, Nisan 25, 2024

“A-ha!”

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.

Tarih bireylerin sosyal medyada kendileri veya siyasi iletişimcilerin Türkiye toplumu için harıl harıl arayıp bulamadıkları veya kurgulayıp yazamadıkları gibi kişisel veya toplumsal hikayelerle yapılamaz ve inşa edilemez.

İnsanlık takviminde birileri için anılmayacak, kutlanmayacak veya lanetlenmeyecek tek bir boş gün yok. Bu durum aynı tarihler, olaylar ve ülkeler dahi olsa, insanların onu o gün veya daha sonra nasıl okuduğuna göre değişir elbette.

Dahası, aynı kişinin veya toplumun, hatta aynı kişisel veya toplumsal olayı her hatırlayışında, onu kendisinin yorumlayışı da değişir. Hiç bir olgusal ayrıntı bellekten silinmemiş veya yenileri eklenmemiş bile olsa, bu saptama geçerlidir.

İnsanın, insan topluluklarının, insanlık tarihinin ve belki de en önemlisi Tarih disiplininin en büyük ve cilveli gerçeklerinden biridir bu. Fakat hakikatin kabul edil(me)mesi, onun farklı gerçeklikleriyle yüzleşil(me)mesi meselesi ise salt Tarih disiplinini aşar. Başka belli alanlara da taşar.

Temelde kişisel ve kolektif hafızanın psikolojik mekanizmalarının, bireysel ve toplumsal bilişsel gelişim süreçlerinin soyut ilkelerinin aynı olduğunu başka bir bağlamda daha önce de yazmıştım. Fakat bunların olumlanmaları özneleşme ve bilinçlenme tarihçesine göre farklı biçimlerde karmaşıklaşır. Zira somut ve yaşantısal koşullara bağımlıdırlar. Başta sayısal-nicel, sözel-niteliksel ve zaman-uzaysal gibi değişkenlere göre farklılaşırlar. Ancak bu yazımın ana konusu bu değil.

15 Temmuz’lar

Bugün 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye’de yaşananların 6. yıl dönümü mesela. Yukarıda tüm saydıklarımı örnekleyerek gündeme oturacak. Siyasi polemiklere eski/yeni malzeme oluşturacak. Yazım çıkana dek de pek çok kamusal ve özel alanda yeniden hatırlanıp, konuşulacak nasılsa.

O bakımdan, bu yazıda bir bireysel-kolektif, öznel-nesnel, sözlü-yazılı, özel-kamusal, vb. tarih bileşimine kaçayım. İzninizle toplumcu-entelektüel bilincimde biraz kayayım. Kişisel hafıza dalgalarımda keyifsiz de olsa bir sörf yapayım.

Öncelikle, Cumhuriyet’in yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanan Türkiye hala bu olayın “adını koyamadı”. Fakat ilk iş olarak Boğaziçi Köprüsü’nün adını değiştirmeyi ve bir anıt inşa etmeyi başardı. Tabii bu isim vermek veya değiştirmek, belge bırakıp veya yok ederek tarihe not düşmek, iz bırakmak veya silmek gibi simgesel ve araçsal müdahalelerle tarihin akışını değiştirme arzusu ve tarihçesi de başka (yazılara) konu.

Boğaziçi Köprüsü Cumhuriyet’in ellinci yılında açıldığında California’da gencecik bir öğrenciydim. Medyanın “iç haberler” gündeminde, sonunda Nixon’ın istifasına yol açan Watergate skandalı ve soruşturmaları vardı. “Dış haberler” gündeminde ise ülkede korkunç boyutlara tırmanmış ekonomik şiddetin ve siyasi toplumsal kargaşanın sonunda Başkanlık Sarayı’nın bombalandığı ve devlet başkanı Allende’nin intihara sürüklendiği; darbe ile Pinochet’in başa geçtiği Şili.

Başka bir deyişle bugün Friedman’cıların “Şili mucizesi” dedikleri, kimilerine göre ise emperyalist ABD’nin, zaten Guatemala, Bolivya, Brezilya ve Dominik Cumhuriyeti’ndeki başarılı darbeleri ile çoktan “arka bahçesine” çevirdiği Latin Amerika’da, “neoliberalizm deney laboratuvarı”nın açılışını yaptığı “kanlı Şili darbesi”. Yani sonrasında da Şili’de adına demokrasi denilebilecek ne vardıysa silip süpürmüş olan uzun, çalkantılı ve sancılı siyasi-iktisadi  tarihsel sürecin başlangıcı!

Bizim köprünün haberini yerel gazeteler bile fotoğraflı yapmıştı. Neyse ki hepsi kısaydı da okumak çok güç olmamıştı. İngilizce yetersizliğinden değil; Türkiye siyasi tarihiyle ve kolektif hafızayla doğrudan ilgili başka konularda (ör., “Ermeni meselesi” ve adını sonradan alan ASALA terörü) sık muhatap bırakılmak sebebiyle, nefesimi tutarak bir çırpıda okumuş olduğum için. Zaten Türkiye hakkında o sene karşılaştıklarım içinde ilk ve belki de tek olgusal, nesnel veya yansız sayılabilecek olanı oydu. Tabii izleyen senenin 15 Temmuz’unda yurda dönünceye kadarki zaman diliminde.

1987’nin 15 Temmuz’undan bu yana olan tarihsel zaman diliminde ise, Los Angeles Times’ın “iki kıtayı birleştirdi” diye duyurduğu o ilk köprünün yanı sıra, dünya incisi Boğaz’a, üzerinde inşa edilen ikinci, Fatih Sultan Mehmet ve üçüncü, Yavuz Sultan Selim köprülerine, altlarından akan doğal ve uluslararası trafiğe bir kamu üniversitesinde görev yaparken bakmaktayım. Yani bugün tam 35 yıl oldu.

Çalıştığım kurumun kuruluş yılı ise 1863. Fakat eski Robert Kolej adı 1971’te Boğaziçi Üniversitesi olarak değişmişti. Dolayısıyla onun tarihselliği de, tarihçesinin başlangıç ve dönüm noktaları da, kısacası kurumsal yaşı, başı, aklı, hafızası veya bilinci de tarihsel koşullara, duruma, anlatıya ve anlatana göre değişiyor. Fakat kurumun “içerdeki veya dışardaki” toplumsal algılarında hala pek bir değişme olduğu söylenemez. Nitekim bu sebeple geçtiğimiz sene başında “dışardan” atanmış rektörü görevden alınıp, yerine şimdiki rektörü “içerden” atandı. 2021’in 15 Temmuz’unda.

Bu üniversitede, toplumda ve dünyada yaşananları (diğer yazılarımda da olduğu gibi makro-mezo-mikro ilişkisel çerçevem dışında) 15 Temmuz 2016’nın öncül ve artçı sarsıntıları olarak okumamam olanaksız.

Zira kariyerim boyunca Türkiye’deki ve dünyadaki kıtalararası, kültürlerarası, dinler arası, mezhepler arası, paradigmalar arası, disiplinler arası, uluslar arası, sektörler arası, kurumlar arası, kişilerarası, öznelliklerarası, vb. velhasıl özetle, düşünsel diller, yani zihniyetler arası “dar ve derin boğazları” da izlemekteyim.

Sözde (pseudo) köprülerin, retorik veya söylemsel diyalogların barış inşa edemeyişi şöyle dursun, hangi tip şiddet, terör ve savaşlar ile daha da derin nasıl yardığını, türlü çalkantıları ve akıntıları çalışmaktayım. Bireysel-toplumsal dönüşümleri “içerden-dışardan” özne konumlarıyla incelemekteyim.

Nitekim 15 Temmuz 2016 günü de bir akademik görevlendirme vesilesiyle Varşova’daydım. Türkiye’den gelen sıcak ve sarsıcı ilk haberi BBC’den o uluslararası konferansın kapanış kokteylinde Amerikalı ve Avrupalı siyaset ve sosyal bilimcilerden oluşmuş bir küçük grup sohbeti sırasında aldık. Elbette bende başka duygu ve düşüncelerle, fakat hepsinde “çok ilginç bir uluslararası olgu” olarak birden büyük bir entelektüel merak uyandırdı.

Fakat bu “tuhaf olay” ilk anda bile oradaki muhtelif alanlardan hiç bir toplum bilimciye, bugün Türkiye kamusal alanında hala geçiştirildiği ve tabulaştırıldığı gibi gelmedi. Yani ne “başarısız kanlı darbe girişimi” olarak, ne de “kandırılma”, “sırtından bıçaklanma”, “destansı”, vb. öykülendirilebilecek biçimde.

Fakat biz şimdi yazının ana konusuna dönelim. O da ironik olarak, o haber ve olaydan bir saat önceki kendi konuşmamda gönderme yapmış ve Walter Benjamin’in “çeviri” anlayışı ile yeniden-yorumlamış olduğum bir psikanalitik kavramla ilgili. Bu arada bugün, yani 15 Temmuz, Benjamin’in de 130. doğum günü. Sözünü ettiğim kavramın patenti ise ilk kez onun doğduğu yıl kullanmış olan Freud’a ait.

Nachträglichkeit

Bu Almanca terimin sözcük anlamı ertelenmiş eylem, sonradan gerçekleşme (İng. deferred action, afterwardedness) filan. Deferred action terimi ve uygulaması ABD’de bürokrasinin, siyaset bilimcilerin ve uluslararası hukukçuların literatürüne girişi ise ancak Boğaziçi Köprüsü kadar eski.

Hala ve daha çok, düzensiz göçmenlere veya mültecilere ülkelerine geri gönderilmelerine engel olmayacak geçici yasal statü verilmesi bağlamında kullanılıyor sanırım. Malum, bu konular şimdi bizde de konuşuluyor ve seçim vaatlerinde önemli bir yer tutuyor. Bundan sonra daha çok tartışılacağı ve uzun yıllar da gündemde kalacağı da kesin.

Fakat burada bizim ilgilendiğimiz deferred action veya Nachträglichkeit kavramı ise başka. Siyasi veya akademik yüzeysel araçsallaştırmalar ötesinde tarih veya siyasi tarih çalışanları, özellikle de travma, soykırım, kolektif hafıza, sözlü tarih, vb. alanlarda “uzmanlaşanları” biraz daha yakından ilgilendirebilir. (Hatta her türlü “istismar kurbanlarını”, “me too/ben de” sesi çıkara(maya)nları ve onları “bunca zaman peki neden susmuş” vs diye ve “uydurmakla” filan itham edenleri!)

Nachträglichkeit’i Freud önce nachträglich (deferred, afterwards) yani sadece sonrasında/sonradan şeklinde kullandı. Bastırılmış hafızanın ilgili olaydan sonra travma haline geldiğini vurgulamak için. Özellikle de 1895’te ve 1898’deki psikanaliz çalışmaları ile kuramla birlikte bu tartışmanın kapsamını da genişletti ve geliştirdi. Tabii sonradan itaat kavramını da yazdı.

Daha sonra Lacan “Freud’u yeniden-okurken”, bu kavramı da yeniden nachträglich, yani après-coup olarak okudu. Zaten nachträglichkeit ile kast edilen eylem de psişik bir faaliyettir. Bir tür “çeviri”dir.

Fakat yüzleşme ve onarım açısından, kavramın geriye dönüklük ve sonradanlık kısımlarından bile daha önemli olan bu yanıdır. Yani aradan çok veya az zaman geçtikten, hafızanın muhtelif sayıdaki “yeniden-baskısı” sonra gerçekleşmiş olması değil; “çeviri” ve “yorum” kısmıdır bence.

Ayrıca gecikmiş idrak ve itaat kavramları özne için gelişimsel anlamda hem ileriye dönük veya ilerletici (progresif), hem de geriye dönük veya geriletici (regresif) özellikleri birlikte barındırır. Zaten iyileştirici süreçte her ikisi birlikte kullanılmadan “a-ha” yaşanamaz.

Nitekim “tuhaf” olayları anlatan yazıya uygun gördüğüm bu tuhaf başlık, yani “a-ha” ifadesi ile anlatılmak istenen de budur. Ve terapötik onarım ve iyileşme sürecinin daha çok bilişsel içgörü kısmı ile ilgilidir. Belki de bizdeki argodaki tam karşılığı (ankastralı telefon döneminden kalma) “jetonun geç düşmesi”, “kafaya nihayet dank etmesi”, vs. olabilir.

Bireysel veya kolektif bilinçlenme, özerkleşme, özneleşme, demokratikleşme ve özgürleşmenin önkoşulu ise, kendi bilincinin dışındakilerin (fakat ötekinin/başkasının bilincindekilerin) kendi bilincine gelmesidir.

Fakat bu da “özne öncülünün” kendi bilişsel süreçleri yeterince gelişmeden, zeka ve bilgi kapasitesi genişlemeden, bunları diyalojik akıllıca kullanmayı öğrenmeden, yeni beceriler ve yetiler kazanmadan, vs. olamaz.

Dolayısıyla, tarih sosyal medyada bireylerin kendileri veya siyasi iletişimcilerin Türkiye toplumu için harıl harıl arayıp bulamadıkları veya kurgulayıp yazamadıkları gibi kişisel veya toplumsal hikayelerle yapılamaz ve inşa edilemez. Zaten bu anlatıların hakikatte geçerli karşılığı olmadan da özerkleşmek, özneleşmek ve özgürleşmek olanaksız.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.
spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

1 Yorum

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI